AKP yanlısı kimi basın-yayın organlarında köşe yazarı ve bilim insanı olarak tanınan (ancak itiraf etmeliyim ve kendisine de bir onur bahşetmemeliyim ki, şu ana kadar benim tanımadığım, adını duyup bilmediğim) Prof. Dr. Osman Özsoy´un, “Haber 7 com” adlı bir internet sitesinde “Google´a sordum, acaba bu kadın kim?” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Beyefendinin “Google´a” sorduğu kadın; […]
AKP yanlısı kimi basın-yayın organlarında köşe yazarı ve bilim insanı olarak tanınan (ancak itiraf etmeliyim ve kendisine de bir onur bahşetmemeliyim ki, şu ana kadar benim tanımadığım, adını duyup bilmediğim) Prof. Dr. Osman Özsoy´un, “Haber 7 com” adlı bir internet sitesinde “Google´a sordum, acaba bu kadın kim?” başlıklı bir yazısı yayımlandı.
Beyefendinin “Google´a” sorduğu kadın; hem arkadaşım, hem de müvekkilim olan ve halen Halkevleri Derneği´nde yöneticilik de yapan sevgili Dilşat´tan (Dilşat Aktaş) başkası değil.
Bilindiği üzere Dilşat, 26 Şubat 2011 günü Ankara´da Yüksel Caddesi´nde polis şiddetine maruz kalmıştı. Halkevleri tarafından düzenlenen organ bağışı kampanyasının tanıtım standında görev alan Dilşat, o gün caddede bulunan stantları zorla kaldırmaya kalkışan polislerle tartışırken, bir erkek sivil polis memuru tarafından defalarca yumruklanmıştı. Maruz kaldığı bu saldırıdan kaynaklı, hem kadına yönelik şiddet olaylarının, hem de genel olarak AKP karşıtı muhalefete sergilenen baskıcı tutumun bir başka somut ifadesi, sembolü oluverdi.
Kamuoyunun vicdanını sızlatan bu olay, belli ki Osman Özsoy´un da yüreğini sızlatmış ve söz konusu yazısındaki ifadesi ile “İlgili kişiyi bulmak, bir e-maille bile olsa kendisine hem geçmiş olsun demek, hem de yaşadığı hadiseye rağmen sakin tutumundan dolayı tebrik etmek” istemiş. Bu amaçla da, “Kadının ismi haberde geçmişti. Girdim Google´a, yazdım ´Dilşat Aktaş´ diye…” şeklinde bir çaba ve arayışa girmiş.
Ancak beyefendinin yazısında yer verdiği sonraki tespit ve değerlendirmeleri; hem Dilşat´a, hem de bizlere, “Geçmiş olsununuz eksik kalsın, biz böyle iyi idik” dedirtecek türden.
Osman Özsoy, “Meğer kadını sadece ben tanımıyor muşum…” şeklinde bir ara başlık ile sürdürdüğü yazısında, Dilşat hakkında (Google´da) 1600´den fazla haber çıktığını ve “Her fırsatta sokağa dökülen, profesyonel kronik bir eylemci” ile karşılaştığını söylemekte. Devamında da; “Kamuoyu artık görsün gerçeği… Bu insanlar samimi duygularla eğer varsa bir aksaklık bunları dile getiren göstericiler değil. Öyle olsa biz de destek veririz. Dertlerini duyurmalarına yardımcı oluruz. Bunların her biri ülkedeki huzur ortamından rahatsız olan provokatif eylemci” yargısını dile getirmekte.
Osman Özsoy´un yazısındaki final cümlesi ise, sanırım size de duyduk, bildik gelecektir; “Dünyadaki pek çok ülke siyasi ve ekonomik gelişmelerden yana panik halinde iken, Türkiye´nin hızla yol almasından rahatsız olan çevrelerin iç uzantıları bunlar…”
İşte bu sözleri, tabiri caiz ise kanım donarak okurken, yıllar önce ünlü Newsweek Dergisi´nde yayımlanan bir makale geldi aklıma.
Hafızam beni yanıltmıyorsa 2001 yılında yayımlanan “İşkenceyi bile düşünme zamanı” adlı bu makalede; 11 Eylül saldırıları sonrasında, en azından terörist oldukları yolunda aleyhlerinde haklı şüpheler bulunan kişilere yönelik, ABD´li resmi görevlilerce işkence uygulamaları yapılmasının, artık meşru ve hukuki bulunması savunulmaktaydı. Nitekim Bush yönetiminin, Guantanamo Kampı ve işgal altındaki Irak cezaevlerinde, bu yolda yaygın ve sistematik biçimde bir işkence uygulamasını yaşama geçirdiği, çok geçmeden ortaya çıkıverdi.
İnsan hakları çevrelerinde sıklıkla kabul gördüğü üzere, insan hak ve özgürlüklerine saygı (veya insan haklarını içselleştirme) düzeyinin temel ölçütü; bir toplumda, asıl olarak farklı/aykırı olanlara nasıl davranıldığıdır. Nitekim geçmişte Nazi Almanya´sında dahi, öz be öz Alman yurttaşlarına (Ari Irk mensuplarına) yönelik insan hakları anlayışını ve uygulamalarını, günümüzün birçok ileri demokrasisinden daha iyi bir düzeyde bulmanız olasıdır. Orada işin gerçeğini görmenizi sağlayan ise; Yahudilere, Çingenelere, sosyalistlere vs. yönelik insanlık dışı tutum ve uygulamalarıdır. 1960´lı yıllarda ABD´de yaşayan Angola Sakson kökenli bir beyaz yurttaş iseniz, büyülü bir özgürlükler ülkesinde yaşadığınızı düşünebilirsiniz. Ancak gerçekleri görebilmeniz için, derisinin rengi siyah olanların veya Vietnam´ın işgaline karşı çıkanların başına gelenlere bakmanız gerekir.
Dilşat´ın maruz kaldığı şiddet olayı, bir insan hakları ihlali ve doğrudan bir işkence olayıdır. Bunun hem siyasi, hem sosyal, hem de hukuki adı ve tanımı budur. Bir insanlık suçu kabul edilen işkenceyi meşrulaştırmanın en bildik adımı da, bu eylemin asıl olarak herkesten farklı/aykırı olanlara yönelik haklı bir istisna olarak savunulması, en azından bu kesimler için mazur görülebilir kılınmasıdır.
Osman Özsoy, (hakkını yememek adına) yazısında; “Yumruk yiyen bir kadına geçmiş olsun dilemek için irtibat bilgisini ararken karşımıza çıkan kronik eylemci portresi, insani açıdan geçmiş olsun dileklerimizi iletmemize ve yapılan kaba saldırıyı kınamamıza mani değil” cümlesini de sarf etmekte. Ancak bu sözün kendisi ve yazısının bütünü, işkence eylemini, siyasi iktidar muhaliflerine yöneldiğinde meşru, en azından mazur görülebilir bir eylem niteliğine sokma çabasındadır. Hatta alıntı yaptığımız ifadelerinden de anlaşılacağı üzere yazar; sanki Dilşat, bilinçli olarak kendini polise yumruklatmaya çalışmış gibi bir tezi de dillendirmekte, savunmaktadır.
Memlekette birilerinin, sırf o meşhur “huzur ortamı“nı baltalamak ve “hızla yol almayı” yavaşlatmak adına, kendini sürekli polise dövdürdüğünü, hatta kendine işkence yaptırdığını savunmak ve üstelik bu tezi -bir bilim insanı olarak- Google´dan elde edilen verilere dayandırmak; şimdi burada, beni ciddiyetten uzaklaştırıp, kara mizaha yönelmeme neden olacağı için, tarafımca bilinçli olarak fazlaca irdelenmiyor. Nitekim beni asıl kaygılandıran ve kendimi kasarak ciddiyetle ele almaya çalıştığım asıl vahim olgu, Osman Özsoy´un insan hakları ihlallerini ve özelde işkenceyi meşrulaştırma çabasıdır. Bu çaba, AKP´ye yakınlığı ile bilinen daha birçok köşe yazarının ve bürokratın söylemlerinde de giderek yer bulmaktadır.
Meslek hayatım boyunca işkence olaylarına sıklıkla tanık oldum. Nitekim Osman Özsoy beni de Google´a sorarsa görecektir. Google ona en azından; kronik bir insan hakları savunucu olduğumu söyleyecektir. Bilirim ki işkenceciler, Osman Özsoy´un şimdi akıl ettiğini çok önceden akıl etmişlerdir ve aynı üslubu, kamuoyu nezdinde veya -az da olsa- işkence sanığı olarak yargılandıkları davalarda temel savunma argümanı kılarlar.
Mesela, Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altınbaş´ı henüz 20´li yaşlarında iken 1991 yılı Ocak ayında Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi´nde (o zaman ki adıyla DAL´da) işkence ile öldüren polisler, çok sonraları Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi´nde haklarında görülen davada, sanki o davada sanık olarak yargılanan kendileri değil de Birtan imişçesine, onun ne denli tehlikeli, gözü kara, devlet düşmanı vs. bir siyasi muhalif olduğunu söyleyip dururdu. 1996 yılı Ocak ayında Metin Göktepe´nin gözaltında öldürülmesi olayında da dönemin emniyet amirleri, Metin´in gerçekte gazeteci değil de yasadışı örgüt militanı olduğu yolunda bir propagandaya bel bağlamışlardı. Bir başka çarpıcı örnekte, 2010 yılı sonunda Başbakan Recep Tayip Erdoğan´ın İstanbul´da rektörlerle buluşmasını protesto eden öğrencilerin eylemlerinde, polisin sert müdahalesi sonucu bir kız öğrencinin hamile olduğu bebeğini yitirmesi olayında görülmüştü. AKP ya
nlısı birçok köşe yazarı, doğrudan ve insafsızca bu kızcağıza saldırma, gerçekte bütün suçun onda olduğunu ilan etme yarışına girmişti. Osman Özsoy da belki o tarihlerde benzer içerikte bir yazı yazmıştır. Ancak benim hatırladığım başkaca yazılarda, bu kız öğrencinin polisi ve hükümeti zor durumda bırakmak için bilinçli olarak eyleme katıldığı ve hamileliğini kullandığı yolunda görüşler de dillendirilmişti. Malum haber sitelerinde malum yazarların kalemlerinden çıkan bu köşe yazılarına, yine malum okurlar tarafından yapılan yorumlar ise, akıl ve vicdan ötesiydi. Birini hiç unutamıyorum; “Kızı kürtaj parasından kurtarmış polisimiz, fena mı?”
12 Eylül´ün “asmayalım da besleyelim mi?” sözünde de yatan aynı mantık gereği; işkenceyi meşru veya en azından mazur gösterebilmek için, işkence yapmak özünde kötü bir şey olsa da, maalesef birilerinin bazen işkenceyi hak ettiği düşüncesine sığınmak, Osman Özsoy´dan önce de bilinen ve sıklıkla başvurulan bir söylem ve yöntemdir. Nitekim, kim kimden kopya çekmektedir bilinmez ama; gündemdeki kadın cinayetlerinde de görüldüğü üzere kızını, kız kardeşini veya karısını öldüren erkeklerin de hep bir bahanesi vardır ve genelde bu bahane, şiddete maruz kalan kadına atfedilen bir kusura dayanmaktadır. Töre veya namus adına cinayet işleyen o erkekler de kurbanlarını önce Google´a mı sormaktadırlar, bilemem.
Acaba, Osman Özsoy´un yazısını okuyan yurttaşlar, ne düşünmüşlerdir? “Oh be, meğerse bir ´kronik eylemci´ imiş dövülen kadın, biz de acaba demokrasi ve insan haklarında bir geriye gidiş mi var diye endişe etmiştik, o kadın için boş yere üzülmüşüz” mü demişlerdir? Osman Özsoy, belirli bir okur çevresinde, işte tam da bu düşüncenin oluşması için çabalamış görünmektedir.
Ancak, çok daha tehlikeli bir algıya hizmet ettiğini fark edemiyor mu?
Memleketimizde yıllardır görüldüğü ve artık kanıksandığı üzere, işkenceciler değişir ancak işkence sürer gider. Ola ki, gün gelir devran döner, bir gün kendisi de benzer bir hak ihlaline maruz kaldığında, onu da Google´a soranlar olmaz mı? O vakit Google´ın -onun hakkında- verdiği yanıt üzerine, ona da “oh olmuş” diyenler çıkmaz mı?
Osman Özsoy, o zaman gelsin bizi bulsun. Türkiye sol hareketinin, öteden beri sistemin insan hakları ihlallerinin başlıca hedefi/mağduru ve doğal bir tepki olarak -ihlaller karşısında- insan hakları mücadelesinin de asli sahibi, emekçisi olduğunu hatırlasın. Mensubu olduğu siyasal kesimin ve şimdi de AKP iktidarının ikiyüzlülüğünün, samimiyetsizliğinin aksine; insanların çığlıklarına, acılarına ve özlemlerine kayıtsız değildir yüreğimiz.
Osman Özsoy, o zaman hemen Dilşat´a ulaşsın ve bilsin ki, onun için de sokağa çıkar bizim kızımız, hem de bir kez daha yumruklanma pahasına.
Ne de olsa biz, soruları Google´a değil, vicdanına soran ve yanıtları da, öncelikle vicdanında arayanlardanız. Ve denir ki; “insan, kendi nefsine karşı bir basirettir. Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile” (*)
(*) Kıyamet Suresi´nden