Germen barbarlar, Romalı bir askerin kafasını koparırlar ve Roma savaş hatları önüne atarlar. Romalı generallerden biri: “İnsan fethedeceği zamanı bilmelidir” der. Bunu barbarlara söylüyordu. Arap dünyasının diktatörleri, bizim barbarlarımız, halkın ilerlemesine karşın hala bazılarının kafalarını kesebilirler. Fakat onlar yenilmiş olduklarını zaten biliyor olmalılar. Bu sadece bir zaman meselesidir: Yüz ya da on yıl 2011 Arap […]
Germen barbarlar, Romalı bir askerin kafasını koparırlar ve Roma savaş hatları önüne atarlar. Romalı generallerden biri: “İnsan fethedeceği zamanı bilmelidir” der. Bunu barbarlara söylüyordu. Arap dünyasının diktatörleri, bizim barbarlarımız, halkın ilerlemesine karşın hala bazılarının kafalarını kesebilirler. Fakat onlar yenilmiş olduklarını zaten biliyor olmalılar. Bu sadece bir zaman meselesidir: Yüz ya da on yıl
2011 Arap isyanında bir yatışma yok. Protestolar Bahreyn gibi umulmadık yerlerde devam ediyor. Sevgililer Günü, Manama’da bir protesto yürüyüşüyle Kraliyet ailesi El halife üyelerine duyulan hoşnutsuzluk gösterildi. Mesajlarını iletmek istediler. Göstericiler “talebimiz halk tarafından yazılan yeni bir anayasa” sloganları attılar. Muhalefet lideri Abdulvahab Hüseyin gazetecilere verdiği demeçte: “Çevik kuvvet polisinin sayısı çok fazla, fakat bize karşı şiddet kullanmanın, bizi çok güçlendirdiğini gösterdik” açıklamasında bulundu. Polis plastik mermilerle ateş açtı ve onları dağıttı, henüz küçük bir grup. Hüseyin sokaklardan dövülerek çıkarıldıktan sonra “bu sadece bir başlangıç” dedi.
Benzer protestoların sürmesi olası görünüyor çünkü bu mücadele dalgası 50’li yılların sonlarında patlak verdi, yetmişli yıllarda zirveye çıktı, seksenli yılların başında ise ezildi. Mısır hükümdarının Cemal Abdül Nasır liderliğindeki darbe ile devrilişinin verdiği cesaret, Arap dünyasının genelinde, sıradan insanları isyan etmeleri için yüreklendirdi. Bunu, Irak ve Lübnan takip etti. İnsanlar, yarımadada Fred Halliday’in* “sultansız bir Arabistan” söylemini talep ettiler. İşgale Karşı Arap Körfezi Halk Kurtuluş Cephesi Dhofar (Umman) mücadelesi ortaya çıktı.
O yerel kampanyasını yarımadanın geneline yaymak istiyordu. Halk Cephesi’nin en çekingen kolu Bahreyn oldu. Bu uzun sürmedi. Yetmişli yıllarda Nasırcılığın zayıflamasıyla birlikte ivme 1979 İran Devrimi’yle Arap cumhuriyetçiliğine döndü. Bahreyn İslami Kurtuluş Cephe hareketi, 1981 yılında bir darbe girişiminde bulundu. İlhamları vardı ama organizasyon yoktu. Bu Arap yarımadası, 1967 yılında Marksist bir organizasyonun iktidarına yol açan Yemen Devrimi’nin yolunu izlemedi. Doksanlı yıllarda canlanan bu güçlerin çabaları El Halife rejiminin sert direnişiyle karşılaştı. Fakat yeni vali Hamad, (Cambridge Üniversitesi mezunu) akıllıydı. Hegemonya üzerine bir iki şey biliyordu. İslamcı kafaları ezmenin yeterli olmadığını anladı ve aceleyle seçilmiş meclisi topladı. Kadınların oy kullanmalarına ve bazı siyasi tutukluların serbest bırakılmasına izin verdi. Bu Washington’u ve petrol şirketlerini memnun etmek için yeterli oldu. Bunun demokrasilerde görülen bir istikrarla karşılaştırılabilecek hiçbir yanı yoktu. Ancak 2011 Mısır virüsü, Hamad tarafından inşa edilen demokrasi cephesinin üstesinden geldi. Protestolar geri döndü. Buluşma sadece siyasi değil. O ayrıca, ve belki de kararlı, ekonomik. Bahreyn’in zenginliği petrole dayanıyor. Petrol parası sürekli emlak spekülasyonuna neden oldu (Dubai modeli). Bu süreçten yararlananlar kraliyet ailesi ve onun suç ortağı bir zümre oldu. Esas büyük kitle, Şiiler, bu zenginliğin neredeyse sosyal yaşama hiçbir etkisi olmadığı için öfkeli. Kralın demografik manzarayı yeniden yapılandırmak için 50 bin yabancı işçiyi getirmesi Şii nüfusun korkusu oldu. Bu “Bahreynleştirme” (Bahrainization) politikası, yabancı emeğin yerel emeğe karşı bir sis perdesi oldu. İşe yaramadı. Daha da kötüsü, Bahreyn hükümetinin, 2007 yılından bu yana süren kredi krizi nedeniyle yakıt ve gıda için uyguladığı sübvansiyonları kesme önerisi oldu. Mısır, Yemen ve Tunus gençliği; İngiltere, İrlanda, İtalya ve Fransa geçliğine -hepsi, kemer sıkma politikalarına karşı sokaklara döküldüler- benzedi. Ayaklanmalarda gençler ön saflarda yer aldılar çünkü onların geleceklerini ipotek altına alan politikalardan ve kesintilerden en fazla kaybedecek olanlar onlar. Bu nedenle ve ilâveten, süper güçlerin (Davos elitleri ve kurumları) fazla ödeme yapılan ajanlarına (bankacılar) karşı da bir tepki var.
Bu arada, ABD’nin Beşinci Filosu, Bahreyn’de kendisine sığınacak bir liman bulmuş durumda. Koramiral Mark Fox, acil eylem için EA-6B Prowlers’ların (elektronik özel harp uçağı) kalkışlarını da başlatmış olmalı.
Arap İsyanı hakkında pek çok açıklama var. İnsan onuru için çaba gösteren örnekler bulmaya çalışan, trans-tarihsel açıklamalara sığınanlar var. Araplar kızgınlar. Daha fazla katlanamıyorlar. Bunların hepsi çok iyi ama çok genel. Protestolar, neden şimdi, niçin bu şekilde ve niye bu taleplerle yapıldı?
Trans-tarihsellikten uzak spesifik koşullara doğru eğilen başkaları da var. Onlar geniş açıklamaların indirgemeci olduğunu düşünüyorlar ve bu yüzden şartlara sığınıyorlar: Diğer bir olayın (Tahrir Meydanı’nın işgalinin) neden olduğu bu olay (protestolar) şu olaya (kurban verilmesine) yol açtı ve bu yüzden büyük olay (Mübarek’in sahile gitmesi) gerçekleşti. Tarih, yüzeyi ötesinde bir etkiye sahip olmayan değişimlere eşdeğer olaylar dizisinden oluşur.
Bu isyanları Devrim ile karıştırma ve bu isyanları Nasır liderliğindeki 1952 Devrimi’ne karşı 2011 Devrimi olarak görme, eğilimine götürür. İlham veren bu mevcut ayaklanmalar, Arap dünyasında, XIX. yüzyıldan kalan uzun bir sürecin birer parçasıdırlar. Bu uzun süreç Arap Devrimidir ve Arapların geleceğini sınırlayan tahakküm yapılarının bütünüyle dönüşmesine çaba gösteren bir devrimdir. 1959 Nasır isyanı, Arap Devriminin bu uzun sürecinin sadece bir parçasıdır. Altmışlı yılların sonlarında mağlup oldu ve tarihsel itaat Mısır’a (ve Arap dünyasına) geri döndü. Mevcut isyan dalgası ise bu bütünün diğer bir parçasıdır. Uzun Arap isyanı, akla iki cevapsız soru getiriyor: Arap topraklarında, hareket halinde olanı anlamak için iskelenin bir parçasının temin edilmesi gerekir. İlk soru, onun politikası ve ikinci soru, onun ekonomiyle olan ilgisidir.
Politika
Ne zaman Arap halkı kendini yönetecek, ne zaman tahvil piyasaları, yabancı sermayeyle ilişkili hükümdarlar ya da tek parti diktatörlükleri tarafından yönetilmeyecek? Bir süre önce, Fransız lider Sarkozy ve ABD Dışişleri Bakanı Clinton, “demokratik” arkadaşları Mübarek ve Bin Ali için methiyeler düzüyorlardı. Obama ise Mısır’da demokratik geçiş konusunu Suudilere danışıyordu, tıpkı bir bifteğin nasıl kızartıldığını bir vejetaryene sormak gibi, iğrençliğin zirvesi.
Yaşlı Kral Faruk, 1953 yılında, Mısır ordusu tarafından korunan Al Mahsura adlı yelkenlisiyle, daha az kabul gösterdiği kişilere el salladı: Nasır, bir postacının; Sedat, bir küçük çiftçinin oğluydu. O’nun Albaylar darbesi, Mısır’da monarşi ve emperyal hâkimiyeti yok etmek için tasarlanmıştı. Ekonominin başlıca dallarının devletleştirilmesiyle birlikte toprak reformları geldi. Ama kötü planlanmıştı ve Mısır burjuvazisinin gücünü sınırlamıyordu. (Burjuvazi kolay para alışkanlığını sürdürüyordu: yeni yatırımların dörtte üçü, bir konut balonunu şişirmeyi amaçlamıştı.) Ekonomi, ABD destekli İsrail ordusuyla mücadele etmek için büyük ölçüde genişletilmiş bir askeri aparata destek kanadı oldu. Mısır’ın 1967 savaşındaki yenilgisi 10 Haziran’da Nasır’ın istifasına yol açtı. Yenilgi onu çok zayıflatmış olmasına rağmen, bu kez de Nasır’ın iktidara dönmesini istemek için binlerce insan Kahire sokaklarına döküldü.
1952’nin demokratik açılımı, maalesef gerçekleşemedi. Subaylar, ilerici de olsalar, iktidarın dizginlerini teslim etmeye iste
ksizdiler. Güvenlik kuruluşları kesinlikle Müslüman Kardeşler’in peşini bırakmadı fakat komünistlere karşı tüm vahşiliklerini gösterdiler. Nasır bağımsız ve güçlü bir siyasi kültür oluşturamadı. “Onun ‘sosyalizmi'”, Stavrianos’un dediği gibi, “Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle gelen bir sosyalizmdi”, ordu ve polis tarafından uygulanan. Taban düzeyinde hiçbir katılım veya inisiyatif yoktu. Bu nedenle, ne zaman Sedat sağa doğru hareket etse, kendisine herhangi bir muhalefet eden olmazdı. Peron’suz Peronculuk gibi Nasır’dan sonra Nasırcılığın da içi boş çıktı.
Bugünkü isyan, Sedat tarafından kurulan, Mübarek tarafından geliştirilen bir rejime karşı çıkıyor. Bu, hiçbir demokratik iddiası olmayan bir milli güvenlik devletidir. 1977 yılında Sedat, Nasırcılığı “gözaltı kampları, gözaltılar, kaçırmalar ve tek parti, tek bir düşünce sistemi” olarak tanımlıyordu. Sedat üç tip siyasi gücün ortaya çıkmasına izin verdi ve sonra onun gücünü tahrip etmek için acele etti (solcu Ulusal İlerici Partisi), onları absorbe etti (Arap Sosyalist Partisi ve Sosyalist Liberal Parti) veya varlığına tahammül etti (Müslüman Kardeşler). Sedat, Nasır’ı yapmakla suçladığı şeyleri dâhice yerleştirdi. İşkence merkezleri ve tutuklama kampları serpilip gelişince Sedat ve Mübarek düştü (yedekteki Ömer Süleyman’la birlikte).
Tahrir Meydanı’nda, 22 yaşındaki Abdel Moneim: “İnsanların sonunda haklarını elde edebilmesi için, Fransız Devrimi çok uzun bir zaman aldı” dedi. O’nun 2011 yılındaki mücadelesi, Milli Güvenlik Devletini ilga etmek. O’nun için Fransız Devrimi’nin sloganına geri dönmek temel bir gereksinim. Ahmed’in bir parçası olmak istediği dinamik Nasırcılık dinamiğidir ama bu kez askersiz olmalıdır. Bu tarihin verdiği bir derstir.
İkinci ders Nadine Naber’den geliyor, o bize kadınların bu isyan dalgasının çok önemli bir parçası oluşturduklarını hatırlatıyor, daha öncekilerde olduğu gibi ve henüz olacaklarda da, isyan başarılı olduğu zaman kadınlar ikinci siyasi aktörler gibi bir kenara atılıyorlar. “Mısır’da hakların demokratikleştirilmesinin olasılıkları nelerdir -Naber soruyor- bunda; kadın hakları, kadınların katılımı, aile hukuku, örgütlenme hakkı, protesto etme ve ifade özgürlüğü esas olmaya devam edecek mi?”
Naber, Birleşik Arap Cumhuriyeti Eğitim Bakan Yardımcısı Karima El-Said tarafından 1957 yılında ortaya koyduğu bir meseleyi tekrarlıyor, (“Afro-Asya ülkelerinde insanlar hala sömürgeciliğin boyunduruğu altında acı çekiyorlar, kadınlar tam ulusal bağımsızlık mücadelesine aktif olarak katılıyorlar. Onlar kurtuluşları için bunun ilk adım olduğuna ve toplumdaki gerçek yerlerini almaları için onları hazırlayacağına inanıyorlar”). Bu da tarihin verdiği ikinci ders, ortaya çıkmakta olan demokrasi geniş kapsamlı olmalı.
Ekonomi
Uzun Arap isyanının ikinci cevapsız sorusu, ekmek ve çalışma onuru ile ilgili. Arap bölgesindeki ekonomilerin, Atlantik dünyasının finansal evlerini şişirmek ve büyük fonları monarşi ve diktatörlüklere sunmak yerine, kendi topluluklarını desteklemeleri ne zaman mümkün olacak? Lanetli petrolle, Arap dünyasında çok az ekonomik çeşitlenme görüldü ve halka dengeli bir sosyal gelişim sağlama amacıyla neredeyse petrol zenginliğinin kullanıldığı hiçbir girişim olmadı. Bunun yerine, petrol paraları, ABD’deki tüketiciler için kredi vermek ve insanların tasarruflarıyla elde edemedikleri büyük fonları bankalara sağlamak için kuzeyin sarhoşlarına döküldü (Amerikalılar, uzun zamandan beri aylık gelirlerinin yüzde birini artırabiliyorlar, maaşların 1973 yılından beri sabit kaldığı dikkate alındığında, bu anlaşılabilir bir rakamdır). Petrol paraları, ayrıca, körfezde emlak patlamasına, kumar masalarına ve Monako’nun (Avrupa’nın Las Vegas’ı, diğer bir monarşinin bulunduğu yer, kral Albert II) eskort servislerine yönlendirildi.
Anti Nasırcılığın bir parçası olan Sedat, ekonomiyi yabancı sermayeye açtı (infatah). Sübvansiyonları ve devletleştirmeyi sona erdirdi ve Şubat 1974’te hür teşebbüs bölgeleri yarattı. Sedat, Mısır ekonomisi için bir “kan nakli” yapmak istedi ve böylece Atlantik bankaları Mısır’ın acı çeken işçi sınıfının kanını çekmeye başladı. Onlar içki dükkânları ve gece kulüpleri ile yer değiştirdi (Kahire’de, Ocak 1977 ayaklanmalarının hedefleri). Mısır’da eşitsizlik gelişti ve Neoliberal politikalar, İskenderiye’den daha fazla Londra’da yatırım yapan bir yüksek burjuvazi üretti. 2008 yılında, nüfusun yaklaşık yüzde 40’ı, günde 2 doların altında bir gelirle yaşıyordu. Mahkemeler, 2010 yılının Ekim ayında, hükümetin asgari ücreti 70 dolardan 207 dolara yükseltmesine karar verdi. Sedat gibi Mübarek de çeşitlendirilmiş bir ekonomi oluşturma girişimini reddetti. Şimdi Mısır hayatta kalmak için rantiye gelirlerine dayanmakta (Mısırlı işçilerin dış ülkelerden gönderdiği döviz, Süveyş Kanalı geçiş ücretleri, petrol ve gaz ihracatı, turizm gelirleri, özelleştirme gelirleri ve diğerleri). Bu rantiye gelirlerinin önemli bir kısmı İsviçre bankalarındaki Mübarek’in kasasında duruyor. Onun ekonomisi için bir demokrasi yoktu. Burada tiran olan sadece Mübarek değil, IMF, Dünya Bankası, bankalar, tahvil piyasaları ve çok uluslu şirketlerde var.
Mısır genelinde yapılan işçi grevleri, resmi konutların önlerindeki gösteriler, gıda stantları karşısındaki protestolar, güncel isyanın görünen yüzüdür. Mısırlılar Mübarek’in ayrılışının 70’li yıllarda kurulan neoliberal yönetimin sonu anlamına geldiğini açıkça görmekteler. Onlar ücretleri artırmak, ülkenin rantiye gelirlerini daha iyi alanlara yöneltmek, ekonomik faaliyet alanını genişletmek istiyorlar.
Son yirmi yıl boyunca iki tip isyan gördük. İlki, örneğin, Doğu Avrupa isyanları, Sovyet döneminde kurulan devletlerin boğuculuğuna karşı oldular. Sosyalizmin olağan vaatlerine kayıtsız kalan insanlar piyasa ekonomisinin cazibesine sığındılar. Piyasa için yapılan bir ayaklanmaydı. Yirmi yıl sonra Doğu Avrupa’nın hayalleri korkunç bir kâbusa döndü.
İkincisi, bugün Arap dünyası içinde olanlar, fakat aynı zamanda, Filipinler’de Marcos’a ve Endonezya’da Suharto’ya karşı yapılan halk ayaklanmaları, piyasaya karşı isyanlar oldu. Sosyal ücretlerinin artırılması talebiyle halk kitleleri tarafından gerçekleştirilen isyanlardır. Eski otokratlara (Ben Ali, Mübarek, Marcos, Suharto) karşı ayaklanma ile başladılar ama farklı sosyal ve ekonomik bir düzen için taleplerini yükselttiler.
2011’in bu olayları, Arap ülkelerine yeni bir tarih sayfası açmaz, tersine yüz yıllık bitmemiş bir mücadelenin devamıdırlar. Mübarek ve Bin Ali’nin kovulmasının muhteşem zaferini küçümseyerek bazıları umutsuzluğa geri dönüyorlar. Ama bu tür eylemler, insanın güvenini artırır ve başka mücadelelere iter. Eski düzen varlığını sürdürüyor olabilir ama zamanın geldiğini oda biliyor. Gladyatör’de (Gladiator, 2000 yılında yapılan bir tarihi aksiyon film; ç.n.) Germen barbarlar, Romalı bir askerin kafasını koparırlar ve Roma savaş hatları önüne atarlar. Romalı generallerden biri: “İnsan fethedeceği zamanı bilmelidir” der. Bunu barbarlara söylüyordu. Arap dünyasının diktatörleri, bizim barbarlarımız, halkın ilerlemesine karşın hala bazılarının kafalarını kesebilirler. Fakat onlar yenilmiş olduklarını zaten biliyor olmalılar. Bu sadece bir zaman meselesidir: Yüz ya da on yıl.
*Fred Halliday (1946-2010): Devrim teorileri, uluslararası ilişkiler ve Ortadoğu, Soğuk Savaş, İran ve Arap yarımadası, Yemen iç savaşı, Siyasi İslam, T
erör, Oryantalizm gibi konularda uzmanlaşan İrlandalı yazar.
[Rebelion’daki İspanyolcasından Atiye Parılyıldız tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir]