Taşeron şirket eliyle bir işyerinde çalışmanın en büyük sorunu iş güvencesinin olmayışıdır. Devrimci Sağlık İş’in mücadelesiyle bu gerçek artık herkes tarafından biliniyor. İş güvencesini sağlama almanın tek yolu da örgütlülükten geçiyor. Emekçiler bunu da yavaş yavaş öğreniyor. Kamu sağlık kuruluşlarında taşeron eliyle hizmet gördürülmesinin bugüne kadar gördüğümüz örneği şöyleydi. İşçi hastanede taşeron şirketin işçisi olarak […]
Taşeron şirket eliyle bir işyerinde çalışmanın en büyük sorunu iş güvencesinin olmayışıdır. Devrimci Sağlık İş’in mücadelesiyle bu gerçek artık herkes tarafından biliniyor. İş güvencesini sağlama almanın tek yolu da örgütlülükten geçiyor. Emekçiler bunu da yavaş yavaş öğreniyor.
Kamu sağlık kuruluşlarında taşeron eliyle hizmet gördürülmesinin bugüne kadar gördüğümüz örneği şöyleydi. İşçi hastanede taşeron şirketin işçisi olarak çalışmaya başlar ve sonrasında yıllık veya daha az süreli ihalelerle aynı şirket veya başka bir şirket ihaleyi alır ama işçiler bundan etkilenmezdi, hiçbir şey olmamış gibi o işyerinde çalışmaya devam ederdi. Tek sorun işçilerin kıdemle ilgili yıllık izin ve tazminat haklarına ilişkin tartışmalı konuydu. İşçilere yıllardır “siz her ihaleyle yeniden işe alınıyorsunuz bu nedenle kıdeminiz birikmiyor” diye yalanlar söylendi. Ne zaman ki Devrimci Sağlık iş bu işe el attı işçiler o hastanede işe başladıkları günün işe giriş tarihi olduğunu öğrendiler, sadece işçiler değil işverenler de artık kolay kolay böyle palavralarla işçileri kandırmaya tevessül edemiyorlar.
Ancak geçtiğimiz günlerde Adana Numune Hastanesi’nde gerçekleşen olay esas korktuğumuz şeyi başımıza getirdi. Yeni ihaleyi kazanan taşeron firma 105 işçiyi imzalatmak istediği belgeyi imzalamadıkları gerekçesiyle işten attı. Taşerondan çalışan sağlık işçilerinin örgütlenmesinin zorunluluğunu anlatırken hep şunu söyledik: İş güvenceniz hiç yok, eğer yeni gelen taşeron isterse (ben buradaki 300-500 işçiyle çalışmak istemiyorum benim kendi işçim var) dese yasal olarak kimsenin yapacağı bir şey yok. Bu nedenle taşeron uygulaması sürdüğü sürece işçiye huzur yok, mutlaka taşeronu sağlıktan kovmalıyız, diye anlattık. Ancak yaklaşık 20 yıldır süren bu uygulamada işçiler bu anlamıyla bir zarar görmedikleri için herkes “böyle gelmiş böyle gider” havasında çalışmaya devam ediyordu. Adana’daki uygulama bugüne kadar (benim bildiğim kadarıyla) ikinci örnek. Daha önce de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 58 işçi yeni şirketin (kendi işçilerimi getireceğim) gerekçesiyle işten atılmıştı. Ancak o günlerde henüz taşeron sağlık emekçilerinin örgütlenme mücadelesi ülke çapında yankı bulmadığından oradaki arkadaşları direnişe geçmeleri için ikna edememiştik. Hem Ege’nin hem de Adana Numune’nin ortak özelliği işçilerin örgütsüz olmaları.
AKP hükümetinin hastanelerinde yardımcı sağlık hizmetleri, işçilerin köle emeği kullanılarak karşılanmaktadır. Mecliste görüşülen “torba yasa” ve sonrasında devamı gelecek olan “ulusal istihdam stratejisi” paketinde işçilerin sermayenin kucağına elleri ayakları bağlanmış bir kurban olarak teslim edilmesinin yolları hazırlanmış. AKP’li Bakan’ın 16 saatlik çalışma sürelerinden bahsetmesi çok manidardır. Bu ülkede vahşi kapitalizmin en cengaver uygulayıcısı olarak Özal’ı gördükten sonra “bundan beteri olmaz” diye düşünmüştük. Ama dinci Tayyip, Özal’a rahmet okuttu desek yeridir. İslamcı vahşi kapitalizm emek sömürüsünü acımasızca derinleştirerek sistemi ayakta tutmaya çalışıyor.
Dün Ege’li işçiler örgütsüzdü bugün Adana Numune’deki işçiler de öyle. Ama Adana’daki sağlık emekçileri kaderine razı olup evlerine dönmediler, hastane bahçesinde direnişe geçtiler. Çalışmak, evlerine ekmek götürmek istiyorlar. Çünkü artık bütün taşeron sağlık emekçileri ekmeklerine sahip çıkmak için mücadele etmeleri gerektiğini biliyor.