Bu ülkede 70’li yılların televizyon dizilerinden kalan baya mekan ismi var…. Flamingo Yolu, Dallas Büfe ya da Kolombo Kebap gibi. Özellikle de Kolombo neredeyse her mahallede birinin lakabıydı. Hala Anadolu’nun ücra kasabalarında kahvehanelerinde okeye dönen Kolombo Necdetler duruyordur eminim. Komiser Kolombo bir polisiye dizisi olarak klasik dedektif tiplemesinden çok öteydi. Peter Falk salaş, buruşuk pardesüsü, […]
Bu ülkede 70’li yılların televizyon dizilerinden kalan baya mekan ismi var…. Flamingo Yolu, Dallas Büfe ya da Kolombo Kebap gibi. Özellikle de Kolombo neredeyse her mahallede birinin lakabıydı. Hala Anadolu’nun ücra kasabalarında kahvehanelerinde okeye dönen Kolombo Necdetler duruyordur eminim. Komiser Kolombo bir polisiye dizisi olarak klasik dedektif tiplemesinden çok öteydi. Peter Falk salaş, buruşuk pardesüsü, yakışıklı olmayan, ama sevimli bir yüzü, sıradan bakışlarıyla tam bir mahalleliydi. Suçluların peşindeyken bile karısının dırdırlarından, maaşının yetersizliğinden bahseden, ama aynı zamanda aristokrat Holmes kadar da külyutmaz biriydi. Polisiye romanların tarihi 19. yüzyılın cangıla dönen sınıfsal kentleriyle ve gazetelerle yaşıt. Artan suç ve sınıf savaşımlarıyla da paralel bir gelişimi var. İlk polisiye ve cinai romanlar aristokrat ve burjuva salonlarında geçiyor ve doğal olarak “Katil Uşak” çıkıyordu. Bu salonların iki yüzlükleri, dalavereleri, mülkiyet ve para ilişkileri bu romanların kara anlatılarını dokuyordu. Polisiyenin ilk dedektifleri burunlarından kıl aldırmayan aristokratlardı. Onlar ayak takımından polisleri küçümser, cinayeti sadece bir zeka oyunu, ya da bulmaca gibi görürlerdi. Onların pipolarından ve şık redingotlarından yükselen özgüven, Aydınlanmacı bir analitik aklın zaferini de ilan ediyordu. El işi değil akıl işi… Sadece ayrıntılar, düşünülemeyen ipuçları, ya da en küçük nesneden sahibinin karakterini tahlil eden bir zeka vardı Sherlok Holmes’da. O insan değil yürüyen bir zeka küpüydü. En vahşi cinayet bile bir insan dramı değil, çözülmesi gereken lezzetli bir bulmacaydı. Aristokrat Holmes için burjuva Dr. Watson bir yardımcı, onun parlak zekasını gösteren bir bönlüktü sadece. Fakat 70’li yıllara gelindiğinde bu seçkin dedektif tipinde önemli bir değişim gerçekleşti. Bunu Hollywood başarmıştı. Kennedy ve Vietnam sonrası Amerikan Rüyası’ndaki çöküş, devletin kirli işlerinin ortaya dökülmesi, güvensizlik ve kriz dedektifi sıradan ve sevimli bir figüre dönüştürecekti. Hatta bazen kendi kurumuyla bile çatıştıran. O Rus edebiyatından aldığımız deyimle “Küçük İnsan”dı. Sadece zeka değil, el emeğiyle ve zanatkaarlıkla da maluldu. İşte Komiser Kolombo bunun en güzel örneğiydi. O mahalleden biriydi, bizim kadar sıradan ve insan. O dönemlerde Gırgır nasıl mahallenin mizahını yapıp yüzbinler sattıysa, Kolombo’da mahalleli bir polisti, bizim kadar kekeme ve salaş… Ve bugün 1970 küsur doğumlular için hala da efsanedir. Ve tabelalarda yaşamayı sürdürüyor; lakaplarımızda da…
Bunları neden mi yazıyorum, Elbette TV dizisi Behzat Ç. için. O da en az Kolombo kadar insan ve sıradan. Tarık Akan ya da Cüneyt Arkınlı bir komiser değil o. Behzat Ç.Sakarya birahanelerinden, bol dumanlı öğrenci evlerinden, birikmiş bulaşıklardan, Konur Sokak’ın politik muhabbetlerinden, üniversite kantinlerinden, Bahçeli’den, demlenmiş çay ve Ankara pazarlarının güzel sıkıcılığından süzülerek geldi oturdu koltuğumuza… Evet mahalle geri dönüyor, güzel sıradanlık ta; ama her şeyden önemlisi “küçük insan” ve Büyük İnsanlık dönüyor olabilir…. Behzat Ç., bunun sadece küçük bir sinyali belki. Ya da o Ç. Che… Kolombo gibi lakab olacak belki de bilemeyiz.