‘Domuz bağı’ cinayetleriyle hafızalara kazınan Hizbullah, son tahliyelerle yine Türkiye gündemine oturdu. Örgütü en iyi bilenlerden biri olan yazarımız Ruşen Çakır, Hizbullah’ın geçmişinden hareketle geleceğini değerlendiriyor… Hizbullah, son tahliyelerle birlikte Türkiye’nin gündemine yeniden oturdu. Yaşanan şokla birlikte Hizbullah’ın ülkede, özellikle de Güneydoğu’da siyasi, sosyal ve kültürel dengeleri nasıl etkilediği ve etkileyebileceği tartışılır oldu. İşte bu […]
‘Domuz bağı’ cinayetleriyle hafızalara kazınan Hizbullah, son tahliyelerle yine Türkiye gündemine oturdu. Örgütü en iyi bilenlerden biri olan yazarımız Ruşen Çakır, Hizbullah’ın geçmişinden hareketle geleceğini değerlendiriyor…
Hizbullah, son tahliyelerle birlikte Türkiye’nin gündemine yeniden oturdu. Yaşanan şokla birlikte Hizbullah’ın ülkede, özellikle de Güneydoğu’da siyasi, sosyal ve kültürel dengeleri nasıl etkilediği ve etkileyebileceği tartışılır oldu. İşte bu yazı dizisinde Hizbullah’ın yarınını dün ve bugününden hareketle ele alıp tartışmayı hedefliyoruz. Meraklısı için, bu yazı dizisinin ana gövdesini Birikim Dergisi’nin Nisan 2007’de yayınlanan 216. sayısında çıkan “Geçmiş, bugün ve gelecek kıskacında Türkiye Hizbullahı” başlıklı yazımın oluşturduğunu belirteyim. Bu yazı da 2001’de Metis Yayınları’ndan çıkan “Derin Hizbullah: İslamcı Şiddetin Geleceği” adlı kitabımın güncellenmiş bir özetiydi.
PKK’nın bölgede dize getiremediği tek örgüt
Kamuoyunun “mezar evler”le tanıdığı Hizbullah son tahliyelerle yine gündemde. Kurulduğu günden bu yana iniş çıkışlı bir grafik izleyen örgüt siyaset sahnesinde yeniden aktör olmaya hazırlanıyor.
Türkiye’de radikal İslamcılığın en önemli örgütü hiç tartışmasız Hizbullah’tır. 1970’li yılların sonlarında, İran Devrimi’nden etkilenen bir avuç Kürt kökenli gencin başlattığı bu hareket, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından kurumsallaşmaya gitti ve iniş çıkışlarla bugüne kadar geldi. Örgütün daha uzun bir süre Güneydoğu başta olmak üzere Türkiye siyasi sahnesinin önde gelen aktörlerinden biri olacağı açıktır.
Hizbullah denince akla ilk olarak Hüseyin Velioğlu geliyor. 1952 yılında Batman’ın Gerçüş ilçesinde Hüseyin Durmaz olarak doğan Hizbullah lideri 1978 yılında Velioğlu soyadını aldı. Velioğlu’nun hayat hikâyesinde ilgi çekici noktalardan biri, onun da PKK kurucusu Abdullah Öcalan gibi Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) mezunu olması.
Mülkiye’de Millli Türk Talebe Birliği (MTTB) üyesi olan Velioğlu ardından Milli Selamet Partisi (MSP) sempatizanı gençlerin örgütü olan Akıncılarla birlikte hareket etti. Mezun olduktan sonra kaymakamlık sınavında da başarılı olamadığı için Batman’a dönen Velioğlu burada bir grup arkadaşıyla yeni bir İslamcı çevre oluşturdu. Bu genç İslamcılar belli bir güce ulaştıktan sonra da hareketlerinin merkezini Batman’dan Diyarbakır’a taşıdılar.
Uzun bir süre gizli ve ev toplantıları halinde gelişen örgütlenme çalışmaları 1987’de alenileşti. O dönem birçok İslamcı topluluğunun yaptığı gibi Velioğlu ve arkadaşları da bir kitapevi (İlim Kitapevi) etrafında faaliyet gösterdiler ve kısa sürede kitapevinden hareketle “İlimciler” olarak anılmaya başladılar.
Hizbullah (Velioğlu sağken örgüt üyeleri “Hizbullah” adını benimsemeyip kendilerinden daha çok “Cemaat” diye söz ettiler. Ancak “Hizbullahi” sıfatından ve başkalarının kendilerinden “Hizbullah” diye bahsetmesinden pek rahatsız da olmadılar. Velioğlu’nun ölümünden sonraysa kendilerine “Hizbullah” demeye başladılar) 1988-1990 arasında cihad’ın, yani şiddetin altyapısını hazırladı. Bu süreçte Velioğlu’nun stratejisini şöyle özetlediği söylenir: “Bizden başka rejime muhalif hareketin kalmaması gerekiyor. Rejimin tek alternatifi olmak, halkın rejime olan muhalefetini tek alternatifte toplamak için bu şarttır. Tek alternatife dönüştükten sonra hesaplaşma, rejimle bu tek alternatif arasında olacak.” (Örgüt o tarihlerde hiçbir yazılı propaganda ve eğitim malzemesi üretmediği için bunlar doğrudan Velioğlu’nun değil, yakalanan bazı militanların ona atfettikleri sözlerdir.)
PKK ile amansız savaş
Hizbullah’ın genel kamuoyu tarafından duyulması 1991 sonlarında PKK ile çatışmasıyla oldu. Savaşı başlatan PKK’ydı. O ana kadar birçok solcu, Kürtçü ve İslamcı grubu Güneydoğu’dan kovmuş ya da etkisizleştirmiş olan PKK’ya göre Hizbullah, devletin bölgedeki son kozlarından biriydi, yok edilmesi gerekiyordu. Büyük çoğunluk bu savaştan PKK’nın galip çıkacağına kesin gözüyle bakıyordu. Halbuki karşısında, neredeyse kendisini taklit eden, “tağuti” olarak gördüğü rejime karşı “kıyam”a geçmek için diğer tüm muhalif grupları ortadan kaldırmayı ilke edinmiş ciddi bir yapılanma vardı.
Hizbullah, PKK’lı veya destekçisi olduğuna inandığı kişilere, okullarda ve sokak aralarında sopalar ve satırlarla saldırdı; örgüt infazları genellikle sabah erken saatlerde Makarov veya Takarov marka tabancalarla, enseden tek kurşun sıkma suretiyle gerçekleştirildi. Bu dönemde Hizbullah, yalnızca PKK üyesi veya sempatizanlarına değil, bölgedeki diğer sol hareket mensuplarına, gazetecilere, “İslam’a uygun yaşamadığını” düşündüğü veya hırsızlık, zina ve fuhuşla itham ettiği kişilere de saldırdı.
Hizbullah, “Partiye Kâfirin Kürdistan” (Kürdistan Kafirler Partisi) diye adlandırdığı PKK’nın kendisine yönelik her eylemine üç katı ile karşılık vermeyi prensip edinmişti. Çatışma 1993 yılında en yüksek düzeyine ulaştı. 1991-1995 arasındaki çatışmaların bilançosu PKK’nın hesaplarının hiç de tutmadığını gösteriyordu. Resmi bir raporda da belirtildiği gibi PKK’nın kayıpları beklenenin ötesindeydi: “Bu dönemde her iki taraftan 700’e yakın sempatizan ve militan öldürülmüştür. Bu eylemlerin 500 kadarının yasadışı Hizbullah/İlim örgütü, 200 kadarının ise PKK terör örgütü tarafından gerçekleştirildiği değerlendirilmektedir.”
Sonuçta Güneydoğu’daki il ve ilçe merkezlerinde korku ve dehşet hâkim oldu. Diyarbakır, Batman ve Mardin il merkezleriyle bölgenin önde gelen birçok ilçesinin merkezinde sokak hâkimiyeti Hizbullah’ın eline geçti; çok sayıda esnaf, serbest meslek sahibi, öğrenci ve öğretmen bölgeyi terk etti.
Yarın: Hizbullah içi savaşlar