Yumurtadan yana mısınız, yumurtaya karşı mısınız? Bu soruya, “ama” bağlacı kullanmadan vereceğiniz yanıt toplumsal ilişkide/çatışmada ne tarafta olduğunuzu başka hiçbir açıklamaya gerek bırakmadan en açık haliyle ifade etmekte artık. Oysa çok değil daha birkaç hafta önce, “yumurta”nın bu tür “nimet”lerinin olduğunu “kullananların” dışında kimse bilmiyordu. Kuzu’yu hedef alan 21. yumurta eyleminin, bu kadar çok ses […]
Yumurtadan yana mısınız, yumurtaya karşı mısınız?
Bu soruya, “ama” bağlacı kullanmadan vereceğiniz yanıt toplumsal ilişkide/çatışmada ne tarafta olduğunuzu başka hiçbir açıklamaya gerek bırakmadan en açık haliyle ifade etmekte artık.
Oysa çok değil daha birkaç hafta önce, “yumurta”nın bu tür “nimet”lerinin olduğunu “kullananların” dışında kimse bilmiyordu. Kuzu’yu hedef alan 21. yumurta eyleminin, bu kadar çok ses getirmesinin, toplumda Tekel eylemine benzer bir taraflaşma yaratmasının nedeni; medyanın bu seferkine olan yoğun ilgisi ve elbette Tayyipgillerin müthiş katkısıdır. Ancak üniversitenin birikmiş sorunları ve üniversitede de örgütlenmiş bir güç olduğu sürece bu durum eninde sonunda gerçekleşecekti. Üstelik geç bile kalmıştı. Birilerinin “AKP, Wikileaks’i gündemden düşürmek için bunu büyüttü” türünden saçmalıklarını dikkate bile almamak gerek.
Tüm bu süreç içinde Tayyipgillere özel bir yer açmak zorunlu. Birkaç yumurta, Tayyip ve şürekasının (Kuzu, Bağış, Atalay, Beki…) şatafatlı “değişim, dönüşüm, ileri ve katılımcı demokrasi” safsataları ile bezenmiş cilalarını bir an da kazıdı ve arkasındaki gerçek kimliklerini/zihniyetlerini açığa çıkarıverdi. Tayyipgiller iktidarı kaybetme, iktidardan nemalanma olanaklarının kesilmesinden çok korkuyorlar. İkiyüzlülükte sınır tanımıyorlar, Mümtazer Türköne ideal örnek.
Medya böylesi süreçlerde alışkanlık olduğu üzere bir “maymun” yaratıyor. Hatırlanacağı gibi referandum sürecinin “medya maymunu” Doğan Tarkan’dı. Bu sefer ki “maymun” ise Mümtazer Türköne oldu. Ne diyor Türköne; “şiddeti yöntem olarak kabul ediyorsanız, bu patolojidir.” Bu lafı söyleyen bir şahıstan doğal olarak “şiddeti bir yöntem olarak” reddetmesi beklenir değil mi, yoksa şahıs kendini hastalıklı ilan etmiş olur!
Bilindiği gibi Mümtazer’in eşi, Özlem Piltanoğlu Türköne AKP milletvekili. Son dönemde çok tartışılan silah yasasının biçimlendirildiği Meclis Komisyonunun tek kadın üyesi. Ve bu kadın üye sahip olduğu taşıma ruhsatlı 3 adet silahtan birinin kendisine Mümtazer tarafından hediye edildiğini açıkladı. Eski eşinin, şiddet uyguladığı için boşandığı, yeni eşine üçüncü silahını hediye eden bu şahıs diğer Tayyipgiller içinde “vaka”nın önde gideni.
Tayyip’in ve Tayipgillerin yumurtaya karşı bu kadar tahammülsüz olmalarının çok önemli bir nedeni daha var; yaklaşan seçimler, daha doğrusu seçim öncesi propaganda dönemi. Bu dönem boyunca karşılaşacakları yumurta sarıları ve yumurta akları ve yumurta kabukları. Akıllarınca ideolojik, psikolojik, patolojik, kriminolojik önlem alıyorlar. Ama artık çok geç, yumurta küfeden çıktı bir kere. Ve “herkesin” kullanabileceği bir “kendiliğinden protesto aracı” haline geliverdi.
Yumurta yiyenlerden mi olacaksınız, yumurta atanlardan mı?
Bu düzeni açık ya da gizli savunanlardan mı olacaksınız yoksa bu düzeni değiştirmek için kolunuzu hareket ettirecek misiniz?
Bir de yumurta yiyenleri korumayı amaç edinen, yumurta atanların kollarını tutan, toplumsal muhalefeti çarpıtmaya çalışan, sol gösterip sağ vuranlar mevcut. Evet, söz konusu olan Taraf gazetesi adı altında örgütlenmiş bir avuç “besleme”. Ve kendini Marksist solun düşmanlığına adamış Roni Margulies. Bilindiği üzere Roni, önce ÖDP içerisinde tufeyli olarak yaşadı, büyüdü, sonra Taraf’taki köşesinden sola olan düşmanlığını fütursuzca, desteksiz sürdürdü. Özellikle Halkevlerine, Halkevcilere yönelik saldırganlığını içerikten yoksun, sade küfre ve kara propagandaya indirgedi. Ve son olarak da Kuzuvari bir cengaverlikle yumurta yiyeceğini bilmesine rağmen Çanakkale’ye gitti. Bu çokkonaklı tufeyli bu kez anaorganizma olarak İHD’yi seçmişti. Amacı da Tayyip’e ve Tayyip’in üniversite projesine yönelmiş tepkilerin hedefini farklılaştırarak sulandırmaktı. Böylece Tayyip’in gemisinde yaşadığını bir kez daha kanıtlamış oldu.
Bununla yetinmedi doğal olarak Roni. Aynı misyonu bu kez mağdur edebiyatı yaparak, “Düşünce ve ifade özgürlüğüne yapılan şiddeti kınıyoruz” bildirisini örgütleyerek sürdürmekte. Roni’nin köşesinden sürdürdüğü her türlü karalama, iftira, hakaret, küfür “düşünce ve ifade özgürlüğü”ne girecek, yumurtayı yiyince bu da şiddet olacak. (Bir de Roni Margulies’in devrimcilerin protestolarına hedef olmasını Yahudi kimliğine bağlama zorlaması var ki; söyleyen ahlaktan, inanan akıldan yoksun olmalı). Roni’ye denecek bir laf yok artık. Ama o bildiriye imza atan “arkadaşlar”ın kendilerine ve Roni’ye sormaları gereken bir soru var. Neden? Neden Roni’cim bu insanlar sana bu kadar öfkeli? Neden bu insanlar liboş dediklerine karşı Engin Ardıç’a olduğundan bile daha tepkili? Sakın bu soruların cevabı solun tabağından beslenmelerine rağmen o tabağa pislediklerinden olmasın!
Son on beş günün diğer önemli iki gelişmesi ise Demokratik Toplum Kongresi’nin Diyarbakır’da topladığı Demokratik Özerklik Çalıştayı ve CHP’nin yeni Parti Meclisi’ni belirlediği kongresi oldu.
Kürt siyasal hareketi, genel seçim sürecini “ulusal birlik projesi” adını verdiği bir stratejiyle geçireceğini zaten açıklamıştı. Son dönemdeki gelişmeler bu projenin uygulamaya geçtiğinin göstergeleri. Böyle bir proje adından da anlaşılacağı üzere Kürt ulusunun tamamının sahipleneceği hedeflerden oluşmak zorunda. Bunun için de “dil” en uygun ortak hedef. Kürtçenin meşrulaşması ve yasallaşması kampanyası; Apo’ya özgürlük kampanyasından, Kuzey Irak’la birleşme hedefinden ya da yoksulluk karşıtı faaliyetlerden çok daha birleştirici. “Kürtçe hakkı” üzerinden birleşen Kürt halkı, AKP ne kadar çırpınırsa çırpınsın seçimlerde BDP’ye oy verecektir. Bu tercih bir seçim taktiği açısından da başarılıdır.
Kuşkusuz hedefin işaret edilmesi yetmemekte bu hedefin örgütlenmesi de gerekmektedir. Diyarbakır’da yapılan çalıştay bu hedefin genişletilerek örgütlenmesi amacını göstermekte. Her ne kadar medyada asıl öne çıkarılan “özgün bayrak ve semboller” ve “öz savunma gücü” gibi başlıklar olsa da asıl dikkat çekici olan Kürt halkının örgütlenmesine ilişkin yapılan vurgudur; “Köylerden başlamak üzere en tabandan komünler ve şehirlerde meclisler, demokratik özerk sistemin demokratik kurumlarıdır. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm kesimlerin tabanda meclisler oluşturarak politikaya katılımları demokratik sistemin demokratik işleyişi, ahlaki politik toplumun gereğidir.”
“Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engellerin kaldırılarak anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili haline getirilmesi” vurgusuyla sağlanan birleştirici amaç, Demokratik Toplum Kongresi ile meşru hale getirilen Kürtlerin Yasama Meclisi ve köylere kadar inen örgütlendirilmiş bir toplum. Egemenlerin ve AKP’nin panik yapması için yeter de artar bile. Ama bu paniği göstermemeliler çünkü seçim var. Görünürde eli ayağına dolaşan sadece MHP oldu. Diyarbakır’a ilk giden (ilk uyanan) TÜSİAD oldu. (Ülkenin içinde bulunduğu değişim sürecinin farkında olan TÜSİAD zaten bir süredir başkanı Ümit Boner’i siyasi parti lideri gibi çalıştırıyordu). Abdullah Gül yılbaşında Diyarbakır’a gideceğini açıkladı ve alelacele Talabani Türkiye’ye çağrıldı. Bu arada Yüksekova’nın ve Cizre’nin il yapılacağı açıklandı. Hatırlanacağı gibi Özal da benzer amaçla Batman ve Şırnak’ı il yapmıştı. Amaç, Kürt siyasal hareketini kontrol altında tutmak.
Kürt sorununu “ezilen halk sorunu” olarak tanımlayan sosyalistler için Kürt hareketinin örgütlenme te
rcihleri değil ama siyasal tercihleri kaygıyla izleniyor. Bilindiği üzere Kürtlerin uluslaşmasının öncüsü sürdürücüsü Kürt egemen sınıfları değildir, tam tersine bu süreç Kürtlerin ezilen kesimlerinin direnişinin ürünüdür. Durum böyle iken gelinen noktada Kürt egemen sınıflarının sürece üstelik belirleyici olabilecek bir biçimde dahil edilme çabaları bundan sonraki gidişatı etkileyecektir. Bu etkilemenin de Kürt yoksul halkının çıkarına olmayacağı aşikardır.
Kürt sorununda kalıcı, yapısal bir çözüm sürecinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise ancak seçimden sonraki gelişmelere bağlıdır.
Seçim sonrası gelişmelere bağlı bir diğer konu CHP’nin ne olacağı, neye dönüşeceği, kaça bölüneceğidir. Hala umut pazarlanmakta. Son Parti Meclisi oluşturulmasında da görüldüğü üzere artık umut, hisselere bölünüp dağıtılmaya başlanmış durumda. 80 kişilik parti meclisi koalisyon anlaşmalarına uygun olarak oluşturuldu. Üç-beş Baykal’cılara, üç-beş Sav’cılara verildi. DYP Ankara il başkanlığı yapmış Bülent Kuşoğlu, Kamil Koç’un sahibesi Sena Kaleli, Diyanetten Muhammet Çakmak, DSP’den Emrehan Halıcı, Diyarbakır Barosu eski başkanı Sezgin Tanrıkulu, birkaç tane de orta halli solcu ile vitrin tamamlandı.
Bu fotoğrafı tamamlayan açıklama ise yine Gürsel Tekin’den geldi; “8 siyasi parti CHP çatısı altına girecek”. Ve ekledi Tekin “bu seçim ittifakı değil, CHP çatısı altında birleşmektir”. Sormazlar mı adama, hangi siyasi amaçta, hangi siyasi stratejide/taktikte birleşiyor bu insanlar ve partiler? Bunlar, iktidara giden yolun “AKP’yi sevmeyenler dermeği” teşkilatlamaktan geçtiğini sanıyor. Kalıcı ve dönüştürücü siyasal güç oluşturmak, siyaset üretmekten geçer yoksa sözde siyasetçileri bir araya toplayıp denge gözetmekten değil.
Gözlerini AKP’ye dikmişler ama AKP’den öğrenmiyorlar sadece taklit ediyorlar. Nasıl ki AKP tüzüğünü birebir kopyaladılar şimdi de AKP’nin bir koalisyon olduğunu (MHP’lisi, DYP’lisi, BBP’lisi, tarikatçısı, eski solcusu…) keşfetmişler onu kopyalamaya çalışıyorlar. Kopyacı Tekin, Halkevlerinden kopyaladığı Cumhuriyet Halkevleri yutturmacısı gibi yeni atraksiyonlar peşinde. Ancak bu tür CHP’liler bilmeli ki sosyal-demokrasinin tabanı da, ideoloji de gericiliğinki ile aynı şey değil, Kemal Kılıçdaroğlu Tayyip Erdoğan değil, CHP örgütü AKP örgütü değil. Aşık atmaları gereken yer orası değil. Kılavuzu karga olan misali…
Seçim sürecine girilmiş olan bu dönemde siyaset yapma konusunda gerçekleşen iki olay önemli dersler içeriyor. Kuşkusuz bunlardan en önemli olanı Kürt siyasi hareketindeki gelişmeler (DTK), daha küçük ölçekte olanı ise üniversitedeki gelişmeler. Her ikisi de siyasetin parlamento ile sınırlı olmadığını ve siyasal aracın da sadece yasal parti olmadığını tekrar tekrar kanıtlar nitelikte. Ve üstelik bu “denenmemiş yolun” açtığı yeni kanallarla, keşfettiği yeni araçlarla ne ölçüde zengin, ezber bozucu ve sonuç alıcı olduğu her geçen gün kendisini gösteriyor. Her koşulda;
Kolektif bir amaç, kolektif bir araç bulunabilir pekâlâ!