İnandığı davası ve davasının peşinden gidecek yüreği olanlar bilmeliler ki gün değişim ve dönüşüm günüdür. Bu sadece egemenler cephesi için değil, toplumu ve iktidarı değiştirecek cephe için de böyledir. Ve tarih ve gelecek, üzerine düşen görevi yapmayanları da yapanları da yazacaktır. “Keşke beğenilmeyen hususlar gelişigüzel yerlerde, gelişigüzel mekanlarda başkalarını tedirgin edecek, başkalarının özgürlüklerini sıkıntıya sokacak, […]
İnandığı davası ve davasının peşinden gidecek yüreği olanlar bilmeliler ki gün değişim ve dönüşüm günüdür. Bu sadece egemenler cephesi için değil, toplumu ve iktidarı değiştirecek cephe için de böyledir. Ve tarih ve gelecek, üzerine düşen görevi yapmayanları da yapanları da yazacaktır.
“Keşke beğenilmeyen hususlar gelişigüzel yerlerde, gelişigüzel mekanlarda başkalarını tedirgin edecek, başkalarının özgürlüklerini sıkıntıya sokacak, başkalarının huzurunu kaçıracak mekanlarda yapılmasa.”
“Zaman zaman maalesef fiili durumlar olunca sizin sorularınıza da muhatap oluyoruz.”
“Meseleye bu şekilde bakmakta da fayda var.”
Bu üç cümle Tayyip’in başkanı olduğu hükümetin sözcüsü Cemil Çiçek’in, Tayyip’in de katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısından sonra, “Cumartesi günü İstanbul’da gösteri yapan gençlere yapılan müdahale çok tartışılıyor. Müdahalenin dozu tartışılıyor, hatta yapılan yorumlarda da ‘bu demokrasi anlayışıyla uyuşuyor mu?’ deniliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt.
Söz konusu olan Tayyip ve onun demokrasi anlayışı olduğunda uyuşmak ne kelime cuk oturuyor!
Aslında Cemil Çiçek, “Tayyiplik demokrasi”nin ilk üç şartını açıklamakta:
1-Tayyip’i tedirgin etmeyecek, Tayyip’i sıkıntıya sokmayacak, Tayyip’in huzurunu kaçıracak mekanlara yaklaşmayacaksınız. (100 km uzakta da olsanız, Dolmabahçe’deki evine gelmeye kalkarsanız copu kafanıza yersiniz.)
2- Tayyip’i ve şürekasını, copu kafanıza yediğinizde (fiili durum) sorularınızla muhatap hale getirmeyeceksiniz.
3- Meseleye, Tayyip’in ve şürekasının baktığı gibi bakacaksınız.
“Tayyiplik demokrasi”nin sadece 3 şartı olduğunu sanmak saflık olur elbette. Çok şartı var çoook. Bir tanesini de kendi açıklıyor; “Sizi böyle bir toplantıya davet mi ettik de geliyorsunuz?” Yani Tayyip gel deyince gelecek, konuş deyince konuşacaksınız. (O toplantılara çağırıp yanında oturttuğu kızı gibi.)
Cumartesi günküne benzer bir olay 5 Kasım’da Tayyip’in Boğaziçi Üniversitesi’ne gidişinde de yaşanmıştı. Hatta Boğaziçi Üniversitesi’nden 211 akademisyen yayınladıkları bildiride “Boğaziçi kampüsü… resmi ve sivil emniyet güçleri tarafından adeta teslim alındı. Üniversitenin sokak ve meydanları öğrencilere ve öğretim üyelerine yasaklandı… Öğrenciler tartaklandı, ablukaya alındı, üzerlerine biber gazı sıkıldı” diyerek seslerini duyurmaya çalışmışlardı.
Tekel işçilerinin mücadelesi nasıl ki Tayyip’in ve AKP’nin (aynı zamanda varlığını işçilere borçlu olan sarı sendikacıların) ne halt olduğunu gösterdiyse, Öğrenci Kolektifleri de yine Tayyip’in ve AKP’nin (aynı zamanda varlığını öğrencilere borçlu olan sarı rektörlerin) ne halt olduğunu bir kez daha göstermiştir. Unutmamak gerek ki benzer bir ifşaatı Halkevleri de Kadir Topbaş için icra etmektedir. Toplumsal sorunların, meşru bir önderlik ve meşru bir eylem tarzıyla “ifade edildiği” her durumda siyasal iktidar çuvallamakta, gayri meşru hale gelmektedir.
Çuvallayanların ve gayri meşru hale gelenlerin biri de Burhanettin Kuzu oldu. “Kolektif yumurta şenliği”ne katılma “cesareti” gösteren Kuzu, nasibini aldı. Anayasa hukuku profesörü Kuzu, bunun üzerine rektörü ve dekanı istifaya çağırdı. İşte “Tayyiplik demokrasi” anlayışı özümsemiş bir AKP’liden beklenen budur. Üniversite rektörünün ve dekanının asıl görevi AKP’lileri korumaktır. Bunu yapmıyorsa orada oturamaz.
Tüm bu kepazeliğin gözden kaçırılmaması gereken başka boyutları da var elbette. Söz konusu olan, kahvaltılara katılan 153 rektörün (geçen hafta 79, bu hafta 74) onursuz duruşları değil sadece. Asıl görülmesi gereken Tayyip’in bu rektörlerle ne yapmaya çalıştığı? Ve onları neden şimdi topladığıdır?
Neden şimdi ile başlayalım. Bilindiği gibi AKP iktidarı en önemli atamasını cumhurbaşkanlığı makamına yapmıştı ve o makama sahip olmasıyla, kendisinin en çok şikayet ettiği yargı ve üniversite alanına “uygun” atama yapabilme “hakkını” kazandı. Hazırlayıcısı Gül, uygulayıcısı Tayyip olarak. Artık bu sürecin kıvama geldiği kararı verilmiş olmalı ki tetikçilerden Yusuf Ziya Özcan’a yeni bir YÖK hazırlama görevi verildi.
Ne yapmaya çalıştığını da Tayyip söylüyor zaten; “YÖK yasası konusunda kolları sıvadık… YÖK’ü düzenleme yapan, politika üreten bir kurum haline dönüştüreceğiz. Yani bir reform sürecini başlatacağız. Bazıları bana bir atıfta bulunuyor. YÖK’ü kaldıracağız diye. Yalan söylüyorlar. Benim bugüne kadar YÖK’ün kaldırılmasına yönelik hiçbir açıklamam olmamıştır.”
Gerek toplantılarda konuşulanlardan gerekse de daha önce AKP’lilerin icraat ve ifadelerinden anlaşılmaktadır ki üniversitelere ilişkin “reform” üç ambalaj içinde yapılacaktır; Mali, idari, akademik özerklik.
Bilindiği üzere mali (ekonomik) özerkliğin gerçek karşılığı, kamu (devlet) gelirleri içinden üniversiteye ayrılan payın nasıl harcanacağına üniversitenin karar vermesidir. Oysa AKP’nin mali özerklikten anladığı üniversitelerin kendi parasını kendisinin kazanmasıdır. Bu amaçla, özel üniversitelerin ödediği KDV’nin sıfırlanması ve özel üniversite müşterilerine (öğrencilere) devlet bankalarından uzun süreli kredi verilmesi (bu krediler doğrudan özel üniversitelerin kasasına gidecek) Dolmabahçe toplantılarının ana gündemi olmuştur. Ayrıca devlet üniversitelerinin rektörlerinden de işletmelerini çok para kazanacak hale getirmeleri istenmektedir. AKP’nin idari özerklik kandırmacası da piyasanın ve gerici ideolojinin gerekli gördüğü uygulamaların parça parça devreye sokulmasıdır. Türban örneğinde yaşandığı gibi üniversite idarelerinin farklı kararları (şimdilik) alabileceği alıştırması yapılmaktadır. Akademik özerklikten anlaşılan ise para etmeyen ve iktidarı rahatsız eden toplum bilimler geri plana itilerek İslam dinine ilişkin derin araştırmaların yapılması, Osmanlı tarihinin Davutoğlu’nun vizyonuna uygun olarak yeniden yazılması, üniversitelerin kendilerini şirketlere para kazandıracak projeler üretmeye adaması ve patronların ihtiyaç duyduğu bilgiye rahatça ulaşabilmesidir.
AKP’nin bu çarpık üniversite anlayışına, kendisi gibi çarpık rektörler aracılığıyla müdahale icraatlarına karşı durması gerekenler sadece üniversitede örgütlenen ilerici öğrenciler olamaz. Bırakın sosyalist olmayı, bilim üretimini yüce bir değer olarak gören tüm akademisyenler, aydınlar (üniversite içi ve dışındaki) AKP’yi üniversiteye sokmamakla yükümlüdür. Üniversitenin ilerici öğrencileri, mücadelelerini yaygınlaştırmak ve merkezileştirmek için çaba gösterirken üniversitenin ilerici öğretim üyeleri de çabalarını imza sirkülerinin ve sanal âlemin dışına taşırmak zorundalar.
AKP’nin saldırısı ve çarpıklığı üniversite ile sınırlı değil elbette. Bu saldırı ve çarpıklığın nadide örnekleri gün geçmiyor ki eğitim alanında yaşanmasın. Son örnek incilerini döke döke bitiremeyen Milli Eğitim Bakanı Çubukçu’dan yine. Eğitimcileri veznadar, işletmeci yaptıkları yetmiyormuş gibi şimdi de muhbir yapmanın icraatına girişmiş durumda. Bununla da yetinmiyor Çubukçu, Türk diline yeni değişiklikler öneriyor; adı muhbir değilmiş, “koordinasyon sağlayan idareci” imiş. AKP’nin eğitim sahasındaki atakları bitmek bilmeyecek, ta ki “birileri” o sahaya girene kadar….
AKP iktidarında saldırı ve çarpıklık biter mi? Bir başkası, “Torba yasa” olarak bilinen ve devlete borcu olan milyonlarca kişiye borç
ödeme kolaylığı sağlayacak tasarı diye pazarlanmaya çalışılan süreçte yaşanıyor. Hatırlanacağı gibi “vergi, sigorta affı” gibi ‘şirin görünen’ söylemlerle duyurulan tasarı, AKP’nin ve sermayenin acil ihtiyacı olan maddelerle doldurulmuş ve 113 maddelik bir pakete dönüştürülmüştü. Bu “saldırı torbası”nın içinde yok yok. Birkaçını sıralayalım; “mahkemelerin özelleştirme davalarında verdiği yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının uygulanmaması hüküm altına alınıyor”, “işçilerin ücretleri, işsizlik fonundan karşılanıyor”, “esneklik uygulamaları iş kanununa yeni çalışma biçimleri ile giriyor, esneklik yani kuralsızlık bir kural haline getiriliyor”, “işverenler özürlü istihdam etme yükümlülüklerinden kurtuluyor”, “ihtiyaç fazlası işçilerin, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına atanmasının yolu açılarak sürgün ve taşeronlaştırma kolaylaştırılıyor”, “kısa süreli ya da çağrı üzerine çalıştırma yaygınlaştırılarak özellikle gençler ve kadınlar asgari ücretin bile altında çalışmak zorunda bırakılıyor” vb… Bu arada Sağlık Bakanlığı’nın da Tam Gün Yasası’yla ilgili düzenlemeleri Torba Yasa’ya sokmaya çalıştığı biliniyor.
Bu saldırı furyası, çarpıklıklarla da at başı ilerliyor. 7 Aralık’ta hükümetin yaptığı açıklamaya göre 113 maddelik Torba Yasa ikiye bölünmüş. Buna göre vergi ve prim borçları daha önce genel kurula gönderilecekmiş. Sakın ola kimse AKP’nin işi yavaşlattığını ya da vazgeçtiğini sanmasın. AKP’nin kendisini adadığı icraatlar bunlar. Amacı ise sorgulamaya gerek duyulmayacak kadar açık; vergi ve sigorta affıyla seçim öncesi oy avcılığı yapmak, topladığı parayı bütçe gelirlerinde göstermeyerek seçim harcamalarını karşılamak ve asıl sırtını dayadığı sömürü düzeninin geleceğini garanti altına alacak kalıcı/yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek.
AKP işi yavaşlatmayacak, vazgeçmeyecek ve kendisini adadığı “davasını” sürdürecek, pekiyi, ilerici emek ve meslek örgütleri, onların temsilcileri, “lider”leri ne yapacak, ne yapmakta? Söz konusu edilen asıl olarak DİSK’tir, KESK’tir ve TMMOB’dir. Kendisini “adadığı” davasını CHP’ye mi eklemleyecek, kendisini “adadığı” davasını karizmasını aklamak için mi kullanacak, kendisini “adadığı” davasını pasifizmin bataklığına mı gömecek?
İnandığı davası ve davasının peşinden gidecek yüreği olanlar bilmeliler ki gün değişim ve dönüşüm günüdür. Bu sadece egemenler cephesi için değil, toplumu ve iktidarı değiştirecek cephe için de böyledir. Ve tarih ve gelecek, üzerine düşen görevi yapmayanları da yapanları da yazacaktır.