AKP, Türkiye halklarının geleceğini emperyalistlerin güvenliği uğruna feda ettiği Lizbon’da Abdullah Gül’ün deyimleriyle “NATO’nun imajını kurtardı”. İçerde ise kendi imajını kurtarmaya çalışıyor. Karnesinin sıfır olduğu eğitim alanında FATİH projesini başlatıyor. İstanbul’da zamlarla birlikte giderek daha büyük bir hoşnutsuzluk odağı haline gelen ulaşımda ise, ‘Toplu Taşıma Haftası’ düzenliyor. Bu imaj kurtarma operasyonlarına izin verilmeyeceği gerçeğini ihmal […]
AKP, Türkiye halklarının geleceğini emperyalistlerin güvenliği uğruna feda ettiği Lizbon’da Abdullah Gül’ün deyimleriyle “NATO’nun imajını kurtardı”. İçerde ise kendi imajını kurtarmaya çalışıyor. Karnesinin sıfır olduğu eğitim alanında FATİH projesini başlatıyor. İstanbul’da zamlarla birlikte giderek daha büyük bir hoşnutsuzluk odağı haline gelen ulaşımda ise, ‘Toplu Taşıma Haftası’ düzenliyor. Bu imaj kurtarma operasyonlarına izin verilmeyeceği gerçeğini ihmal ediyor…
NATO’nun “Füze Kalkanı” projesi olmasa dokuz günlük bayram tatilinin neredeyse tek gündemi “Müslümanların anguslarla imtihanı” olacaktı. 19 Kasım’da Lizbon’da toplanan NATO zirvesi bile ancak AKP’nin zorlamasıyla medyadan gerekli ilgiyi görebildi. Toplantı öncesinde Gül’ün, sonrasında ise Erdoğan’ın özel uğraşları takdire şayandı. Bunu iş edinmekte haklılar çünkü bu konu normal şartlarda AKP’yi çok ama çok zor durumda bırakabilirdi. Ancak özellikle medyanın maniple edilmesi “ihanet”i sözde “başarı”ya çevirdi.
NATO’nun 1999 yılında açıkladığı son Stratejik Konsept’in güncelliğini yitirmesi, yeni tehditler ve yürütülen operasyonlara cevap verememesi İttifak’ın yeni bir Stratejik Konsept arayışına girmesine yol açmıştı. NATO’nun son toplantıda aldığı kararlar, özellikle “füze kalkanı” projesi bu ihtiyacın ürünüdür.
Füze kalkanı projesinin siyasal sonuçlarını değerlendirmeden önce tarihi ve teknik bilgilerin yenilenmesine ihtiyaç var. Hatırlanacağı gibi bu proje ilk olarak Bush döneminde oluşturulmuş ve hayata geçirilmeye çalışılmıştı. O zaman ABD için “düşman” Rusya idi. Ve füze kalkanı Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurulacak ve Rus tehdidine karşı Avrupa’yı koruyacaktı.
Bu dönem aynı zamanda ABD’nin Rusya’yı çevreleyen ülkelerde (Ukrayna ve Gürcistan gibi) çeşitli renk isimleri verdiği sözde “devrim”leri tezgahladığı dönemdir. Ve yine hatırlamakta yarar var Türkiye’ye bu proje içinde biçilen hiçbir rol yoktu. Bu proje gerek Rusya’nın karşı taktikleri ile gerekse Obama’nın beraberinde getirdiği yeni değişimle birlikte iflas etti. Obama’nın projesi de temelde bir öncekinden farklı değil. Amaç aynı, sadece hedef ve hedefe bağlı olarak kapsadığı alan farklı.
Söz konusu olan emperyalizm ve işbirlikçileri ise Türkiye halklarının güvenliği ve geleceği teferruattır!
Projeye ait teknik bilgiler ise Türk medyasında neredeyse hiç tartışılmıyor. Füze kalkanı projesinde asıl amaç NATO üyesi ülkeleri (aslında Avrupa Birliği ülkelerini ve İsrail’i) olası bir balistik füze saldırısına yani kimyasal ve nükleer saldırıya karşı korumak. Proje iki bölümden oluşuyor; saldırı füzelerini belirleyen radar sisteminden ve bu füzeleri imha edecek karşı füzelerin ateşlenmesinden. Türkiye’ye kurulacak olan bu bölümlerden sadece ilki, yani radar sistemleri, üstelik bu sistemin sadece bir bölümü kurulacak. Karşı füzelerin ateşlenmesinin ise Akdeniz’de konuşlandırılacak olan gemilerden ve Romanya/Bulgaristan’dan yapılması planlanıyor. Bu sistem kullanıldığında yani amaç hasıl olduğunda ne olacak? İran’dan ya da Erdoğan’ın saldırı beklediği Mars’tan (İran’a karşı kurulmuyormuş ya) bir füze atıldığında Türkiye’deki radarlar bunu tespit edecek ve Akdeniz’de NATO Başkomutanı’nın emrindeki bir gemiden atılacak karşı füze de bu düşman füzesini vuracak. Peki, vurulan füze nerede patlayacak? Türkiye toprakları üzerinde. Peki, taşıdığı kimyasal ya da nükleer bombaya ne olacak? (Bu soruya Gül ya da Erdoğan yanıt verebilir mi?)
Ek bilgi: Ateşlenen düşman füzeleri (üzerlerinde nereye gittiği yazmadığı için) İsrail’e gidiyor olsa da düşürülecek. O da Filistin/Lübnan üzerinde. Erdoğan, “bu sistem sadece NATO üyesi ülkeleri koruyacak” yalanını söyleyedursun.
Birkaç bilgiye daha ihtiyaç var. Bu sistem beş yıl içinde 100 milyar dolara mal olacak. Ayrıca İran korkusu nedeniyle Körfez ülkelerinin silahlanma için harcadığı 123 milyar dolar da bir kenara not edilmeli.
Sonuçları sıralamadan önce Erdoğan’ın yalanlarını da not etmek gerek. Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan sıkça yalana başvurur ancak bu konuda söylediği her şey yalan. Hedef İran değilmiş; Lizbon sürecinde Rusya’nın tehditler arasından çıkarılıp bu sorun bağlamında müttefik ülke konumuna gelmesiyle birlikte İran’dan başka hangi ülkeyi sayabilir? Komuta kademesinde Türkiye de olacakmış; NATO Başkomutanı ABD’li Oramiral James Stavridis’dir yani Pentagon’dur, bu durumun değişmesi için NATO’nun örgüt yapısı değişmek zorundadır. Türkiye zirveye damgasını vurmuş; kediye kedi dedirtmeyerek. Yalanla bile olsa yanıtlayamadığı bir soru var ki o da bu işten Türkiye halklarının ne gibi bir çıkarı olacağı?
Bu sürecin sonucunda; Rusya, Avrupa için bir tehdit unsuru olarak anılmaktan çıkarılmış hatta bu sorun bağlamında müttefik ülke konumuna doğru ilerlemiştir; silah ve sözde savunma sanayiine çok daha büyük bir pazar alanı açılmıştır ki bu gelişme tüm dünya ülkelerini içine alacak yeni bir silahlanma/savunma dönemini açacaktır; İsrail kendisi için yeni bir korunma biçimine daha sahip olmuştur ve ABD, Avrupa ülkeleri üzerinde kurduğu hegemonyayı askeri şemsiyesi altında çok daha fazla sağlamlaştırmıştır. Ve Erdoğan başkanlığındaki AKP hükümeti emperyalist işbirlikçiliğine çok daha kalıcı bir aşama eklemiştir. Türkiye, soğuk savaş dönemindeki, ABD ve Avrupa’yı korumak için kendi halklarını feda etme misyonuna geri dönmüştür: Söz konusu olan emperyalizm ve işbirlikçileri ise Türkiye halkların güvenliği ve geleceği teferruattır!
Bu uzun tatil sürecini boş geçirmeyen bir başka aktör de Kılıçdaroğlu oldu. Paris’te düzenlenen Sosyalist Enternasyonel Konsey Toplantısı’na ilk kez katıldı, “Türkiye ve Global ekonomi” konulu bir konuşma yaptı. Talabani’nin yanısıra başta İtalya, İsveç ve Avusturya olmak üzere pek çok Avrupalı sosyal demokrat lider ile ikili görüşmelerde bulundu. Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etti. Aynı toplantıda bulunan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile görüşmedi. Kılıçdaroğlu, Paris’ten döner dönmez ayağının tozuyla Diyarbakır’a gitti. Sokakları gezdi, taksi durağı ziyareti yaptı, gençlerle tavla oynadı. Ve “Diyarbakır’ı bölgenin Paris’i yapacakları” sözünü verdi. Burada da hiçbir BDP’li ile görüşmedi!
CHP’nin Kürt siyaseti: Olanaklar ve olanaksızlıklar
Aynı dönem içinde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Kürt hareketi eğer CHP dahil olmak üzere, bütün demokratik güçlerle demokratik ilkeler çerçevesinde bir blok oluşturabilirse bizce bu AKP’nin hegemonik, ideolojik yayılmacılığını durdurabilir… Eğer CHP bu konuda dürüst ve ciddi yaklaşırsa, tabiî ki seçim ittifakı da dahil her şey konuşulabilir” deyiverdi. Bu “yersiz” öneri doğal olarak hazırlıksız CHP’de ufak çaplı bir dalgalanmaya yol açtı. Deniz Baykal bile ufak çaplı bir panik yaşadı.
Bu önerinin CHP’de karşılık bulması bu koşullarda elbette ki hayal. Demirtaş’ın önerisi Kürtlere CHP’nin sınırlarını göstermesi açısından önemli. Ancak CHP açısından durum daha kritik; Kürtlere yönelik izleyeceği siyasetindeki olanakları ve olanaksızlıkları, tarihsel deneyimleri hatırlatarak bir kez daha ortaya serdi. Hatırlanacağı gibi bu iki kesim arasında ilk seçim ittifakı 1991 yılında gerçekleşmişti. CHP, SHP idi. BDP de HEP. SHP o sayede Süleyman Demirel’in DYP’si ile birlikte koalisyon ortağı olarak iktidara taşındı. 1977 seçimlerinden tam 14 yıl sonra CHP’ye hükü
met ortağı olmak şansı, büyük ölçüde o ittifak sayesinde gerçekleşti. Olanak budur. Olanaksızlığın verisini de yine tarihte bulabiliriz; 1991’den iki yıl önce yani 1989’da SHP’li 7 Kürt milletvekili Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği ‘Kürt Konferansı’na katıldıkları için SHP’den ihraç edilmişlerdi ve ihraç kararının mimarı partinin genel sekreteri Deniz Baykal’dı.
CHP’deki sıkıntıların bitmeyeceği ancak seçimlere kadar “idare edileceği” görülüyor. Oysa CHP’ye “yakışan” daha doğrusu Deniz Baykal’ın temsil ettiği çizgiye yakışan tavır, bu “gidişata” izin vermeyip hemen harekete geçerek parti iktidarını ele geçirmek, bu olmuyorsa ayrı bir parti oluşturmaktır. Şimdilik, seçime kadar bu olmayacak, seçimden sonra her şey olabilir! Seçime kadar CHP’de iki kritik eşik var; ilki kurultay ve kurultayda kimlerin seçileceği, ikincisi ise milletvekili adaylarının kimler olacağı. Bu arada Gürsel Tekin show devam ediyor; canlı yayında parti meclisi üyesine müdahale etmesi bir yana şimdi de “parti saflarına merkez sağdan çok arkadaşını katacağı” müjdesi veriyor. Kavgaya niyetleri yok ama kavga edecek o kadar çok nedenleri var ki.
AKP kanadında ise çok parçalı plan işlemeye devam ediyor. Bu dönem, Kürt sorununa müdahale yöntemleri, Öcalan’ın avukatları ile yaptığı görüşmenin Baydemir ile alakalı olan kısmını İçişleri Bakanlığı aracılığıyla medyaya servis etmek oldu. Medya da “mal bulmuş mağribi” misali konuyu gündeme taşıdı. Aslında olay bir PKK klasiği.
Silahlı mücadele; politikanın, silahın bir araç olarak kullanılarak yapılmasıdır. Silah da doğası gereği (sonucun kesin alınıyor olmasından kaynaklı) her türlü politik araçtan (kitle gösterisi, hukuk mücadelesi, propaganda faaliyeti vb.) ayrı ve üstün bir özelliğe sahiptir. Ne yazık ki dünyada silahı herhangi başka bir araçla eş değerde kullanan bir siyasal hareket olmadı (istisnalar tartışılabilir). Üstelik silahın bu özelliği “kır/köylü hareketlerinde” çok daha baskındır. PKK’de daha da baskındır. Bunun nedenlerinden en önemlisi; PKK, silahlı mücadeleyi sonradan seçmiş değil, başından itibaren bu araçla örgütlenmiştir ve aynı ekip tarafından da önderliği sürdürülmektedir.
Baydemir’in, Kürt hareketi tarafından ikinci kez il belediye başkanlığına aday gösterilen tek örnek olma özelliğine rağmen bu sözleri (“Silahlar miadını doldurdu”), referandum sürecindeki Kürt burjuvazisinin ayrı telden çalma girişiminin bir devamı olarak değerlendirilemez. Kürt hareketinin kendi içinde halledeceği bir konu AKP girişimiyle Baydemir’in çizilmesine neden oldu. Baydemir’i etkisizleştiren Öcalan değil, AKP’dir.
Diğer taraftan ordu, AKP’nin temel uğraş alanı olmaya devam ediyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Balyoz davası sanığı ve çok sayıda fişleme dosyasında imzası bulunduğu iddia edilen Tümgeneral Halil Helvacıoğlu’nu açığa aldı. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün de Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu’nu açığa aldığı açıklandı. AKP iktidarda kaldığı sürece ABD’nin de desteğiyle orduya uygun bir şekil verene dek bu icraat çeşitli araçları kullanarak hatta yenilerini “keşfederek” devam edecek. Bu arada içinde “irtica tehdidi” geçmeyen yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin de kabul edildiğini eklemek gerek.
Tarih unutmayacak
AKP’nin ikiyüzlülüğüne ise her dönemde bolca örnek bulmak mümkün. 19 Aralık 2000’de cezaevlerine yönelik yapılan sözde “Hayata Dönüş” gerçekte katliam operasyonunun ancak 10 yıl sonra ilk duruşması yapılabildi. 28 tutuksuz sanık (hepsi er) var. Avukatların tutuklama talepleri reddedildi. Bu davada asıl yargılanması gerekenlerin ise dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun ve dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan olduğunu AKP adaleti unutsa da tarih unutmayacak.
Tüm bunların yanında AKP’nin seçim yatırımları ise planlandığı şekilde yürüyor. En önemli yatırım; Ali Babacan’ın açıkladığı, Cumhuriyet tarihinin en büyük vergi affı. 300 kalemdeki af uygulaması 1 milyondan fazla kişiyi doğrudan etkiliyor. Bu “yatırım”ın gözlerden “kaçırılan” bir başka özelliği de mevcut; bu afla elde edilmesi düşünülen yaklaşık 70 milyar liralık kaynak hükümetin meclise sunduğu 2011 bütçe gelirleri içinde değil. Yani AKP’ye seçim döneminde kullanılmak üzere “kıyak” bir kaynak yaratılmış durumda.
AKP ‘eğitim’e eğiliyor
Bir başka seçim yatırımının, AKP’nin karnesinin sıfır olduğu eğitim alanına yapılacağı anlaşıldı. Bizzat Erdoğan’ın sahiplendiği Fırsatları Arttırma, Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi ile 42 bin okuldaki 570 bin dersliğe dizüstü bilgisayar, projeksiyon cihazı, internet ve çok amaçlı yazıcı ve akıllı tahta sağlanacak. 2 milyar lira harcanacak (AKP’li ihalecilere duyurulur).
Eğitim alanının bunca sorunu varken (neredeyse 40 kaleme ulaşan para toplama yöntemi, güvencesiz-sözleşmeli çalıştırılan, hiçbir bilimsel gelişme olanağı sağlanmayan öğretmenler, yap-boz eğitim modelleri, beslenme, ulaşım, sosyal-kültürel faaliyetlerden yoksunluk vs.) göstermelik bir görsel araçla Erdoğan sadece poz vermiş oldu. Bu fotoğrafı seçim dönemi afişlerde bolca göreceğiz.
Hala öğrenemediler
Bu arada Erdoğan yetiştirmesi Kadir Topbaş da atağa geçmiş durumda. Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı’nın yeni başkanı seçildi. İstanbul sokaklarında kaybettiğini Birleşmiş Milletler’de arayan Topbaş, yaptığı ulaşım zammının ardından aralık ayının ilk haftasında ‘Toplu Taşıma Haftası’ düzenleyeceğini duyurdu. Bunlar kaybettiği prestijini yeniden kazanma debelenmeleri. Ve aynı zamanda seçimlerde İstanbul’un ne kadar kritik olduğunu bilen AKP kurmaylarının tezgahlarıdır. Onların hala öğrenemediği şey ise İstanbul’un “AKP’nin lale bahçesi” olmasına izin verilmeyeceğidir.