İran ile yakın ilişki içinde olan Türkiye’nin bu tutumu aslında bölgesel dış politikasının ne kadar zayıf ve ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Ortadoğu’da kendine özgü bir politika izlediğini iddia eden AKP’nin dış politikasının hiçbir şekilde küresel güçlerin planlarının dışında olmayacağı ortaya çıktı. Yeni askeri stratejik konseptini belirleyen ve bir bakıma 21. yüzyılda nükleer stratejik yönelimlerini ortaya koyan […]
İran ile yakın ilişki içinde olan Türkiye’nin bu tutumu aslında bölgesel dış politikasının ne kadar zayıf ve ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Ortadoğu’da kendine özgü bir politika izlediğini iddia eden AKP’nin dış politikasının hiçbir şekilde küresel güçlerin planlarının dışında olmayacağı ortaya çıktı.
Yeni askeri stratejik konseptini belirleyen ve bir bakıma 21. yüzyılda nükleer stratejik yönelimlerini ortaya koyan NATO zirvesinin merkezinde Türkiye bulunuyordu. NATO’nun şekillendirilmesinde Türkiye’nin merkez ülkelerden biri olarak seçilmesi de hiç şühpesiz ki, emperyalist kapitalist sistemin Ortadoğu ve Asya politikalarıyla doğrudan bağlantılıdır.
Lizbon’da alınan kararlar, küresel sistemin askeri gücü olan NATO’nun askeri konumlanışını ve ana hedeflerini çok belirgin olarak ortaya çıkardığı gibi küresel kapitalizmin ekonomik-politik yönemlerinin hangi yönde gelişeceğine dair somut veriler sunmaktadır.
Stratejik Konsept’te NATO’nun gündem maddelerinin bazıları şunlardı:
• Balistik füzelerin yayılması
• Terörizm ve aşırı gruplar.
• Yabancı askeri ve istihbarat servisleri, organize suç örgütü üyeleri, teröristler ve aşırı gruplardan kaynaklanan siber saldırılar.
• Enerji güvenliğine yönelik tehditler.
• Lazer silahları, elektronik silah ve teknolojilerin gelişimini de kapsayan ciddi teknolojik boyutlu tehditler.
Lizbon toplantısının gündemini oluşturan bu maddeler esasen emperyalist kapitalist sistemin stratejik yönelimlerinin korunmasını ortaya koymaktadır. Bu nedenle NATO, küresel sistemin sadece bir askeri örgüt değil aynı zamanda ekonomik-politik bir örgütü işlevine sahiptir.
NATO’nun kuruluş stratejisi
NATO, 1949 yılında Atlantik’in her iki yakasında 12 kurucu ülkenin -Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksembourg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri- katılımı ile kuruldu. ‘Herhangi bir NATO üyesine yapılmış olan saldırı diğer NATO üyesi ülkelere yapılmış olarak görülecek ve toplu savunmaya geçilecek’tir biçiminde formüle edilen ve ittifakın en önemli maddesini oluşturan anlaşmanın sadece Varşova Paktından gelebilecek ‘bir saldırıya karşı savunma paktı’ olarak kurulmadığı çok net olarak ifade edilmişti. Ancak esas sorunun Varşova Paktı olmadığı, emperyalist kapitalist sistemin çıkarlarını korumak ve bunun için her türlü saldırıyı yapabilecek bir mekanizma kurmak olduğu, uluslararası stratejisyenler tarafından birçok defa ortaya konuldu.
Gerekçe olarak öne sürülen ‘Varşova Paktı’ dağıldı ama NATO’nun işlevi artarak devam etti. ABD oluşturmuş olduğu 21. yüzyıl stratejisinde bölgesel güç ilişkilerini yeniden analiz ederek, AB ile bölgesel-uluslararası ilişkilerini yeniden düzenledi. Böylece NATO’nun, uluslararası kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden konumlandırılması ve küresel askeri bir güç olarak daha fonksiyonel hale getirilmesi için ‘yeni’ politik stratejiler belirlendi.
NATO Askeri Komitesi Başkanı General Naumann, NATO’nunuluslararası kapitalist sisteminin küresel askeri gücü haline getirilmesi için şunları belirtiyor: “NATO artık eskiden olduğu gibi bölgesel bir savunma örgütü olarak kalamaz. Üye ülkelerin çıkarlarını nerede olursa olsun koruyabilecek ve gelecekte kurulabilecek koalisyonların temelini oluşturacak küresel bir ittifak haline gelmelidir. NATO komuta ve kuvvet yapılarını bu doğrultuda uyarlamalı ve yeni şartlara mukabele edebilecek yetenekleri kazanmalıdır.”[1]
R. Nicholas Burns da, General Naumann gibi NATO’nun kapitalist ülkelerin çıkarlarını koruyan bir küresel askeri güç haline getirilmesini savunmaktadır: “NATO’nun gelecekteki misyonu, krizleri önleme ve söz konusu krizlere karşılık verme şeklinde olacaktır. Krizlere verilecek karşılık ya bir savaş görevi veya bir rehine kutarma operasyonu ya da Fransa, İspanya, Çek Cumhuriyeti ve Birleşik Devletler’e yönelecek tehdidin kaynağı olabilecek Orta ve Güney Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde gerçekleştirilecek barış gücü operasyonlan şeklinde olacaktır. Bu tehdit, hepimizin bildiği üzere, Başkan Bush’un 11 Eylül 2001’den bu yana dile getirdiği üzere kitlesel imha silâhlarıyla küresel terörizmle eş anlamlıdır. söz konusu küresel tehdit Amerikan halkını ve aynı zamanda NATO içinde yer alan bir süre sonra sayısı yirmi altıya çıkacak olan on dokuz ülke halkının tamamını da etkileyen en büyük tehdittir. Bu, temel bir değişim işaretidir.”[2]
Bu, NATO’nun Avrupa, Balkanlar, Orta ve Güney Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini kapsayacak tarzda genişletilmesi ve ‘kitle imha silahları ve küresel terörizme karşı’ NATO’nun askeri gücünün Amerika kıtasında da kullanılması demektir. ABD ve Kanada gibi iki büyük kapitalist gücün bulunması, Amerika kıtasına askeri müdahalelerin yapılmasına bir gerekçedir. NATO’nun İstanbul zirvesinde, “NATO’nun Batı’yı savunma gücü olmaktan çıkarılması ve alan dışı müdühalesine göre konumlandırılması, terörle mücadelenin olduğu her bölgenin NATO kapsamında olması, NATO’nun savunma gücünden saldırı gücüne dönüşmesi”[3] gibi politik belirlemeler, NATO’nun emperyalist kapitalist sistemin geliştirilmiş işgalci bir askeri gücü olarak konumlandırıldığnı çok net olarak ortaya koymaktadır.[4]
Baba Bush döneminde ulusal Güvenlik Konseyi üyeliği yapan ve ABD nin Askeri stratejisiyenlerinden biri olarak bilinen Richard N. Haass, 1997 yılında yayınladığı ‘The Reluctant sheriff’ isimli kitabında ‘yeni’ NATO üzerine şunları belirtiyor: “Yeni ortaklar, yeni üyeler, yeni askeri güç ve yeni stratejik görev bir arada ele alındığında yeni bir NATO’ya sahip olduğumuz ortaya çıkıyor. En azından, mecazi anlamda soğuk savaş döneminde gerçekleştirdiği başarılardan ötürü eski NATO’yu şerefli bir emekliliğe sevk ettik; fakat şu an çok farklı tehditler karşısında çok farklı bir zaman dilimi için yeni bir NATO inşa etmekteyiz.”[5] söz konusu olan ‘yeni’ bir NATO değil. Bu askeri gücün, büyük kapitalist devletlerin ve uluslararası tekellerin ihtiyaçlarına göre yeniden konumlandırılmasıdır.
Emperyalist kapitalist sistem, bugünkü somut verili koşullar içerisinde azami karın yüksek olduğu enerji yataklarının askeri güçlerle korunması, blok kapitalist sistemlerin ihityaçlarına yanıt vermeyen ülke ve devletlerin zor kullanarak yeniden biçimlendirilmesi, kapitalist dünya sistemine karşı gelişebilecek iç ve bölgesel krizlere yol açabilecek politik toplumsal hareketlerin denetim altına alınması için NATO’ya ihtiyaç duymaktadır. NATO, dünyadaki politik gelişmelere bağlı olararak çok daha kapsamlı ve 4 kıtayı içine alacak şekilde ‘yeni’den işlevsel hale getirilmiş bulunmaktadır.
Obama Lizbon’da ne dedi?
NATO’nun Lizbon zirevesinde Obama’nın yapmış olduğu konuşma da bunu doğrular niteliktedir. Obama kamuoyuna söylediklerinin tersine NATO’nun nükleer bir güç olarak varlığını daha güçlü bir şekilde devam ettireceğini özellikle tekrarladı: “İttifak’ta gerekli kapasitelerden biri de, balistik füzelerden gelen gerçek ve giderek artan tehdide karşı NATO topraklarının füze savunmasıdır. Geçen yıl ilan ettiğim Avrupa füze savunması aşamalı uyarlanabilir yaklaşım ile Avrupa toprakları ve halkı ile bölgede görevli Amerikan kuvvetleri etkili ve güçlü bir şekilde savunulacaktı…
“Bunun yanı sıra, geçen yıl Prag’da açıkladığım gibi nükleer silahların olmadığı bir dünya vizyonuna doğru ilerlemek ve nükleer cephaneleri azaltmak için gerekli koşulları yaratmak üzere birlikte çalışabil
iriz. Ancak, bu tür silahlar var olduğu sürece, NATO da bir nükleer ittifak olarak kalmalıdır; ABD’nin, düşmanları caydırmak ve müttefiklerimizin savunmasını garanti etmek amacıyla güvenli, emniyetli ve etkili bir nükleer silah cephanesine sahip olmaya devam edeceğini açıkça belirtmiştim.”
Bugün dünyada küresel kapitalist sistemi tehdit eden sosyalist bir güç olmadığına göre NATO’nun nükleer bir güç olarak kimi hedeflediği sorusu gündeme geliyor. Bu sorunun yanıtı çok nettir. NATO geçmişte olduğu gibi bugün de dünya halklarına yönelik bir saldırı üssü olarak işlev görüyor. Nükleer güç, dünya kapitalist sisteminin kendisini güvencede hissetmesini sağlayacağı, gibi aynı zamanda kendi iç ilişkilerini dengelemede de bir işleve sahiptir. NATO nükleer politikasının odağında Ortadoğu’nun bulunması da küresel kapitalist sistemin stratejik çıkarlarıyla doğrudan ilişkilidir.
NATO’nun 21.Yüzyıl Stratejik Konseptinde Ortadoğu
Ortadoğu üzerine yürütülen pazarlıklar esasen dünya küresel sisteminin en önemli halkasının biçimlendirilmesidir. Asya’nın ekonomik ve politik güçlerinin kendilerini dizayn ederek küresel sistemin ana unsunları haline gelmesiyle, dikkatler yeniden Ortadoğu üzerinde yoğunlaştı. Bölgenin askeri işgallere uğraması küresel sistemin stratejisinde önemli bir halkayı oluşturuyordu. Ancak bunun yeterli olmadığı ve esasen küresel sistemin işini çok daha zorlaştırdığı görüldü. Bu bakımdan Ortadoğu üzerinde oynanan oyunlar farklı boyutlarda artarak devam ediyor.
ABD’nin stratejisyenlerinden ve Clinton’un dış ilişkiler sorumlularından Martin İndyk, “Ortadoğu’da çifte amacın gerçekleşmesi için hegemonyasını kullanacak olan, bölgedeki güçler dengesini yönlendiren hegemonik bir güç olunması”[6] gereğine dikkat çekmekte; Daniel Pipes da “Ortadoğu’nun çehresinin değiştirilmesi ve (buna en ciddî tehdit olarak duran) laik devrimci Arap milliyetçiliği ile İslâmi dinci köktencilik gibi unsurlardan arındırılmış yeni bölgesel düzenin kurulması”na özel bir vurgu yapmaktadır.[7] ABD, Ortadoğu’da bölgesel güç dengelerine bağlı olarak hegomanyasını pekiştirecek bir askeri stratejiyi uygalıyıp, küresel sistemle ‘çatışmalı’ olabilecek bütün politik güçlerin tasfiyesini hedeflediğini çok açık olarak belirtiyor. Bu politik yönelim farklı boyutlarda devam etmektedir.
ABD stratejisyenlerinden Anthony Lake, George Washington Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’nun işgal edilmesi için bir kısım gerekçeler ileri sürüyordu: “1) Ortadoğu’da barışın düşmanları; 2) etnik ve dini şiddet şeklindeki eski tehditler; 3) serseri devletlerin saldırganlığı; 4) kitle imha silahlarının yayılması; 5) terörizm; 6) örgütlü suç…”[8] 2. Bush yönetimi, söz konusu bu maddeleri gerekçe gösterekçe gösterip Afganistan ve Irak’ı işgal ederek BOP’u fiilen uygulamaya koymuş oldu.
ABD önderliğindeki NATO kuvvetlerinin önce Afganistan’ı daha sonra koalisyon güçlerinin Irak’ı işgal etmiş olmalarının da, sadece bugüne ilişkin belirlenen kısa vadeli bir politikanın sonucu olmadığı, geçmişten geleceğe yönelik, emperyalist hegemonik mücadelenin, dünyaya hakim olma mücadelesinin bir başlangıcı olduğu, özellikle ABD kökenli politik stratejisiyenler tarafından açıkça vurgulanmaktadır.
Aynı şekilde, 21. yüzyıla girerken emperyalizmin gelişim evresinin yeni bir aşamasına tekabül eden bir döneme girildiği, 3. dünya pazar paylaşım savaşının, birinci ve ikinci dünya savaşından çok farklı olarak aslında bir biçimiyle başladığı, uluslararası kapitalist bloklar arasındaki rekabetin ‘azami kar yasasına’ bağlı olarak enerji kaynaklarının yoğunlaştığı merkezlere doğru kaydığı, pratik yönelimlerle ortaya çıkmış durumda. Dünya küresel kapitalist güçleri tarafından egemenlik altına alınmak istenen bölgelerin korunması için militaristleştirilmiş stratejik politikaların geliştirilip uygulanmaya konulduğu ve uluslarüstü petrol-doğalgaz ve silah tekellerinin söz konusu bölgelerde egemenliklerini pekiştirdikleri çok açık olarak görülmektedir. Askerileştirilmiş kolektif bir emperyalist stratejinin uygulanma alanı olarak Ortadoğu’nun öncelikli olarak seçilmiş olmasının birçok nedeni bulunmaktadır.
Haluk Gerger, küresel kapitalist sistemin askerileştirilmiş politikalarını açıklarken şunları vurgulamaktadır: “Askeri alandaki rakipsiz üstünlük, ideolojik-politik tek merkezlilik avantajı, içerde şoven militarizmi besleyen tepkiler, küreselleşme sürecinin yarattığı varsayılan global değerlerin standartlaşmasına duyulan güven ve soğuk savaşı kazanmada Reagan’ın güç politikasının belirleyici olduğuna duyulan inanç gibi faktörlerin yarattığı fırsat algılamasıyla imparatorluk ihtiraslarına gem vuramayan bir ekibin öncülüğünde salt şiddetin gücüne dayalı strateji Bush yönetimince yürürlüğe konuldu…”[9]Bu politik yönelim, sadece ABD’nin askerileştirilmiş stratejisini değil, esas olarak bütün küresel güçlerin pratik yönelimlerini ortaya koymaktadır. ABD’nin imajını yenilemek için başkanlığa getirtilen Obama’nın politikasının da esasen aynı olduğu Lizbon’daki konuşmasında çok belirgin olarak ortaya çıktı.
Sömürgeleştirme stratejisi, geçmiş dönemlerin politikalarından daha farklı olarak, küresel sistemin kolektif bir yapısını oluşturacak olan ‘bölgesel’ sömürgeleştirme politikalarının uygulamaya konulacağını gösteriyor. Bölgesel sömürgecilik stratejik politikasının odağında hala Ortadoğu bulunuyor. Bu bakımdan ‘öldü’ sanılan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yeni politikalarla devam ettirilmektedir.
Uluslararası kapitalist güçler, bu bölgede uyguladıkları politikalarda ciddi bir kırılma yaşandığı gerçeğine rağmen, hala bölgenin kontrolünü çok önemli oranda ellerinde tutmaktadırlar. İran’ın çok yönlü bir şekilde hedefe oturtulması esasen Molla rejiminden çok bölgenin yeniden biçimlendirilmesi amacından kaynaklanmaktadır. Yani bölgesel sömürgecilikten, bölgesel burjuva devletlerini oluşturma stratejik-politik yönelimlerine doğru yönelimin merkez uygulama alanı olarak Ortadoğu hala bir deneme tahtasıdır.
Ayrıca kapitalist güçler arasındaki pazar paylaşım mücadelesinin; özellikle ‘azami kar’ın yoğunlaştığı bölgeler üzerinde şekillenmesi de dikkate alındığında ABD’nin izlemiş olduğu politikalar çok daha belirgin olarak anlaşılacaktır. Bu alanlar coğrafik olarak, petrol ve doğalgaz enerji yataklarının bulunduğu, Ortadoğu ve Kafkaslar olarak ön plana çıkmaktadır. Aynı şekilde, yeraltı zenginliklerinin çevresini oluşturan jeostratejik bölge ülkeleri de bu rekabet alanın içerisine bulunmaktadırlar. Bu bakımdan küresel kapitalist sitemin mevcut yönelimi sadece Ortadoğu değil, çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Obama’nın NATO’nun yeni nükleer silahları Türkiye’ye yerleştirilmesini istemesi de tamamen Ortadoğu’ya yönelik izlenen politikalarla ilişkilidir.
Lizbon anlaşması ve ABD-AB arasındaki yeni ittifak
ABD’nin ve AB’nin ittifakının temeli hiç şühpesiz ki bölgesel çıkarların giderek aynılaşmasıdır. Ortadoğu ve Avrasya politikalarının bütünlüklü olarak aynılaşmamakla birlikte önemli oranda birbirini tamamlamaya başlaması aynı zamanda küresel kapitalist sistemin ilişkilerini de yeniden dengeleyecektir.
Brzezinski, Irak savaşından sonra ABD ile AB arasındaki ilişkinin zorunluluğuna vurgu yaparken şunları belirtiyor: “…Irak üzerinde ortaya çıkan yoğun Atlantik ötesi anlaşmazlık, aslında çok taraflı Avrupa’nın ve oldukça tek taraflı Amerika’nın mükemmel bir küresel uygunluk evliliğine yol açabileceği g
erçeğinin görülmesini güçleştirmemelidir. Amerika ayrı hareket ederek her şeye hâkim olabilir fakat her şeye gücü yetemez; Avrupa zengin olabilir fakat güçlü olmayabilir. Fakat beraber hareket ettiklerinde, Amerika ve Avrupa etkili bir şekilde küresel olarak her şeye gücü yetebilecek bir konumdadır. Atlantik’in iki tarafı da bunu bilmektedir. Amerika- tek boyutlu olarak terörizmle meşgul olmasına, mütteffiklerine karşı olan sabırsızlığına, kendine özgü küresel güvenlik rolüne ve tarihsel görevinin hissine bakarak- yine de, uluslararası istişare çatısına olduğu kadar, ilerleyici bölgesel gelişmeye istemeyerek uymaktadır. Bunu, ne Amerika ne de Avrupa bir diğeri olmadan yapabilecektir. İkisi birlikte, küresel düzenin merkezini oluşturmaktadırlar.”[10]
Bu iki kapitalist blok, kapitalist küresel düzenin merkezini oluşturmak ve özellikle Ortadoğu’da daha etkin bir güç olabilmek için, bölgesel stratejilerini tekleştirdiklerinde önemli adımlar attılar. Aralarında hala bir kısım ciddi sorunlar olmakla birlikte, küresel hegemonya mücadelesinde, Ortadoğu ve Avrasya konusunda önemli oranda uzlaşmış bulunmaktadırlar. ABD stratejisyenlerinin vurguladığı gibi kendisini ‘Roma veya Kartaca İmparatorluğu’ yerine koyup dünyayı tek başına yönetme çizgisinden vazgeçmek zorunda kalarak, özellikle AB ile kurduğu ittifakla uluslararası ilişkileri yeniden düzenlemesinin en somut örneği Ortadoğu’dur. Brzezinski, gelişme süreci içerisinde olan bu ittifakın somut yönelimleri üzerine şunları dile getirmektedir: “Avrupa’nın daha büyük ve önemli bir bölge dışı çatışma görevinde güvenlik rolü iddia etmesini ve hatta kendi stratejik amacının ayrı bir hissini geliştirmesini tetiklemesinin en olası noktası Ortadoğu’dur. Ortadoğu’nun Avrupa’ya yakınlığı ve Avrupa’nın Ortadoğu’daki tarihi, siyasi ve ekonomik çıkarları göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa Birliği’nin bölgeyi yatıştırmakta çok daha aktif bir rol üstlenmesi gerekmektedir. Ancak bu rolü sürdürmek için Avrupa’nın aynı zamanda Amerika ile beraber barışı oluşturmaya kalışma rolünü de üstlenmesi ve bunun yetireceği bazı yükleri taşıması da gerekmektedir.”
Obama’nın uluslararası politikasında AB ile oluşturulacak ittifakın geliştirilmesi oldukça önemildir. Bush ile ciddi bir şekilde bozulan bir kısım ilişkilerin tamir edilmesi ve dünya küresel sisteminin birlikte yönetilmesi için ortak hareket edilmesi gerektiğine özel bir vurgu yapması, uluslararası politikaları giderek çok daha fazla bütünleştirmeye çalışması ABD’nin strateijik yönelimlerini ortaya koymaktadır. Obama’nın Lizbon’da yapmış olduğu konuşma iki küresel güç arasındaki ilişkilerin gelecekteki yönelimleri hakkında bize çok daha somut bir fikir vermektedir. “Avrupalı müttefiklerimiz ve ortaklarımız ile olan ilişkimiz, dünya çapındaki ilişkilerimiz açısından bir temel taşı niteliğindedir ve küresel işbirliğimiz için bir katalizör gibidir. ABD başka hiçbir bölgeyle Avrupa ile olduğu kadar yakın değer, menfaat, beceri ve hedeflere sahip değildir. Dünyanın en büyük ekonomik ilişkisini içeren transatlantik ticaret, ABD ve Avrupa’da milyonlarca iş olanağını desteklemekte ve küresel ekonomik iyileşmeyi sürdürme çabalarımızın temelini oluşturmaktadır…
Avrupalılar ve Amerikalılar, 60 yılı aşkın süredir omuz omuza vermişlerdir, çünkü birlikte çalışmamız sayesinde, demokratik toplumlar olarak değer verdiğimiz özgürlükleri koruyor ve menfaatlerimizi artırıyoruz. Dünya değiştikçe, İttifakımız da değişmiştir, sonuç olarak daha güçlü, daha güvenli ve daha çok refah içindeyiz. Lizbon’daki görevimiz işte budur: bir kere daha İttifakımızı canlandırmak ve güvenliğimiz ve refahımızı önümüzdeki uzun yıllar boyunca temin etmek…” Obama’lı ABD’nin bu politik yöneliminin en somut örneği ise Ortadoğu’dur. NATO’nun ana gövdesini oluşturan AB ülkeleri ile ABD arasında Ortadoğu politikalarının giderek tek merkezli bir yapıya doğru kayma eğilimine girmesi, hem iki gücün ekonomik-politik yönelimlerini hem de NATO’nun askeri stratejisinin hedeflerini çok daha belirgin olarak ortaya koymaktadır.
NATO’nun Lizbon toplantısı ve Türkiye’ye biçilen rol
Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel mirası üzerinde yükselen Türk devletinin, bölgedeki en deneyimli ülkelerden biri olduğu söylenebilir. Jeostratejik yapısı ile üç kıta arasında ilişki sağlamaya uygun bir konumda olmasıyla NATO’nun stratejik ilişkilerinde önemli bir ülke olarak ön plana çıkmaktadır.
Küresel güçlerin Ortadoğu’da denetim altında tuttukları toprakların bir dönem Osmanlılar tarafından ilhak edilmiş topraklar olması bakımından ilginç bir benzerlik bulunmaktadır. Bu nedenle bölge coğrafyasındaki her gelişmeTürkiye’nin iç ve dış politikasını doğrudan ilgilendirmektedir. Bu hem tarihsel, hem de jeostratejik konumundan kaynaklanan politik ilişkiler nedeniyle özgün bir durumu oluşturmaktadır. Özellikle sınır bölgelerinde yaşanan olağanüstü gelişmeler, Türkiye’nin iç siyasal ilişkileri üzerinde de ciddi bir basınç oluşturmaktadır. Bir yandan küresel sistem güçleriyle, diğer yandan bölge ülkeleri ile olan ilişkileri ve bunlar arasındaki denge unsurunu korumaya çalışılmasının Türk dış politikasında bir kısım handikaplar yarattığı bir gerçek. Aynı zamanda küresel kapitalist güçlerin Ortadoğu ve Avrasya kıtasına duydukları ilgi nedeniyle Türkiye’ye yönelik politikaları oldukça önemsenmektedir.
Başta ABD olmak üzere bölgenin küresel sistem güçleri Türkiye’de bölgede etkin bir güç haline getirmek ve bölgesel ilişkilerde roller vermek için özel bir kısım politikalar geliştirdikleri biliniyor. Türk devleti de, hem içteki kırılgan politik ilişkileri hem de bölgesel dengeler nedeniyle dünya küresel güçlerle sürekli uyumlu bir politika izledi.
Türkiye’nin dış politikasının arka planında, iç varlığını korumaya yönelik olarak, dıştan gelebilecek bir kısım planları boşa çıkarmaya çalışmaktadır. Dünya kapitalist güçleri Türk devletinin bu zayıf yönünü bildiklerinden, kendi stratejik çıkarları için bunu kullanmaya devam etmektedirler.
ABD ve AB tarafından Türkiye’ye dayatılan yeni rol ise son derece önemlidir. Türkiye, 21. yüzyılın küresel NATO’sunun nükleer askeri gücünün merkezi olarak işlev görecek. Bu bir bakıma Türkiye’nin 1952’den beri NATO’ya alınmasından beri devam ettirdiği rolünü sürdürmesidir.
ABD’nin Türkiye politikasının ana unsuru özellikle Ortadoğu’yu denetim altına alacak stratejinin ana üssü haline getirmekti. Türkiye bunu çok açık olarak kabullenmiş bulunuyor. Lizbon zirvesi ile bu bütünlüklü olarak somutlaştırıldı. ABD’nin Türkiye’nin iç politikasında bu kadar hassas olması ve İslamcı AKP hükümetini desteklemesi, generallerin önüne barikat olmasının arka planında NATO’nun yeni nükleer savaş konsepti bulunuyor.
Türkiye’de ne hükümetin ne de ordunun bu talebi reddetmesi mümkündür. AKP dikkatleri üzerine çekmemek için doğrudan Cumhurbaşkanı Gül’ü devreye soktu. Böylelikle bir devlet politikası olarak kamuoyuna yansıtmaya çalıştı. AKP çok açık olarak Türkiye’yi NATO’nun nükleer deposu haline getirerek, küresel sermayeye bütünlüklü olarak teslim olmuştur.
Devlet politikası olarak yansıtılan bu politikada ön plana çıkan birkaç nokta bulunuyor. Herkesin bildiği bir gerçek var. NATO’nun stratejik hedefinde Ortadoğu ve konjonktürel olarak İran bulunuyor. İran ile yakın ilişki içinde olan Türkiye’nin bu tutumu aslında bölgesel dış politikasının ne kadar zayıf ve ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Ortadoğu’da kendine özgü bir politika izlediği
ni iddia eden AKP’nin dış politikasının hiçbir şekilde küresel güçlerin planlarının dışında olmayacağı ortaya çıktı.
İkinci bir maniplasyon da, konseptte hedeflenen hiçbir ülkenin isminin verilmemesidir. Bunu bir başarı olarak gösteren İslamcı hükümet NATO’nun yeni konseptini imzalayarak aslında İslam dünyasını bütün olarak hedef haline getirdi. İran veya bir başka ülkenin isminin geçmesinin hiçbir önemi olmadığı biliniyor. NATO’nun askeri konseptinin hedefinde Ortadoğu, Avrasya, Kafkasya olduğu zaten biliniyor.
İslamcı AKP hükümeti özellikle Kürt sorununu NATO’nun gündemine getirerek bir bakıma pazarlık masasına koydu. Özellikle “toprakların ve nüfusun tamamının korunması” ve “güvenliğin bölünmezliği” tanımının metne yerleştirilmesi, Kürt sorununa yönelik bir değerlendirmeyi ifade ediyor. “Obama ittifak’ın can damarını oluşturan ve 5. maddede belirtilen ‘içimizden birine yönelik bir saldırı hepimize yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirilir’ şeklindeki taahhüdü tekrar teyit etmekle başlamalıdır.” Obama’nın Türkiye’nin beklentilerine yanıt vermek için genel kurulda yaptığı konuşmada NATO’nun 5. maddesinin çok daha aktif olarak işlevlendirileceğine vurgu yapması esasen Türkiye’nin beklentilerine yönelik bir yanıttır.
Nükleer başlıkların önemli bir kısmının Kürt coğrafyasına yerleştirilmesi planlanıyor. Türkiye’ye ise ‘bölünmez bütünlüğe’ özel bir vurgu yaparak NATO’nun hedefine Kürt toplumsal hareketini oturtuyor. Kürt hareketinin yürüttüğü mücadeleyi, bir başka gücün saldırısı olarak gösterip, bir bakıma NATO askeri güçlerini bu kirli savaşta doğrudan kullanmayı amaçlıyor. Bütün bunları NATO masasına koydu. NATO askeri ve politik güçlerinin Türkiye’ye verdiği mesajlar dikkatle takip edildiğinde sorunun ciddiyeti çok daha net olarak anlaşılacaktır.
dipnotlar:
1. Aktaran Kemal Akmaral, Ben Bush-Evangelist Bush, Şimdi Kitap sanat Kültür yay., İstanbul, 2005, syf.83.
2. age, syf.83.
3. Zaman Gazetesi, 29 Haziran 2004.
4. NATO orduları uluslararsı kapitalist sistemin saldırgan ve işgalci bir gücüdür. Öneğin, 1986’da Libya’nın bir çok bölgesi ABDuçaklarınca bombalandı. 1989’da Corazon Aquion’a karı askeri darbeyi desteklemek için askeri birlikleri kullandı, 1989 yılında Panama işgal edildi, 1991 yılında saddam Hüseyin’in Kuveyt işgali gerekçe gösterilerek 1.Körfez adı altında Ortadoğu bir bütün olarak işgale tabi tutuldu.1993 yılında somali, 1994 yılında Haiti, 1993 tarihire Lübnan, 1995’te Bosna, 1999 yılında yoguslavya ve 1998’de sudan fiilen işgal edildi ve bin çok bölgeye işgalci birlikler yerleştirildi., 2002 yılında Afganistan NATO birliklerinin istilasınauğradı. 2003. yılında Ortadoğu ve özellikle Irak işgal edildi.
5. age, syf. 86.
6. İNDYK Martin, Güç Dengesinden de Öte: Amerika’nın Ortadoğu’daki seçimi, The National İnterest, No:26, 1991.
7. PAPİES Daniel, Benzer Farklılık: İslami Tehdit, National Review, Kasım 1994.
8. Aktaran GÖKOĞLU İraklis, Terör İmparatorluğu, Teori ve Politika Dergisi, Ankara, Bahar 2003, syf. 132.
9. GEDGER Haluk- KÜÇÜK AYDIN Demir, KÜRKÇÜ Eğturul, Büyük Ortadoğu Projesi ve sosyalist strateji Berlin, Evra-politik yay., 2005, syf. 41.
10. BRZEZİNSKİ Zbigniew, Tercih-Küresel Hakimiyet mi? Küresel Liderlik mi?, İstanbul, inkilap yay., 2004, syf. 123.
gokyuzu9@aol.com