Geçen hafta İrlanda’nın ekonomik, mali krizi derinleşiyor, Avrupa Birliği ve IMF yardım etmek istediklerini söylüyorlardı. İrlanda hükümeti “zorla elde ettiğimiz egemenliğimizi kaybetmek istemiyoruz” diyerek, bu yardım önerisine direniyordu. Bu sırada, Anglosakson bölgesinde adeta bir Shadenfreud (başkasının trajedisinden zevk almak) gözleniyordu. Financial Times’tan Samuel Brittan, siz en iyisi Avro’yu bırakın Sterlin’i benimseyin diyor, ABD finansal çevrelerinde […]
Geçen hafta İrlanda’nın ekonomik, mali krizi derinleşiyor, Avrupa Birliği ve IMF yardım etmek istediklerini söylüyorlardı. İrlanda hükümeti “zorla elde ettiğimiz egemenliğimizi kaybetmek istemiyoruz” diyerek, bu yardım önerisine direniyordu.
Bu sırada, Anglosakson bölgesinde adeta bir Shadenfreud (başkasının trajedisinden zevk almak) gözleniyordu. Financial Times’tan Samuel Brittan, siz en iyisi Avro’yu bırakın Sterlin’i benimseyin diyor, ABD finansal çevrelerinde bu kriz devam edecek, Portekiz’i, İspanya’yı hatta İtalya’yı vuracak, Yunanistan eninde sonunda iflas edecek; Avro bölgesinin farklı döviz bloklarına bölünmesi kaçınılmaz (Bloomberg; Wall Street Journal, 15/11; Market Watch 18/11) türünden yorumlar ağırlıktaydı.
Berlin ve Brüksel’deyse, soğukkanlı bir kararlılık gözeniyor, IMF ve Avrupa Merkez Bankası, Dublin üzerindeki basıncı giderek arttırıyorlardı. Cumartesi günü Irish Examiner, “milliyetçilik sahtekarların son sığınağıdır… Zavallı bir bağımsızlık iddiası” başlıklı yorumlarında hükümetle dalga geçiyordu. The Irish Independent’tan Brenden Keenan, köşesinde, “tarihin en acı ilacını içmeye hazırlandıklarını” vurguluyor, hükümetin dört yıl içinde milli gelirin yüzde 4.5’ini yok edecek kesintileri kabul ettiğine ilişkin söylentilere işaret ediyordu.
Ben bugün bu öykünün iki bileşeni üzerinde duracağım. Birincisi, İrlanda’yı bu noktaya getiren süreç. İkincisi de Almanya’nın, krizin dinamiklerinden yararlanarak Avro bölgesinde hegemonyasını inşa, Avro ekonomisini yeniden şekillendirme çabaları.
“Bağımlı gelişmenin” getirdikleri
1970’lerde İrlanda, Avrupa’nın en geri kalmış, en yoksul, ağırlıklı olarak tarıma dayalı ekonomilerinden birine sahipti; 1973’te Avrupa Birliği’ne katılınca bu durum hızla değişmeye başladı. İrlanda tarım destek fonlarını, kırsal nüfus eğitmekte, kentlere yönlendirmekte, bölgesel fonları da altyapısını yenilemekte, ileri teknolojiye dayalı sektörleri desteklemekte kullandı. Bu fonlar sayesinde, İrlanda hükümeti, mali bir baskı altına girmeden yabancı sermayeye yönelik teşvikleri ve AB’ye göre çok düşük kurumlar vergisi oranlarını gerçekleştirebildi. Çoğunluğu AB kaynaklı Çok Uluslu Şirketler İrlanda’yı düşük ücrete, düşük vergilere dayalı bir üretim ve ihracat platformu olarak kullandılar. Bu sırada ÇUŞ’un iş gücü gereksinimlerine cevap vermek için, daha önce göç etmiş İrlandalılar geri dönmeye, ek olarak Avrupa’dan özellikle Katolik Polonya’dan göçmen işçiler gelmeye, İrlanda nüfusu hızla artmaya başladı. Yeni gelenler en verimli sanayi alanlarında çalışıyor yüksek ücret alıyor, tüketim kapasiteleri yükselirken ev sahibi olma eğilimleri de artıyordu.
Bu üretim, ihracat dalgası üzerinde İrlanda 1990’larda yılda ortalama yüzde 6’lık bir büyüme hızını yakalarken, iki gelişme ekonomisinin yapısını yeniden değiştirmeye başladı. Birincisi, yüksek ücretler, verimliliği görece düşük sektörlere de sıçramaya başladı. Bu sektörlerdeki sermaye ayakta kalabilmek için fiyatları arttırma yoluna gitti, böylece enflasyonist baskılar arttı. İkincisi, yüksek refah düzeyine uygun yaşam tarzı, hizmet sektörünün gelişmesini hızlandırdı. Bu aynı zamanda küresel olarak finansallaşmanın hızlandığı, kredi balonun şişmeye başladığı bir dönemdi. Ev piyasasında artan talep, bu balonun gereksinimleriyle birleşince, bankalar, ev kredisi ölçütlerini düşürmeye, ABD, İspanya gibi ülkelerde görünen “eşik altı” kredilerin hacmi de artmaya başladı.
İrlanda ekonomisi yavaşlar, düşük ücret avantajı ortadan kalkar, bu sırada enflasyon yükselir, Avrupa piyasalarında durgunluk eğilimi belirginleşirken, ÇUŞ’lar, İrlanda ekonomisinden çıkmaya, İrlanda’nın ihracatı düşmeye, işsizlik artmaya başladı (Le Monde, 15/11). Kredi balonu patladığında İrlanda kendini, batık bir banka sistemi, hızla gerileyen ihracat gelirleri, hızla artan işsizlik, çöken bir ev piyasası ile karşı karşıya buldu. AB ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillenmişti. İrlanda ekonomisi, bu gereksinimler değişince çöktü, şimdi AB ekonomisini de peşinden sürüklüyor. Alman, İngiliz ve Fransa Bankalarının İrlanda’ya ihraç ettikleri sermaye (krediler) 500 milyar Avroyu buluyordu. Şimdi, İrlanda bu çöküntü üzerinden çok büyük bir toplumsal fiyat ödeyerek, yeniden şekillenmeye zorlanıyor.
Geleceğe dönüş…
Birçok yorumcu, Almanya’nın, İrlanda krizini tetiklediğini ileri sürüyor. Financial Times’a bakılırsa, Merkel’in, mali kriz anında, hükümetlerin bir borç ertelemesine giderek yükün bir kısmını krediyi veren bankaların üstlenmesine olanak verecek bir kriz yönetim modelini, Ekim ayında Fransa’yı da yanına alarak dayatmaya başlaması, piyasaları korkutmuş (16/11).
Bu yorumları okuyunca aklıma, “1979 Volcker şoku” geldi. O zaman ABD merkez Bankası Başkanı Volcker faizleri hızla, büyük oranda arttırarak gelişmekte olan ülkelerde bir borç krizini tetiklemişti. Bu borç krizinin getirdiği toplumsal siyasi sorunlar, çevre ülkelerde egemen sınıfların, IMF-Dünya Bankası reform programlarını kabul etmelerini, Neo-Liberal Restorasyonun (küreselleşmenin) başlamasını kolaylaştırmıştı. Bu süreç ABD hegemonyasının Reagan döneminde yeniden güçlenmesinin de temelini oluşturuyordu.
Bugüne dönersek, Avro’nun ve bir ekonomik blok olarak AB’nin geleceğinin, siyasi yönetişim sorunlarının aşılmasına bağlı olduğu biliniyor. Her Avro krizinde hep bu gündeme geliyor; arkasında siyasi iktidar olmayan para yaşayamaz ki deniyor. Ancak, bu siyasi sorunun aşılması da, AB’yi oluşturan devletlerin arasında, istikrarlı bir hegemonya ilişkisinin kurulabilmesine bağlı. Böyle bakınca da, karşımıza, ekonomik büyüme hızı bu yılın ikinci üç aylık döneminde yüzde 9’a ulaşan, dış ticaret fazlası, rezervleri büyümeye, işsizlik oranı düşmeye devam eden Almanya geliyor. Diğer ülkelerin krizi aşmasına olanak sağlayabilecek mali kaynaklara sahip tek ülke Almanya, AB içindeki en güçlü ve gerçekçi hegemonya adayı.
Diğer üye ülkeler ise Almanya’nın Avro bölgesini bu yönde şekillendirme çabalarına direniyorlar; Yunanistan, İrlanda krizlerinde de olduğu gibi, bu ülkelerin hükümetleri, ulusal ekonomi üzerindeki denetimlerini kaybetmek istemiyorlar. Ancak, bu borç krizi zinciri, hükümetleri çökme noktasına, egemen sınıfları kendi halklarının kızgınlığıyla yüzleşmeye, korunmak için de IMF-Avrupa Merkez Bankası eliyle gelen kurtarma paketlerini (ve koşullarını) kabul etmeye zorluyor. Yunanistan kabul etti. İrlanda zorlanıyor ama edecek gibi görünüyor. Sırada Portekiz, İspanya, İtalya ve AB çevresini oluşturan diğer ülkeler var. Almanya’nın Fransa’yı yanında tutmaya devam ederek bu süreci yönetmesi, gerekli fonları sunmayı göze alması halinde, krizin öbür ucundan, Almanya hegemonyası altında ekonomik ve siyasi açıdan çok daha homojenleşmiş bir Avrupa Birliği’yle çıkmak mümkün. ABD-İngiltere eksenini korkutan Fransa’yı tedirgin eden işte bu olasılık. Tabii, Almanya savunma bakanı Guttenberg’in, yeni askeri reformlar bağlamında konuşurken “ordu, ülkenin ekonomik çıkarlarını savunmaya hazır olmalıdır” (Der Spiegel, 10/11) açıklamasını da bu resme eklemek gerekiyor.