“Her zaman seni üzecek birileri olacaktır, yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğine daha fazla dikkat etmektir.” Gabriel García Márquez Üniversite bahçesinin yeşil çimenleri bağdaş kuran, yan gelip yatan ve el şakalarıyla baharı karşılayan onlarca yeşil giysili çevik kuvvet polisinin dayanılmaz ağırlığı altında eziliyordu. Renksel uyum, kaskların aynı hizada dizilmesiyle görsel bir […]
“Her zaman seni üzecek birileri olacaktır, yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğine daha fazla dikkat etmektir.” Gabriel García Márquez
Üniversite bahçesinin yeşil çimenleri bağdaş kuran, yan gelip yatan ve el şakalarıyla baharı karşılayan onlarca yeşil giysili çevik kuvvet polisinin dayanılmaz ağırlığı altında eziliyordu.
Renksel uyum, kaskların aynı hizada dizilmesiyle görsel bir uyumu da beraberinde getirmişti.
Bakışlar demokratik ve özerk bir üniversite için mücadele eden gençlerin olası kıpırtılarına odaklanırken, çevik kuvvet amirinin komutları ile coplar öğrenciler üzerinde ahenkle dans ettiriliyordu. Simitçi, biletçi, tek tek sigaracı kılığındaki sivil polisler ve yol boyunca sıralanan panzerler bu görsel şölene eşlik ediyordu.
Türban özgürdü ve yönetenler için yeşil parka kadar risk taşımıyordu.
Devrimci ve demokrat öğrenciler kamuoyuna potansiyel bir tehlike olarak tanımlanırken, kolluk kuvvetlerinin üniversiteleri işgali ise bu tehlikeye karşı güvence olarak sunuluyordu.
Sağ sol çatışmasına karşı devlet güvencesi söylemi, 89 yılında, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sıkılan kurşunun polis tabancasından öğrencilere doğru mevzilendirildiği gerçeğini hasıraltına atmaya yetmiyordu.
Devlet güvencesi(!) fakülte kantinlerine silahı belinde, bıçağı cebinde elini kolunu sallayarak giren, sol görüşlü öğrencilere saldıran faşist ve gerici kesim için kayrılma ve sırt sıvazlama, bu ablukaya direnen devrimci demokrat öğrenciler içinse gözaltı, tutuklama ve işkence olarak yansıyordu.
80 sonlarında üniversitelere hâkim görüntü özetle buydu…
Aradan geçen yıllar üniversiteleri sermayeye bağımlı hale getirmişti.
Öğrenci müşteri sayılıyor, harç, kayıt parası, yüksek ücretle yemek ve ulaşım hesabı hep bu müşteriye kesiliyordu. Kurulan vakıf üniversiteleri ile bilim ve eğitim artık satın alınıyor, pazarlık malzemesi haline getiriliyordu.
Birçoğu tabela üniversitesi olmaktan öteye geçemeyen bu yapılar, cemaatlere eleman yetiştirmek içinse bire birdi.
Üniversite çimenlerine yayılarak, geleneksel tavırlarıyla, saltanat süren çevik kuvvet yerini modern donanımlı özel güvenlik birimlerine (ÖGB) bırakmıştı.
“Türban özgür değildi”…
Yeşil parka yerini ağırlıkla markalı ürünlere bırakmıştı…
Ama hala statükoya direnen devrimci-demokrat gençler vardı ve her türlü yıldırma politikalarına karşı özgür üniversite talebinden ödün vermiyorlardı.
Büyük güvence(!) kayıt için gelen öğrencilere yardım amacıyla kurulan öğrenci destek stantlarına dahi tahammül edemiyor, gözaltılar gündemdeki yerini buluyordu.
Kampüslerin bilumum mecralarına yerleştirilen kameralar, ailelere telefonla evlat ihbarları, parmak izi ile fişlemeler yeni güvence metotlarıydı.
Şimdilerde ise YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan imzasıyla üniversitelere gönderilen yazıda bölücü ve yıkıcı(!) faaliyetlerin hareket alanlarının daraltılmasının eğitim ve öğretim faaliyetlerinin kusursuz yürütülebilmesi için en önemli unsurlardan olduğu belirtiliyor.
“Şiddet içeren fikir ve eylemler, özgür düşünceyi de baskı altına alacağından, güvenli olmayan üniversitede özgür düşüncenin çıkması da olanaksızdır” deniyor.
Yazıda, üniversitelerin uygun gördükleri alanlarda kampüste görev yapacak sivil polisler için yer tahsis etmeleri gerektiği de belirtilmekte.
Yeni akademik yıla “türban yasağıyla” girdik.
Ama aniden kopartılan fırtınayla üniversiteler “türbana özgürlük” mekânı oldu.
Bu fırtına ne zaman, nasıl çıktı demeye kalmadan üstüne üstlük bir de türbansız öğrenciler için muhtemel baskı ve taciz ortamı filizlenmeye başladı.
Hatta YÖK Başkanı, başörtülü öğrencilerin başörtüsüzlere “mahalle baskısı” yapma ihtimaline karşı güvence bile verdi; “Başörtüsüz öğrencilere hiçbir baskı olmayacak, garanti veririm. Başı açıkların güvencesi benim!”
Ancak KPSS skandalını, ölümleri kaderle açıklanan madencileri, özlük hakları ellerinden alınan Tekel işçilerini, Tuzla’da taşeron sermayenin ölüme ittiği tersane işçilerini, sırf Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı andıkları için Adana ve Samsun’da tutuklanan Öğrenci Kolektifleri üyelerini, HES’lere feda edilen dereleri, 3. köprü için talan edilen toprakları, dili, dini, ırkı ve mezhebi farklı diye ötekileştirilenleri düşününce güven duygusu daha dikkatle ele alınmalı diye düşünüyorum.
En güzel yıllardır üniversite yılları… Hep güzel hatırlanır…
Birçok değişime sahne olsa da üniversiteler, hep bir YÖK çilesidir yaşanan 12 Eylül darbesinin memlekette güven ve huzur(!) ortamını tahsis etmek üzere kurduğu kurumlardan biri olan ve uygulamalarıyla artık traji komik hale gelen YÖK özgür ve demokratik bir üniversite eğitimi önündeki en büyük engeldir.
Ve her yıl yeni bir oyunu sahneye koymaktadır.
Kimi zaman Elm Sokağı Kâbusu, kimi zamansa Dedektif Gadget kıvamında…