Referandumun sonuçlanması ve TBMM’nin açılmasıyla birlikte AKP, büyük bir azim ve yeni bir heyecanla işe koyuldu. İlk iş olarak değiştirilen anayasa maddelerinin “gerektirdiği” düzenleme ve uygulamalar hayata geçiriliyor. TBMM’nin faaliyeti bu yüzden çok yoğun. Genel Kurul’da, baro başkanlarının avukatlar arasından belirlediği 3 aday arasından Anayasa Mahkemesi’ne bir üye seçimi bu hafta içinde yapılacak. Genel Kurul’da, […]
Referandumun sonuçlanması ve TBMM’nin açılmasıyla birlikte AKP, büyük bir azim ve yeni bir heyecanla işe koyuldu. İlk iş olarak değiştirilen anayasa maddelerinin “gerektirdiği” düzenleme ve uygulamalar hayata geçiriliyor. TBMM’nin faaliyeti bu yüzden çok yoğun. Genel Kurul’da, baro başkanlarının avukatlar arasından belirlediği 3 aday arasından Anayasa Mahkemesi’ne bir üye seçimi bu hafta içinde yapılacak. Genel Kurul’da, bir hafta önce Sayıştay Genel Kurulu’nca belirlenen üç aday arasından Hicabi Dursun, Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmişti. Ancak Hicabi’nin 45 yaşını geçmemiş olduğunun anlaşılmasıyla, CHP ortalığı “bulandırıp” Danıştay’a başvurdu ve yeni bir kaos başladı bile. Baro başkanlarının belirlediği adaylar arasından seçim yapılmasıyla birlikte anayasa değişikliği gereği TBMM’nin Anayasa Mahkemesi için yapacağı üye seçimi de tamamlanacak. Ve yeni Anayasa Mahkemesi’nin yeni uygulamaları önümüzdeki dönemlerde bolca gündem olacak.
Ayrıca bu hafta Sayıştay Kanunu Teklifi görüşülecek. Teklife göre, Sayıştay tarafından yerindelik denetimi yapılamayacak, idarenin takdir yetkisini sınırlayacak ve ortadan kaldıracak karar alınamayacak. AKP hükümetinin “eli” artık daha da rahat.
Meclisin bu haftaki en önemli icraatı ise sınır ötesi operasyon konusunda hükümete verilen yetkinin bir yıl daha uzatılmasına ilişkin tezkerenin, 428 kabul 18 ret oyu ile kabul edilmesi oldu. Bunun anlamı açık elbette; hükümetin PKK karşısında sopayı hiçbir zaman hiçbir koşulda bırakmaya niyeti yok. Bu konudaki bir diğer önemli gelişme ise Erdoğan’ın Suriye’ye günü birlik yaptığı ziyaret. Ziyaretin nedeni İsrail ile arabuluculuk değil PKK idi. Ve Esat’ın “PKK’lilere af kapısı her zaman açık tutulmalı” açıklamasından anlaşıldığı üzere Suriye bu süreçte PKK’ye karşı birtakım projeler hayata geçirecek. Bunlar arasında Suriyeli PKK’lilerin örgütten koparılması (affedilmesi), Suriye içindeki faaliyetlerinin sınırlandırılması vs. var. PKK etrafındaki kuşatmayı sıkılaştıma çabaları; İçişleri Bakanı’nın Barzani’yle, MİT müsteşarının CIA’yle ve başbakanın Suriye’yle yaptığı anlaşmalar ile devam ediyor.
Bu arada ABD’nin PKK konusunda “samimi” adımlar atıp atmaması Türkiye’ye yerleştirilmesi düşünülen “füze kalkanı” projesiyle doğrudan ilgili. Kuzey Avrupa tercihinden vazgeçen ABD, bu proje için en uygun yerin (İran ve Rusya hedef) Türkiye olduğuna karar vermiş durumda. Yani AKP’nin önünde sakal, bıyık ve tükürükten oluşan yeni bir denklem daha var. AKP’nin İsrail ile dikleşmek için büyükelçiyi geri çekmesinin sonucu ABD’nin 6 aydır Ankara büyükelçisini atayamamasına (İsrail lobisi yüzünden) neden olmuş durumda. Yani AKP’nin benzer bir denklemi daha mevcut.
PKK’nin eylemsizliği bir ay daha uzatmasının nedeni, 18 Ekim’de yapılacak KCK duruşması. Buradan çıkacak kısmi tahliyeler eylemsizliği daha da uzatacak. Hatırlanacağı üzere iki yıl süren teknik takibin ardından 14 Nisan 2009 tarihinde ilk KCK operasyonu yapılmıştı ve 52 isim gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Bunu diğer operasyonlar izledi ve sonuçta hakkında 36.5 yıla kadar hapis cezası istenen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ile birlikte 12 belediye başkanının olduğu 103’ü tutuklu 151 kişi yargılanmakta.
Tekrar etmekte yarar var; AKP hükümetinin izleyeceği taktik, seçimlere kadar “Kürtleri” oyalamak olacaktır. Bu süreçte PKK ve BDP zayıflatılmaya çalışılacaktır. Bu zayıflatma sadece sayısal olarak değil askeri ve siyasal olarak da amaç edinilmiş durumda. Kürt hareketinin siyasal olarak zayıflatılması saldırısına “ulusal birlik projesi” taktiğiyle yanıt vermeye çalışmak Kürt hareketinin “farklı” mecralara ilerlemesine neden olur! Ve o mecralarda etkin olacak güç Kürt yoksulları değil, Kürt burjuvazisi ve Kürt feodalleridir.
Anayasa değişiklikleri ile beraber yargı alanında yaşanan kapışma artık yeni bir düzeye sıçradı. HSYK’nın 4’ü asil 7 üyesi istifa etti. Her ne kadar AKP bu gelişmeye sevinse de bu istifalara bakıp teslim bayrağı çekildi zannedilmesin. Bu üyeler Yargıtay ve Danıştay’daki eski görevlerine döndüler. Eski başkan vekili Özbek de büyük ihtimalle Yargıtay başkanlığına oynayacak. Asıl “gedikli” Ali Suat Ertosun, HSYK’daki yerinde duruyor ve 2012’nin ortasına kadar da üyeliği sürecek.
Kapışmanın yaşanacağı yeni düzey, hakim ve savcıların katılacağı seçimler olacak. Yeni HSYK bir tabii başkan ve 21 üye ile kurulmakta. Kurulun 10 üyesi, adli ve idari hakim ve savcıları tarafından, YSK’nın “yönetim ve denetiminde” 17 Ekim’de seçilecek. İdari yargı geçici seçmen listelerinde 1277 hakim ve savcı yer alıyor. Adli yargı listelerinde, 12 binin üstünde hakim ve savcı mevcut.
Sonuçta diğer üyelerin de belirlenmesiyle yeni HSYK 25 Ekim’de oluşturulmuş olacak. Ve AKP çok ses çıkarmadan “işlerini yürütürken” diğer taraf “çığırmaya” devam edecek.
Referandumdan çıkan sonuç gelecekteki iki yüzyılı belirler mi bilinmez ama Fethullah’ın tespitini belirtmek gerek. Fethullah diyor ki “Bana deseler ki, son iki yüzyılda milletimizin geleceği adına yaptığı iyi bir şey söyleyin; ben bu referandumdaki ‘evet’i söylerim. Demokratikleşme adına bu referandum yirmi seçime bedeldir…” Fethullah’ın demokratikleşme aşkı göz kamaştırıcı, o kadar ki emperyalistlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı bile milletin geleceği adına yaptığı daha önemsiz bir “iş”. Ardından da büyük zafer kazanan komutan alçak gönüllüğüyle buyuruyor hoca: “Herkes üslubunu bir kere daha gözden geçirmeli. Bağırıp çağırmaktan, yırtınıp dövünmekten ve gırtlak ağalığı yapmaktan daha ziyade insanların hissiyatını da hesaba katarak hitap etmeye gayret göstermeli. Daha yumuşak ve sevgi alaşımlı bir üslup ve konuşma tarzı oluşturmalı.” Bu da Erdoğan’a nasihat olsa gerek…
Bu dönemin en çarpıcı gündemi ise kuşkusuz “türban”. Yeni CHP Başkanı’nın “iktidar olmak için tabanı genişletmek gerek” keşfiyle birlikte ortaya attığı “türban sorununu biz çözeriz” iddiası AKP’ye beklemediği bir fırsat sundu. Oysa Kılıçdaroğlu’nun hesabı bu vaadi seçimlere kadar sürdürmek ve oya dönüştürmekti. Ama burjuva siyasi acemiliğin “güzel” örneklerinden biri daha yaşandı ve AKP bu fırsatı kendi lehine çevirdi. Durumdan vazife çıkaran AKP tetikçisi YÖK Başkanı Özcan, türbanlıların dersten çıkarılmasını yasaklayıverdi.
Özcan’ın YÖK başkanlığına atanmasıyla birlikte zaten uygulanmayan türban yasağı artık fiili olarak tamamen ortadan kalkacak. CHP, bu fiili kalkışa çoktan razı olmuş durumda ama buna razı olmayan şimdi AKP. Ve Erdoğan ısrarla bu durumu güvence altına alacak yasal değişiklik istiyor ve CHP’yi samimiyetle, demokrasi testiyle sıkıştırıyorlar. Ne diyor Hüseyin Çelik “Bunun için yeni bir anayasa değişikliğine gerek yok. Birçok değerli hoca (kastettiği Ergun Özbudun) diyor ki bir yasal düzenleme de yapılabilir, bu yasal düzenlemeyi CHP Anayasa Mahkemesi’ne götürmezse yeter. Yeter ki CHP buna yanaşsın.” Yani yasal düzenleme yetmez, bir de bu durumu CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne götürmemesi gerek. Neden? Çünkü Anayasa Mahkemesi’nde aynı konunun tekrar görüşülebilmesi için 10 yıl geçmesi gerekli. Yani türbanı daha önce yasaklayan Anayasa Mahkemesi bir başvuru olduğunda bunu yasa gereği görüşmeyecek bile, zorunlu olarak reddecek. Ama başvuru olmazsa Anayasa’ya aykırı bile olsa durum işleyecek. Özal’ın dediği gibi anayasayı bir kere delsek ne olur, bunlar da Özal’ın çocukları ya.
Kendi kurdukları hukuk sistemlerine, hukuk kurallarına dahi uymak zorunda değiller. Ayrıca hatırlatmak gerek, sadece Anayasa Mahkemesi’nin değil türban konusunda Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de kararları mevcut.
Türban konusunda yaşanan saçmalıklar bunlarla sınırlı değil. Üniversiter alanda türbana teslim olan burjuva siyaset şimdi en önemli tehlikenin üniversite sonrası ve üniversite öncesi alanlarda yaşanacağı paniğine kapılmış durumda. Türbanıyla üniversiteden mezun olan doktor, hakim kamuda görev yapmak isteyince ne olacak? Türbanıyla lisede okumak isteyen kadınlara ne denecek? Bu durum kadının kılık-kıyafet özgürlüğü ya da kadının özgürleşmesi sürecinin ileri aşamaları olarak mı değerlendirilecek? Bunlar elbette ki yanıt bulunması gereken sorular ancak bunlardan çok daha önce ve çok daha önemli başla bir sorun mevcut; üniversiteye ne olacak?
Üniversite, sadece bilgiyi edinme ve kullanabilmeyi öğrenme mekanı olarak değerlendirdiğinde durum gayet uyumlu gözükür. Şu anki egemen kapitalist zihniyet açısından hiçbir sorun yok zaten. Çünkü bilimsel üretim; tüm insani değerlerden arındırılmış, toplumsal yarardan ayrıştırılmış sadece sermaye için gerekli teknolojinin geliştirilmesine indirgenmiştir. Bilimsel üretim, büyük ölçüde şirketlerin minik ölçüde de üniversiteler içinde oluşturulan ufak akademik grupların AR-GE faaliyeti olarak tüm topluma yutturulmaya çalışılmaktadır. Üniversite eğitimi alanların da soran, sorgulayan, özgür düşünmeyi içselleştirmiş bireyler haline getirilmesi gerekmemektedir. Var olanı öğrenen ve uygulayan olmaları yeterlidir. Tam da bu nedenle neoliberal ideoloji ile gerici ideoloji tam bir ittifak ve uyum içindedir. Ve birbirine muhtaçtır.
Türban, Erdoğan’ın yaptığı gibi kılık-kıyafet özgürlüğü alanında değerlendirilemez. Türban, kadının özgürleşme mücadelesinin bir parçası da değildir. Müslüman kadının özgürleşmesi “üç adım arkadan yürümeye/yürütülmeye” karşı çıkmaktan, imam nikahı uydurmacasıyla 3’üncü 4’üncü olmayı reddetmekten geçiyor; İslamın sözde kurallarını topluma yaymak için kılık kullanımından ya da kadın olmanın istismarından değil.
Türbanın üniversitede varlığı gerici ideolojinin üniversiter yaşamda kazandığı bir mevzidir. Şimdi ardından bu mevziinin tahkim edilmesi gelecektir. Gericilik yaygılaştırılmaya, örgütlenme olanakları arttırılmaya çalışılacaktır. Amaçlanan değişim sadece sosyal yaşam değildir. Üniversite öğrencisinin algılama, düşünme ve karar verme sistematiği bir bütün olarak değişime uğratılacaktır. Üniversitede hiçbir zaman bulunmaması gereken metafizik anlayış hakim kılınmaya çalışılıyor. Kılıçdaroğlu’ndan liberallere uzanan yelpazenin anlamadığı ya da izin verdiği süreç budur.
Bu dönemin bir başka gelişmesi Alevilerin zorunlu din eğitimine karşı verdiği mücadelenin öne çıkması oldu. Sadece bu konu bile AKP’nin ikiyüzlülüğünü ve bağnazlığını yeniden görmek için yeterli oldu. Ancak Alevilerin İslamcı liberal AKP iktidarına karşı çıkışı elbette ki demokratik bir hak talebidir ve ilericidir. Bununla birlikte, Alevilerin giderek netleşen ve sokağa yansıyan talepleri, genel olarak dinsel gericiliğe karşı eğitimin demokratikleştirilmesi çerçevesinde değil de sırf dinsel bir mezhebin kendini örgütleme girişimleri ve talepleri çerçevesinde kalırsa gericidir.
Eğitim şart. Ama nasıl bir eğitim? Piyasanın koşularına uygun tüm şartlarını kapitalist ihtiyacın belirlediği bir eğitimin ne olduğunu biliyoruz. Tüm aşamaları parayla satın alınabilen bir hizmet haline dönüştürülmüş, öğrenciyi/insanı özne olarak değil dükkandan mal satın almaya gelmiş müşteri olarak gören, eğitim alanının tüm bileşenlerinden veliyi, öğretmeni ve öğrenciyi daha çok sömürmenin yollarını arayan bir zihniyet. Gerici zihniyet de bundan farklı değil. Üstelik bu durumu bütünleyen özelliklere sahip. Mutlak “doğru”larla kuşatılmış, bu “doğru”ları sorgulamayı yasaklamış bir bütünleyen. Bununla birlikte tüm fen bilimlerini bu “doğru”nun kanıtlanmasının hizmetine veren, sosyal bilimleri ise bu “doğru”nun yayılmasının aracı olarak gören bir zihniyet bu.
Neye karşı çıktığımızı biliyoruz, kapitalizme ve gericiliğe; değiştirilecek çok şeyin olduğunun da farkındayız. Ne piyasanın gücü ne de gericiliğin sinsiliği halktan yana, sosyalizmden yana bir eğitim hakkı mücadelesini engelleyebilecek.