31 Ağustos 2010 gecesi Sky Türk’te MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener, BDP’nin referandumu boykot kararı üzerine oldukça heyecanlı bir şekilde uyarılarını yapıyordu: “Boykot kararı ‘biz kaç kişiyiz’ sayımıdır ve halkımız buna çok dikkat etmelidir.” Akşener partisinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin miting alanlarında HAYIR oyu istediğini fakat oyu ne olursa olsun tüm vatandaşları mutlaka sandığa gitmeye […]
31 Ağustos 2010 gecesi Sky Türk’te MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener, BDP’nin referandumu boykot kararı üzerine oldukça heyecanlı bir şekilde uyarılarını yapıyordu: “Boykot kararı ‘biz kaç kişiyiz’ sayımıdır ve halkımız buna çok dikkat etmelidir.”
Akşener partisinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin miting alanlarında HAYIR oyu istediğini fakat oyu ne olursa olsun tüm vatandaşları mutlaka sandığa gitmeye çağırdığını, her konuşmasında bunu özellikle vurguladığını hatırlattı ve sandık davetini ısrarla yineledi.
Oysa kapatılan Demokratik Toplum Partisi (DTP) önceli olan partiler on yıllardır seçimlere katılmaktadır ve oy sayıları ya da Meral Akşener’in deyişiyle “kaç kişi oldukları” üç aşağı beş yukarı bellidir. Yüzde 3 civarında oy alır, barajı geçemediğinden milletvekili çıkaramazlardı. Aslında, galiba çıkarmak da istemezlerdi, isteselerdi 2007 seçimlerinde olduğu gibi bağımsız adaylarla seçime katılırlardı. Bağımsız aday seçeneği bir anda, 2007’de akla gelmiş ve uygulamış değildir, sadece politikaları ve hedefleri gereği bunu tercih etmemişlerdir. Ayrıca 2007 seçimleri de kaç kişi olduklarının ölçüsüdür. Kaç kişi oldukları bilindiğine göre o halde Akşener ve Bahçeli’nin endişesi neden?
Demagoji ve yalan
Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere pek çok AKP’li yetkili ve onlardan çok daha fazla Taraf gazetesi yazarı da aslında Kürtlerin anayasa değişikliklerinin kendi yararlarına olduğunu bildiğini fakat genel olarak alınmış bir karardan ve tabii ki “örgüt baskısından” dolayı EVET oyu vermek yerine boykot siyasetini uygulayacağını söylemektedir. Bu yüzden Erdoğan’ın Diyarbakır mitinginde söyleyeceklerinin boykot kararının en azından gevşetilmesini sağlayacağını böylelikle EVET oylarının artacağını beklentisi dile getiriliyordu. On yıllardır seçim barajlarının ardına hapsedilen Kürtlerin oyu bu kez neden önemli oldu? Hele de boykot seçeneğinin EVET cephesine yarayacağı ileri sürülürken neden Kürtlerin boykot kararından rahatsız olunuyor?
Endişeliler
Siyasi arenada birbirine rakip olan tüm burjuva (bir kaç tane de işçi sınıfı partisi kurma iddiasındaki “sosyalist”) partileri, medyası, bürokrasisi boykot konusunda birden aynı safta buluşuverdi. Üstelik bayağı da endişeliler. Burjuvaziyle bürokrasi, AKP ile diğerleri aralarındaki rekabeti, mücadeleyi gelip anayasa değişiklikleri referandumu ile kesin ve mutlak galibiyete dönüştürmeyi düşünürlerken bir an bir başka rakip (ortak hedef), oyunun kuralını bozdu ve siz ya da ben seçeneğini dayattı. Endişe ve telaş bu yüzden. İşte bu yüzden hemen her konuda ayrı dururken boykota ve savunucularına birlikte vuruyorlar.
Korkuyorlar
Tayyip Erdoğan, Diyarbakır mitinginin akşamı Haber Türk’ten Yiğit Bulut ile özel bir söyleşi yapıyordu canlı yayında. Erdoğan, Diyarbakır’daki ilan tahtalarına (billboard) asılan BDP ilanlarında bir seçim sandığının üzerine çarpı işareti çizildiğini, bunun sandığı reddetmek anlamına geldiğini, dolayısıyla son derece anti-demokratik olduğuna sitayişle dikkat çekiyordu. Oysa Diyarbakır’a geleceği için miting alanı ve güzergahında bu ilanların olduğu ilan tahtalarının üzeri örtülerek AKP’nin ne kadar demokratik olduğu ele güne gösterilmişti. Erdoğan döne döne bu çarpı işaretine vurgu yaparken aslında Kürtlerin amacının referandumu reddetmek olduğunu propagandasını yapıyordu. Evet, amaç tam da buydu, zaten kendi partisi bu yüzden ilan tahtalarını üzerini kapatmıştı. Reddedilen bir oylama varsa orada reddedilen bir iktidar vardır ve bu öyle bir iktidardır ki talip olmaya bile değer görülmemektedir. Bu tavır da bu iktidara değer verenleri çıldırtmakta ve hırçınlaştırmaktadır. Fakat hepsinden önemlisi korkutmaktadır.
Boykotçu Lenin
Devletin tüm egemenleri ve burjuvazinin sağdan soldan tüm siyasi temsilcileri kendi kaderini tayin etme isteğini ifade eden bir halk oylaması haline dönüşecek boykot kararından bu denli endişeleniyorlarsa bu noktada sosyalistlere düşen görev boykot kararının yanlışlığını göstermek için Lenin’in Boykota Karşı yazısını yeniden çevirmek ve dağıtmak olmamalıdır. Boykot kararının yanlışlığını göstermek için Lenin’e sığınmaya, yazısının tefsirini yapmaya kalkışanlar öncelikle Akşener’in, Bahçeli’nin, Erdoğan’ın endişelerinin kaynağını sorgulamalıdırlar.
EVET ya da HAYIR diyen sosyalistler ve komünistler Kürtlerin mevcut iktidarın dışında olduklarının bilincine varmalıdırlar, ki yukarıda verilen birkaç örnekte olduğu gibi egemenler bunun fazlasıyla farkındadırlar. Kürtler halihazırda verili kurumun (anayasa ve değişen maddeleri için halk oylaması) biçimini değil varlığını reddetmektedirler.
1905 Rusya’sında kitlelerin bilinci ve mücadelesi yükselmiş, “devrimci temsil kurumu” olan Sovyeti oluşturmuştu. Bu esnada egemenler anayasal monarşi ve onun organı Duma’yı (Meclis’i) kitleleri devrime yönelmekten alıkoyup düzen içine çekmek için bir göz boyama aracı olarak öne sürmüşlerdi. Bu noktada boykot, düzenin değil devrimin tercih edildiğinin ilanıydı.
Bugün ise Kürtler mevcut yükselen mücadele ve bilinç düzeyiyle demokratik özerklik ve kurumlarını oluşturma aşamasında ve kararlılığındadır. Bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyecekleri tartışılabilir fakat bu aşamada boykot kararının doğruluğunu, haklılığını tartışmaya gerek yoktur. Anayasal rektifiyeye yönelen rejimin yeniden yapılanması yerine bu kulvarın dışına çıkılıyor ve yeni bir ulusal mücadele yoluna giriliyor, liberal-askeri temsil kurumlar yerine demokratik ve özerk kurumlar yaratılıyor. Biri varken diğeri neden boykot edilmesin?
Sovyet, intifada, serhıldan
Boykotun salt bir maraz çıkarma, kafa tutma, devrimci tavır türünden bir karşı çıkış olmadığını bir iktidarın reddedilmesi olduğunu vurgulamak için bir ayrıntıya yer vermek gerekiyor: “Devrimci temsil kurumu” tanımlaması 1905-7 için geçerlidir. 1917’de Lenin artık Sovyetin biricikliğini ve farklılığını keşfetmiş ve Sovyeti yeni bir iktidar organı olarak tanımlamıştır ve bu durumda mevcut burjuva devlet aygıtının ele geçirilmesi ve değiştirilmesini değil kullanılmaması/yıkılması gerektiğini savunmuş ve Sovyetin yeni bir devlet aygıtı, proletaryanın devleti, sönümlenecek bir devletin ta kendisi olarak ilan etmiştir. Lenin bunun 1905 yılında farkında olsaydı muhtemelen 1907’deki Boykota Karşı yazısında çok daha kesin ve belirgin ifadelere başvururdu tıpkı Devlet ve Devrim‘de olduğu gibi.
Kitlelerin mücadele için yarattıkları devrimci kurumlar salt mücadeleye ait işlevsel görevleri üstlenmemekte aynı zamanda iktidar ya da iktidar nüvesinin organları haline gelmektedir. İntifada ve serhıldan deneyimleri bu ikili karakterin birlikte oluşmasını tekrarlayan örneklerdir.
Sınıf bilinci için sınıf mücadelesi
Diğer yandan BDP’nin güçlü olduğu şehirlerin dışında işçi sınıfının buna hazır olmadığı, bilinç ve mücadele düzeyinin yüksek olmadığından hareketle boykot değil HAYIR demek gerektiğini savunan sosyalistler hiç de az değildir. Üç yıl önceki genel seçimlerde bağımsız adaylar kampanyası yapılmış ve İstanbul’dan Ufuk Uras meclise gönderilmiş, diğer adaylar ve kampanya konusundaki zaaflardan dolayı bu başarı pek çok yerde tekrarlanamamıştır. Fakat bu faaliyet sonucunda ciddi bir birikim, kitleler nezdinde meşruluk elde edilmiş, kadrolar da deneyim kazanmıştır. Bu zemin üzerine boykotu inşa etmek hiç zor olmayacaktır.
Ayrıca işçi sınıfını genelinin bilinci
bir anda yükselmeyecek ve eşitlenmeyecektir. Sınıfın en bilinçli kesiminin üç yıl önceki deneyiminden hareketle bu kesimin boykota hazır olduğu açıktır. Bu kesimin sınıf içinde boykotu dillendirmesi ve diğerlerini boykota çağırması sınıfın genelinin bilincinin yükselmesi ve eşitlenmesi için bir vesile değil midir? Başka türlü bilinçlenme nasıl olacak?
Buna ek olarak eğer sınıfın önemli bir kısmının bilinç düzeyi HAYIR aşamasındaysa o halde işçiler kendi çıkarlarına bir anayasal değişiklik teklif edilmediğinin farkındalar demektir. Onları bu noktadan iş güvencesi için mücadeleye çağırmakla boykota ikna etmek arasında uçurum bulunmamaktadır.
Üstelik boykot edilen Meclis değildir, işçi sınıfı temsilcilerini dört yıllığına Meclis’e göndermeyerek hiç olmazsa taleplerinin dillendirilmesi fırsatından da vazgeçmeyeceklerdir. Sadece 12 Eylül ruhunun her satırına kazındığı, burjuvazinin değişen ihtiyaçlarının tatmini için bir restorasyondan ibaret olan anayasa değişikliği paketini kabul ya da ret için tek atımlık barutunu bütün bir HAYIR cephesi içinde kullanacaktır. Fakat bir başka araçla, boykotla sadece oylama günü değil sonrasında da etkili olunacaktır. Çünkü egemenlerin iktidarına talip olacak kadar bile kıymet vermeyen işçi sınıfı ve ezilenler artık bunu gündelik hayatlarına da yansıtacaktır. İster işyerinde ister otobüs kuyruğunda olsun iktidar daima sorgulanabilir ve reddedilebilir olacaktır. İtibar bir kez kaybedilince eski haline getirmek çoğu kez mümkün değildir. Boykot ile toplumun en ezilen en sömürülen kesimleriyle dayanışma içinde girerek egemenlerin iktidarının dokunulmazlığı kaldırılacaktır. Bunun işçi sınıfına güç vermeyeceğini söyleyebilir miyiz?
Ayrıca önümüzdeki bir yıl içinde yeni bir genel seçimin olacağı da hatırlanacak olursa 2007’deki anlayışın ve mücadelenin sürekliliği ve daha güçlü hale gelmesi için referandumun boykot edilmesi çok önemli bir fırsat sunmaktadır. Egemenler boykot ile yenilgiye uğratılacak olursa, burjuvazi ve bürokrasi sorumlu arayışlarında birbirlerine kıyasıya saldıracak ve zaaflar oluşturacaklardır. Bunu ezilenlere fırsatlar sunmayacağı beklenebilir mi?
Boykot her yerde
Bugün Diyarbakır 1907 Rusya’sından çok 1905 Rusya’sına yakındır. Dolayısıyla Lenin’in boykot üzerine yazdıklarının bugüne uyarlanması için Diyarbakır hazırdır. Lenin eğer Diyarbakır’a gelmişse İstanbul, Gaziantep, Denizli ya da bir başka kente uğramaması beklenemez. Komünistler kitapların arasından sıyrılan, raflardan atlayan ve kütüphanelerden çıkan Lenin’i oralarda göreceklerdir. Sadece kitleleri ikna edebilecekleri konusunda kendilerine daha çok güvenmeli ve daha cesaretli davranmalılar.
3-4 Eylül 2010