Artık referandumda son düzlüğe girildi, son kozlar oynanıyor. Ve Erdoğan’ın son icraatları gösterdi ki AKP’nin EVET’i zor durumda. Erdoğan, Tokat’ta açıkladı; “Esnafın kullandığı kredi faiz oranı yüzde 13’ten yüzde 10’a çekildi. Bu oranın da yüzde 5’ini Hazine karşılayacak” . Erdoğan kamu çalışanlarına da müdahale etti; “memurlara yüzde 4+4 zam, 80 TL ek ödeme, 20+20 aile […]
Artık referandumda son düzlüğe girildi, son kozlar oynanıyor. Ve Erdoğan’ın son icraatları gösterdi ki AKP’nin EVET’i zor durumda. Erdoğan, Tokat’ta açıkladı; “Esnafın kullandığı kredi faiz oranı yüzde 13’ten yüzde 10’a çekildi. Bu oranın da yüzde 5’ini Hazine karşılayacak” . Erdoğan kamu çalışanlarına da müdahale etti; “memurlara yüzde 4+4 zam, 80 TL ek ödeme, 20+20 aile yardımı verildi”. Bunlarla yetinmedi Erdoğan, yaptırdığı anket çalışmalarında büyük şehirlerde HAYIR’ın önde olduğunu görünce son bir haftada “EVET afişinin yapıştırılmadığı duvar, EVET pankartının asılmadığı direk kalmadı”. Diğer yandan Hayır çalışmaları polis tarafından çeşitli şekillerde engellenirken polis teşkilatı EVET bilboardlarının başında 7 gün 24 saat nöbet tutuyor. AKP’nin sözde Avrupalı yüzünü temsil eden Egemen Bağış’ın ve Ahmet Davutoğlu’nun Büyükşehirlere salınması da bu operasyonun parçası.
AKP’nin yayın organı şeklinde çalışan Yeni Şafak, Vakit, Zaman, Star, Sabah bile yetmiyor artık. Taraf’ın “özel ajan” konumu zaten malum. Kim tarafından basıldığı belli olmayan milyonlarca illegal “evet gazetesi” sokakların zeminini kaplar oldu. Liberal soldan alınan desteğe güvenmeyen AKP tarafından referanduma mahsus kurulduğu açık olan sahte “demokrasi ve özgürlük platformu” Ankara’da belediye alt taşeronlarında çalışan işçilere işten atma (yani bertaraf etme) tehdidi ile bildiri dağıttırıyor. “Bertaraf olmaktan” korkan TÜSİAD üyeleri Doğuş’un ve Doğan’ın (son operasyon Radikal’e yapıldı) yayın organları da farklı değil.
Erdoğan korkmakta haklı. RP İstanbul İl başkanı seçildiğinden beri ilk kez ciddi bir yenilgi ile karşı karşıya. Üstelik 12 Eylül’de çıkacak bir HAYIR sadece kişisel karizmayı çizmeyecek aynı zamanda AKP açısından genel seçimler için de çok ciddi bir tehdit oluşturacak. Tam da bu yüzden Erdoğan sık sık “12 Eylül’de partileri oylamayacaksınız, referandum sandığında partiler yok” diyor. Bu söylem hem başarısızlığa şimdiden bir kılıf hazırlama hem de aklı sıra diğer parti seçmenlerinden oy kapma taktiği. Oysa referandum süreci çoktan bir seçim kampanyasına dönüştürüldü bile. Üstelik AKP iktidarı son haftaya girerken kesenin ağzını iyice açacak.
Referandum sürecinin genel seçim kampanyasına dönüştürülmesinde en az Erdoğan kadar Kılıçdaroğlu da özel bir irade gösterdi. Yapılmak istenen değişikliklerin içeriğine girmekten özenle kaçınma tavrı CHP’nin egemenlerle arayı bozmak istememesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü değişikler halk yararına değil sermaye lehine, egemenler lehine (yetmese de) güzellikler içermekte. Bu yüzdendir ki zaten “yetmez ama evet” söylemi en çok sermaye sınıfından ve çıkarları onlarla kopmaz bağlarla bağlı olanlardan yükseliyor. Ve CHP ısrarla yargı dışındaki maddeleri ana gündem haline getirmiyor. Kılıçdaroğlu da siyasi taktikleri öğrenme sürecinde hızla ilerliyor. Siperde poz vermekten, türbanı çözecek adam misyonunu edinmeye kadar. Ancak en “çarpıcı” örneğini “genel af” önerisiyle sergiledi. Lafın kendisi çok büyük olduğu için Kılıçdaroğlu’nun ön şartları yeterli ilgiyi görmedi. Kılıçdaroğlu’nun genel af için iki önemli ön şartı var; PKK’nin tümden silah bırakması ve genel affın Meclis’ten mutabakatla çıkması. MHP’yi ve AKP’yi saymayalım, CHP’nin içinden Abdullah Öcalan’ın affına mutabık olacak kaç milletvekili çıkar?
Kürt hareketinin, referandum sürecinde izledikleri taktik ise “şimdilik” başarısız oldu. Referandumu koz olarak kullanıp hükümetten bir şeyler koparma taktiği, Erdoğan’ın istediğini almasıyla çıkmaza girdi. Üstelik bu süreç BDP’ye güç de kaybettirdi. Süreci kısaca hatırlarsak; PKK’nin askeri eylemlerinden bunalan AKP hükümeti Öcalan’a temsilci gönderip ateşkes ilan edilmesini sağlamıştı. Ancak hemen arkasından Erdoğan bu görüşmenin arkasında durmayıp, reddetti. Ona göre hükümet değil, devlet görüşmüştü (görüşmeyi yapan MİT Müsteşarı, müsteşarı atayan kim? Başbakan Erdoğan. Müsteşar kime bağlı? Başbakan Erdoğan’a). Bununla yetinmedi elbette, “Kürt burjuvazisine” EVET açıklamasını da yaptırıverdi. Öcalan’ın, Kürt işadamlarının “evet oyu kullanacağız” açıklaması karşısında sorduğu “bunlar bu cesareti nereden alıyorlar?” sorusunun yanıtı ise belli; “ulusal birliği sağlama” projesi adı altında yürütülen, zımnen evet anlamına gelen boykot tavrından. Bu arada Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun “genel af” önerisini fırsat görüp “tek devlet, tek millet, tek dil” taktiğiyle hızla MHP ve CHP kitlesine dönüverdi. Kürtlere ise genel seçimden sonra yapılması vaat edilecek “yeni anayasa” kandırmacası kaldı. Zaten Diyarbakır’da ne laflar edilip ne sözler verilmedi ki.
“Yeni Anayasa” vaadi AKP için zaten her seçim dönemi alışkanlık haline getirdiği taktik. Hatırlanacağı gibi en son seçimden önce de bu vaadi yapmış hatta seçimden sonra yani 2007’de Burhanettin Kuzu’ya yeni anayasa taslağı hazırlatmıştı. Ancak bu taslaktan sadece “türban” maddesi Meclis’in gündemine getirilmişti. AKP için yeni bir anayasa ihtiyacı ancak bu referandumdan Hayır çıkması ile oluşabilir. Onu da zaten uluslararası talepleri kastederek Davutoğlu son açıklamasında “bunlar zorunluluk, şimdi yapmazsak bir-iki yıl sonra yapmak zorundayız” diyerek itiraf ediyor.
Referandum sürecinin daha şimdiden en Hayırlı sonuçları ise sol cenahta yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek. Sol, uzun yıllardır neredeyse ilk kez tüm ülkenin gündemi olan somut bir durum karşısında politika üretmek zorunda kaldı. Her sol grup kendi ideolojik ve politik çizgisinden yaptığı çıkarımla açık bir pratik tutum aldı ve bu tutumu açıklayıp, örgütledi. Ve bu süreç sol grupların üretim kapasitelerini, kendileri gibi olmayanları etkileyebilme, değiştirebilme gücünü test etme olanağı sundu. Sol ideolojilerin arayıp da bulamadığı aslında böyle ortamlardır, kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlama olanağına sahip olur. Politik üretim sokağa çıkar, sokakta mücadele eder ve sokağı dönüştürür. Eğer sokakta işe yaramıyorsa sorgulanmaya ihtiyaç duyar ya da bir kenara atılmaya…
İşte bu “hayatın gerçekleri” işe yaramayan sol ideolojileri en tartışmasız haliyle faş etmiş durumda. Bunların başında da kendisini “sol liberalizm” diye adlandıran ideoloji ve savunucuları geliyor. Adını da koyalım; bir kısmı kendilerine ‘özgürlükçü sol’ da diyen EDP ve yandaşları. Evet’i AKP’den daha canhıraş savunan bu şahısların KESK’i işlevsizleştirmesi ve hatta komik duruma düşürmeleri ortada. Ufuk Uras kendi seçmen bölgesinin sokaklarına insin de halkı “evet”e ikna etmeye çalışsın. Kendisine oy verenlerin kaçta kaçını ikna edebilir? Ya da Baskın Oran. Kuru gürültüyle eşitlik, özgürlük, kardeşlik nutuklarıyla oy toplayanların ideolojileri gerçek hayatta neye karşılık geliyormuş, biline. Bu süreçten sıyrılmaması gereken birileri daha var elbette; bunları solcu diye bize, halka pazarlamaya çalışanlar.
Hesap dökümü yapması gerekenler sadece bunlar değil: Egemenlerin yapmak istedikleri değişiklikleri anlayamayan, kavrayamayan, solculuğu en uçta durup birbiriyle rekabet etmek olarak anlayan, devrimci misyonu kendinden daha gelişkin olarak gördüğü bir siyasi harekete tabiiyet olarak zannedenler. Yani boykotçuların önemli bir bölümü. En azından, bu süreçte alınan tutumun yaratacağı sonuçların “özeleştiri gerektirebileceğini” unutmamak gerek.
Toplumsal hafıza sadece siyasal grupların referandumda aldıkları tavrı hatırlamayacak, aynı zamanda tavrını açıklay