Üç seçimden biri sonlandı. Şimdi ileride iki tane seçim; genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimi var. Her seçim bir sonraki düşünülerek, bir sonraki seçim de bir öncesiyle birlikte planlanmak zorunda. Sistemin bütün siyasi aktörleri de elbette kendi çapları ölçüsünde bu zorunluluğa göre hareket ediyorlar. Ve bu durum “doğal olarak” sistemi, “olağan” işleyişinden çıkarıyor/çıkaracak. Ve özellikle genel […]
Üç seçimden biri sonlandı. Şimdi ileride iki tane seçim; genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimi var. Her seçim bir sonraki düşünülerek, bir sonraki seçim de bir öncesiyle birlikte planlanmak zorunda. Sistemin bütün siyasi aktörleri de elbette kendi çapları ölçüsünde bu zorunluluğa göre hareket ediyorlar. Ve bu durum “doğal olarak” sistemi, “olağan” işleyişinden çıkarıyor/çıkaracak. Ve özellikle genel seçimler süreci bu “olağandışılığın” en belirgin yaşanacağı dönem olacak; hatta olmaya başladı bile.
Burjuva parlamenter sistemlerde (en göstermeliğinde bile) seçimler, varolan siyasal dengelerin/güçlerin kendini açığa çıkardığı bir parametredir. Ve yeni dönem, bu denge/güç ilişkisi gözetilerek kurulur. Çoğu durumda gözetilmenin de ötesinde bizzat bu yeni denge/güç ilişkisi tarafından kurulur. Ülkemizin içinde bulunduğu siyasal, sosyal değişim ve ekonomik dönüşüm süreci düşünüldüğünde ise, gerek egemenler gerek onların temsilciliğine soyunan güçler açısından bu seçim dönemleri birkaç kat daha önemli hale gelmektedir.
Genel seçimde alınacak sayısal sonucun bu kadar önemli olduğu bir süreçte de doğal olarak her adım bu hareket noktasından başlayarak atılıyor. Dolayısıyla bu dönemdeki gelişmelere, önerilere, icraatlara bakarak sistem ve ülke hakkında kalıcı, yapısal değerlendirmelerin yapılması doğru değildir. Özellikle AKP’nin tutumu özenle izlenmelidir. Dikkat edilirse, referandum sonrası genel seçimlere giden süreç, AKP hükümetinin doğrudan siyasal gündem manipülasyonu ile başladı. Yeni anayasa, başkanlık sistemi ve iki partili sistem tartışmaları bu güdümlemenin başlıkları oldu. Oysa bu başlıkların bu dönem için hiçbir değer taşımadığı ortada. Bir yıl içinde yeni bir anayasa yapacak olan AKP neden son bir yılını birkaç anayasa maddesi değiştirmek için kullandı? İftardan kalan ve sahurda ısıtılan temcit pilavı misali, başkanlık sistemi tartışması Özal’dan kalan en değerli miras. Kürt sorunu üç ay içinde çözülür ve yine bu üç ay içinde bu ülkenin “Türkleri” kendine Türk demekten vazgeçerse MHP’siz, iki partili sistem oluşur!
Hatırlanacağı gibi AKP, bundan önceki iki seçim dönemine de yeni bir anayasa vaadi ile başlamıştı. Erdoğan, bu taktiğin başarılı olduğunu biliyor ve bu vaadinin asıl amacı, halkın yeni anayasa talebinden değil egemenlerin ihtiyacından kaynaklanması. Erdoğan sürece egemenlerin talepleriyle ortaklaşarak başlıyor. Gerçekte yeni bir anayasa yapılıp yapılmayacağına ise seçim sonrası oluşacak “yeni” güç/denge ilişkileri ve o dönemki “acil” ihtiyaçlara bakılıp karar verilecek. Bu süreçte rolünü kaptırmak istemeyenlerin başında da TÜSİAD ile temsil edilenler geliyor. Ümit Boyner’in, Tunceli’yi Dersim olarak adlandırması, Orgeneral Muğlalı Kışlası’nın isminin değiştirilmesi önerisi, Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerden dolayı özür dilenmesi talebi kendi gerçek çıkarlarını dile getirmek yerine toplumsal talepleri suistimal etmek olarak algılanmalı.
Başta Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç’ın son kez milletvekili seçilecek olmaları (AKP tüzüğüne göre üst üste en fazla üç kere milletvekili olunabiliyor) ve Abdullah Gül’ün de cumhurbaşkanlığı görev süresinin dolacak olması, seçimden sonraki süreci dolayısıyla seçimlerin kazanılmasını AKP açısından kat be kat önemli hale getirmekte. Dolayısıyla AKP’nin mutlak hedefi, sayısal çoğunluğunun ve oy oranının altına hiçbir biçimde düşmemektir. Bu zorunluluk da zaten pragmatizmiyle tüm siyasal sürece damgasını vurmuş Erdoğan ve AKP için artık zincirlerinden boşalma anlamına gelecek. Bu sonucu almak için her şeyi yapacaklar.
Gündem manipülasyonuyla başlayan bu süreçte, icraatlara da girişildi. Referandum sürecini ve sonuçlarını en iyi şekilde değerlendiren AKP, ilk olarak milliyetçi-gerici tabandaki rakiplerine girişti. BBP’yi yedekleyip, Saadet Partisi’nin bölünmesini elerini ovuşturarak “izliyor”. MHP’yi zayıflatma operasyonu ise seçimlere kadar devam edecek, durumun vahametini anlayan Bahçeli ve şürekâsı ise şimdiden “yandım anam” demeye başladı. MHP’nin tamamen tasfiye edilmesi ne mümkün ne de ihtiyaç. BBP’nin tasfiye edilmesi mümkün ama ihtiyaç değil. SP’nin tasfiyesi ihtiyaç ama mümkün değil.
Erdoğan elbette bunlarla yetinmeyecek. CHP’yi boş bırakacağını düşünmek safdillik olur. CHP’ye olan ilgisi şimdilik türbanla sınırlı. Başka hiçbir şeyde yapmadığını Kılıçdaroğlu’nun türban açıklamasıyla yaptı Erdoğan. “Türban”ın seçim sürecinde iyi bir getiri olacağını bilen ve bunu Kılıçdaroğlu’na kaptırma ihtimalini bile göze alamayan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu ufak odalarda sıkıştırmaya başladı.
Bu dönem aynı zamanda devlet kasasının hem talan hem peşkeş çekilmesi dönemi olarak da değerlendirilecek. Esnafa vergi affından teşviklere, sahte indirimlerden sadaka dağıtmaya kadar pek çok yol ve yönteme girişilecek. Referandumdan iki gün sonra yapılan Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısında ve 7 Ekim’de yapılacak üçlü Danışma Kurulu’nda şekillenecek olan halka ve emeğe yönelik saldırı programı hayata geçirilecek. AKP, 1 Ekim’de meclisin açılmasıyla başlayan süreçte planını netleştirdi. 2011 bütçesi ve anayasa değişikliğinden doğan yasal düzenlemelerin yıl sonuna kadar tamamlanması. En acilinden, HSYK’dan başladılar bile. Kıdem tazminatlarından özel istihdam bürolarına, sendikalar yasasından bütçenin düzenlenmesine kadar bir dizi adım atılacak. Yüksek mahkemelerin kamu yararına yerindelik denetimi yapabilmesinin engellenmesinden sonra kamusal kaynakların sermayeye peşkeş çekilmesin hızlandırılması sağlanacak. Tıpkı emeğin örgütlenmesini zorlaştıran iki sendikaya birden üye olabilme gibi adımların hızlandırılmasında olduğu gibi.
İşin asıl önemli kısmı ise Kürt sorunundaki gelişmelerde yaşandı/yaşanacak. Kürt sorunu karşısında atılacak her adımın, seçimlerde alınması planlanan sonuçlardan bağımsız düşünülmesi imkansız. Hatta her adım bu planlar üzerinden atılacaktır. Sorunun ya da çözümün olası ilerleyişi alınması düşünülen “oy”a göre belirlenecektir. Çünkü AKP’nin, emperyalistlerin onayıyla oluşturduğu “Kürt sorunu çözüm planının” en önemli ayağı Kürtlerin AKP’lileştirilmesidir. Ve bunun somut kanıtı oy sayısıdır. Kürt siyasi hareketi için ise bu genel seçimlerde 20 milletvekilinden az çıkarmak kesinlikle çok büyük bir başarısızlık olur. Seçim barajı düşünüldüğünde bağımsız adaylarla ulaşılacak sınır zaten 25 civarında. Her adım bu iki yönlü baskılanma altında atılmaktadır. Son dönemdeki gelişmeler ise sanki böyle bir baskılanmadan kaynaklanmıyor, süreç olağan ritminde ilerliyor şeklinde algılanmamalı. Kürt sorunundaki üç kritik dönem 93, 99 ve 2010 değerlendirilmesi yapılırken bile bu sürecin istisnai özellikleri göz önünde tutulmalıdır.
Bu sürecin inisiyatifi kuşkusuz egemenlerin dolayısıyla AKP’nin elinde. Yaklaşık 8 yıllık iktidarının ancak 6. yılında, o da Obama’nın gelişinden hemen sonra ve üstünkörü olarak BDP ile görüşen Erdoğan, şimdi kapılarını birdenbire açıverdi. Kürt siyasi hareketi ise bir taraftan egemenlerin yaşadığı kaçınılmazlıklardan yararlanmaya çalışırken diğer taraftan pazarlık gücünü artırmak için kendisini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Referandum için üretilen boykot tavrı bu çabanın ürünüdür. Ancak başarısız olmuştur. Başarısızlığın üç temel kanıtı mevcut. İlk kez Kürt coğrafyasında farklı bir siyasal tavır deklare edilmiş ve bu tavır örgütlenmiştir. “Evet” tavrı Kürt burjuvaz
isinin önemli bir kesimi için birlikte davranma nedeni sağlamıştır. Boykot sayısal olarak başarısız olmuştur. Bir önceki seçime katılmayanlar oranı düştüğünde BDP’nin aldığı oya yaklaşamamıştır. Son kanıt anayasa maddelerinin yorumlanmasında kendini göstermekte ve Öcalan’ın şaşırmasında saklı. Hatırlanacağı gibi Kürtçe eğitim hakkı için yapılan bir haftalık boykot üzerine Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, “bu eylemin yeni anayasa değişikliklerine göre çocuk istismarına girdiğini ve anaysal suç olduğunu” söyledi. Bunun üzerine Abdullah Öcalan, “böyle yorumlanacağı hiç aklıma gelmemişti, kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı” şaşkınlığını yaşadı.
Boykot tavrı asıl olarak Ahmet Türk’ün “ulusal birlik projesi” diye açıkladığı genel stratejinin bir parçası idi. Benzer bir biçimde ana dilde eğitim hakkının bu dönem öne çıkarılması da bu projenin parçası. Anlaşıldığı üzere Kürt siyasi hareketinin bu dönem boyunca izleyeceği çizgi de Kürtlerin tamamının (özellikle PKK’nin kapsayamadığı kesimlerin) kabul etmesi beklenen taleplere dönüşecek. Eylemsizliğin seçimlere kadar uzatılması tercihinde de kuşkusuz bu durum etkilidir.
Kürt siyasi hareketi için böylesi bir ilerleyiş, manipülasyona açık, burjuvazinin etkinliğinin ve belirleyiciliğinin giderek arttığı bir dönemi getirecektir. Daha da önemlisi Batı’daki demokratik muhalefetle oluşturulan ortak mücadele gündemlerinin ayrışmasına yol açacaktır. Zaten gizli bir biçimde var olan “batıdaki tüm sol siyasal, demokratik muhalefeti Kürt hareketine yedeklemeye çalışan zihniyet” iyice belirgin hale gelecektir.
Egemenlerin PKK’yi tasfiye etme planından hiçbir biçimde vazgeçmeyecekleri ortada. Gerek MİT Müsteşarı Fidan’ın ABD ilişkileri, gerekse İçişleri Bakanı’nın Kuzey Irak ziyaretleri PKK’yi sıkıştırma planının parçaları. AKP seçim dönemini, cenazelerin Batı’ya gelmediği bir dönem olarak geçirmek istiyor. Ve aynı zamanda kendi “STÖ”leri aracılığıyla bölgedeki etkinliğini arttırmayı düşlüyor. Yeni anayasa vaadini de canlı tutma yalanını unutmamak gerek. Buna verilecek; Kürt burjuvazisiyle birlikte fabrika açılışına katılmak, Fethullahçı işyerlerini yakmak ve tüm Kürtleri kapsayacak ortak talepler bulmak gibi yanıtlar yeterli olacak mı?
Kürt siyasi hareketi, CHP Kürt sorununun çözümünde “güvenilir” bir aktör olmadığı sürece AKP iktidarını her zaman tercih edecektir, AKP’ye her zaman “muhtaç” olacaktır. CHP de Kürt sorununun çözümünde etkin bir rol oynayacağını emperyalistlere kanıtlayamadığı sürece “gerçek” bir iktidar asla olamayacaktır. Ancak bu iki zorunluluğa rağmen bu denklemden olumlu bir sonuç çıkmıyor, çıkamaz da. Kılıçdaroğlu’nun hiçbir atraksiyonu bu seçim döneminde sonuç vermez. Bunun için en az 10 şart sayılabilir ki bunlardan sadece birini belirtmek yeterlidir. CHP’de barut yok, yani gürültü koparacak lafı bile yok.
Bu dönemin diğer kritik gelişmelerinin başında ise zavallı Hanefi Avcı’nın acınası durumu geliyor. Hanefi Avcı’yı bir meczup yani bir ideal (saçma) uğruna kendinden geçmiş biri olarak değerlendirmenin doğru olmayacağı ortada, her ne kadar “herkes” böyle bir değerlendirme yaptırmaya çalışıyor olsa da. Devlet içindeki yeniden yapılanma kendi çocuklarını yiyor, eski çocukları temsil etmek de mahallenin işkenceci delisine kaldı. Faş edilen durum devlet içindeki koltuk kapmacanın eriştiği durumu göstermesi açısından ibretlik. Bu yaşananların en iğrenç tarafı da işkencenin ve işkencecinin meşrulaşması oldu. Bunun yanında herkesin ders alması gereken bir süreç bu elbette. Fethullahçılar daha da gizlenme dersini çıkarmıştır, bunlara karşı çıkacak olanlar değersizleştirme sonucunu göze almak ama şantaj yapma gücünü arttırma avantajını sağlamışlardır. Pekiyi ya solcular ne ders alacak?… Solculuk bir iş midir? Ya da örgütsel çıkarlar her şeyi mubah yapar mı? Solculuk, ilk önce sağlam bir ideale ve sağlam prensiplere sahip olmaktır. Bunlar sol jargonu ezberleyerek kazanılmaz. İğrenç bir işkencecinin kitabını basmak, iğrenç bir işkenceciyle barışmak hangi ideal ile hangi prensiple açıklanabilir?
Devrimciler bu döneme sadece idealleri ve prensipleriyle değil aynı zamanda politik programları ve faaliyetleriyle de damga vurmak zorunda. Üstelik içine girdiğimiz dönemin çok daha fazla manipülasyona dayalı olacağı, “sözde” büyük siyasal sorunların ve “sözde” büyük siyasal güçlerin etkinliğini arttıracağı düşünüldüğünde halkın bağımsız gündemini oluşturmak ve yaygınlaştırmak çok daha elzem. Siyasal iktidarı değiştirmeyi amaçlayan bir halk muhalefeti, halkın haklarını kazanma mücadelesi ile yaratılabilir. Ne kapıda içki içme rahatlığını savunmaktan, ne türbana yeni açılım getirme modasından, ne mezhep taleplerinden ne de parlamentoya girme hedefi içeren saftirik planlardan medet umulamaz.
Önümüzde somut, gerçek bir toplumsal sorun duruyor; Eğitim. AKP iktidara geldiği günden itibaren eğitim alanını yağmaya, pazara ve kaosa sürükledi. Bu süreci bilerek ve isteyerek örgütledi. Eğitimin yapılandırılması ve müfredatıyla hiçbir bilimsel projeye bağlı kalmadan sürekli oynadı. Sözde dershaneleri kaldırmak için Seviye Belirleme Sınavı diye bir şey icat etti, dershane sahiplerini ihya ettikten sonra bu sistemi kaldırdığını açıkladı. Bu süreçte yüzbinlerce çocuğun geleceğine doğrudan ve olumsuz bir etkide bulunmasının hesabını vermeden ilerledi. Bu süreçten ders almak yerine aynı yap-boz oyununu eğitim alanının tamamında sürdürüyor. Öğrenci velilerinin tamamı değişen eğitim şartlarını, sınavların özelliklerini takip bile edemiyor.
Öğretmenlik AKP iktidarında tam anlamıyla sıradan bir mesleğe dönüştürüldü. Artık neredeyse hiçbir öğretmenin gerçek sorunu, sorumluluğundaki öğrencilere iyi bir eğitim vermek değil, öğretmenler; ek iş aramakla, iş güvencesi istemekle, maaşına zam beklemekle, iyi pazarlık yapma yeteneklerini geliştirmeyle “meşgul”.
Sınav yolsuzlukları, adam kayırmalar artık tamamen meşru görülmeye başlandı. Güvenilecek tek bir kurum, sadece çalışılarak elde edilecek tek bir başarı neredeyse kalmadı.
Üniversitelilerin, liselilerin, ilköğretim öğrencilerinin başta parasız eğitim olmak üzere sağlık, beslenme, güvenli ve parasız ulaşım, üretken bir sosyal yaşam, yaşanabilir bir çevre, özgür ve demokratik bir işleyiş talepleri tamamen görmezden geliniyor. Ana dilde eğitim hakkı ise elbette çok önemli ancak bu çerçevenin içinde sadece bir başlık daha.
Onların gündemini kabul etmek yerine biz onlara kendi gündemimizi dayatalım…