Lenin’in 1907’de Üçüncü Duma seçimlerinde Boykot tavrını benimseyip benimsememe konusunda kaleme aldığı yedi bölümlü “Boykota Karşı” makalesinin ilk üç bölümünün çevirisini geçen hafta yayınlamıştık. Aşağıda makalenin diğer dört parçası bulunuyor. 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu ekseninde süren tartışmalarda kimi zaman referans da verilen bu metnin bütününü yeniden çevirip yayınlamanın anlamlı olacağını düşünmüştük. İlk üç […]
Lenin’in 1907’de Üçüncü Duma seçimlerinde Boykot tavrını benimseyip benimsememe konusunda kaleme aldığı yedi bölümlü “Boykota Karşı” makalesinin ilk üç bölümünün çevirisini geçen hafta yayınlamıştık. Aşağıda makalenin diğer dört parçası bulunuyor.
12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu ekseninde süren tartışmalarda kimi zaman referans da verilen bu metnin bütününü yeniden çevirip yayınlamanın anlamlı olacağını düşünmüştük. İlk üç bölümün çevirisi, yoğun ilgi gördü ve olumlu olumsuz pek çok tepki aldı. Yeniden hatırlatmakta fayda var. Bu metni şablon olsun diye değil, şablonculuğun bir eleştirisi olarak yayınlıyor, okurun da bu şekilde değerlendirmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Marksist literatürden çevirilerin gördüğü ilgi, “1908 Devriminin 100. yılı” tartışmalarında Troçki ve Rakovski çevirileriyle başlattığımız Luxemburg ve Lenin’le sürdürdüğümüz mütevazı çabayı daha da ilerletmek konusunda Sendika.Org’a cesaret veriyor. Bundan sonraki çeviri çalışmalarında da okurların ve gönüllülerin eleştiri ve katkılarını dikkate alacağız. İyi okumalar… Sendika.Org
IV.
Böylece, boykotun uygulanabilirliğinin koşulları, hiç kuşku yok ki, hâlihazırda mevcut nesnel durumda aranmalıdır. Böyle bakıldığında, 1907 Güzü’nü 1905’le karşılaştırarak bugün bir boykot çağrısı için hiçbir zemin bulunmadığı sonucundan başka bir yere ulaşamayız. Doğrudan devrimci çizgi ile anayasal monarşist “zikzak” arasındaki ilişki açısından da, kitlesel yükselme açısından da, anayasal gözboyamalara karşı mücadele gibi özel amaçlar açısından da, mevcut koşullar, iki yıl öncekinden keskin bir şekilde farklıdır.
O dönemde, tarihte yaşanacak monarşist-anayasal sapma, bir polis vaadinden başka bir şey değildi. Oysa şimdi gerçektir. Bu gerçekten söz etmemek, hakikatten tuhaf bir biçimde korkmak anlamına gelir. Ve bu gerçekten bahsedilmesinden, Rus devriminin sona erdiği sonucunu çıkarmak yanılgıdır. Hayır, böyle bir sonuç çıkarmak için hiçbir zemin yoktur. Bir Marksist, nesnel koşullar öyle gerektirdiğinde, doğrudan devrimci ilerleme çizgisi için savaşmak zorundadır. Ancak tekrar ediyoruz ki bu, aslında çoktan açık seçik bir şekil kazanmış olan zikzakları hesaba katmayacağız anlamına gelmez. Bu anlamda Rus devriminin seyri, hayli belli olmuştur. Devrimin hemen başında kısa ancak olağanüstü geniş ve şaşırtıcı derecede hızlı bir yükselme çizgisi görüyoruz. Bunu Aralık 1905 kalkışması ile başlayan aşırı yavaş ancak sürekli düşüş halinde bir çizgi izlemektedir. Önce kitlelerin doğrudan devrimci mücadele dönemi, ardından monarşist-anayasal sapma dönemi gelmektedir.
Bu, bu sonuncusunun son sapma olacağı anlamına mı gelir? Devrimin sona erdiği ve “anayasal” dönemin yerleştiği..? Yeni bir yükseliş beklentisine girmek ya da onu hazırlamaya çalışmak için geçerli bir neden olmadığı..? Programımızın cumhuriyetçi karakterinin yırtılıp atılması gerektiği..?
Asla! Ancak Kadetlerimiz gibi, köleliğe ve dalkavukluğa hazır, âdi liberaller böyle bir sonuç çıkarırlar. Hayır, bu yalnızca, her açıdan, programımızın tümüne sahip çıkıp, devrimci görüşlerimizin hepsini koruyarak, doğrudan taleplerimizi, mevcut nesnel durumla aynı hizaya getirmemiz gerektiği anlamına gelir. Devrimin kaçınılmazlığını ilan etmeyi, kışkırtıcı yayımlarımızı her gün sistematik ve düzenli olarak çıkarmayı, bu amaçla, devrimimizin en iyi çağının devrimci geleneklerini muhafaza etmeyi, onları işleyip, liberal asalaklardan temizlemeyi sürdüreceğiz. Mamafih, can sıkıcı monarşist anayasal sapma üzerindeki günlük yavan işlerimizi yapmayı da reddetmeyeceğiz. Hepsi bu! Yeni, kapsamlı bir yükselme için çalışmalıyız. Ancak boykot çağrısı ile körü körüne toslayıp durma zeminimiz bulunmuyor.
Söylediğimiz gibi, bugün Rusya’da herhangi bir anlam ifade edebilecek tek boykot, aktif boykottur. Bu, pasifçe seçimlerde yer almamayı değil, doğrudan devrimci saldırı hedefiyle seçimlerin tamamen görmezden gelinmesini gerektirir. Bu anlamıyla boykot, kaçınılmaz olarak en diri ve kararlı saldırı çağrısına karşılık gelir. Böylesine geniş ve genel bir yükselme durumu, öyle bir yükselme ki, o olmaksızın boykot çağrısının anlamsızlaşacağı, hâlihazırda mevcut mudur? Elbette değildir.
Genel olarak ifade etmek gerekirse, yapılacak “çağrılar” söz konusu olduğunda, günümüzdeki nesnel koşullar ile 1905 Güzü’ndeki koşullar arasındaki farklılık en çarpıcı olanıdır. Daha evvel de belirttiğimiz üzere, o dönemde, geriye doğru bir yıl boyunca hiçbir çağrı yoktur ki, kitleler karşılık vermemiş olsun. Kitle saldırısının şiddeti, örgütlerin çağrılarının önüne geçmiştir. Şu anda ise, çağrıların hepsinin, kitleler tarafından sistematik olarak yanıtsız bırakıldığı bir sessizlik dönemindeyiz. Witte Duması’nı yıkalım çağrısında (1906’nın başlarında), Birinci Duma’nın feshinden sonra yapılan çağrıda (1906 Yazı’nda), İkinci Duma’nın feshine ve 3 Haziran 1907 darbesine karşı mücadele çağrısında yaşanan buydu. Bu son olaylar hakkında, Merkez Komitemiz’in broşürlerine[1][ ] bakın. Orada yerel koşullar altında mümkün olan her türlü (gösteriler, grevler ve mutlakiyetçiliğin silahlı güçlerine karşı açık mücadele gibi) doğrudan mücadele çağrısı yapıldığını göreceksiniz. Bu şifahi bir çağrıydı. Kiev’de ve Karadeniz donanmasında 1907 Haziranı’ndaki başkaldırı ise eylem yoluyla yapılan çağrıydı. Bunların hiç biri kitlesel ilgi uyandırmadı. Eğer devrime karşı gerici saldırıların en çarpıcı ve doğrudan göstergeleri -iki Duma’nın feshi ve darbe-, bir ayaklanmayı harekete geçiremiyorsa, boykot ilanı şeklinde aynı çağrıyı doğrudan tekrar edip durmanın ne gibi bir anlamı olabilir? Nesnel durum, “ilân”ın yalnızca kuru gürültü olmak tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gösterecek kadar açık değil mi? Mücadele istim üstündeyken, yayılıp büyüyor, her yanda çoğalıyorken böyle bir “ilân” meşru ve gereklidir; o zaman devrimci proletaryanın ödevi böyle bir savaş çığlığını yükseltmektir. Ancak böyle bir mücadeleyi icat etmek ya da yalnızca savaş çığlığı ile başlatmak imkansızdır. Bütün mücadele çağrılarının boş olduğu ortaya çıktığında -ki pek çok durumda doğrudan bizim tarafımızdan sınanmıştır-, kavga çağrılarını mümkün kılan koşullar ortaya çıkana kadar, bir şiarın “yükseltilmesi” için ciddi bir zemin arayışına girmemiz olağandır.
Sosyal-Demokrat proletarya, boykot şiarının doğru olduğuna ikna edilmek isteniyorsa, kimse kendini zamanında büyük ve şanlı devrimci rol oynamış laf kalabalığına kaptırmamalıdır. Nesnel koşullar, böyle bir şiarın uygulanabilirliği için değerlendirilmeli ve bunu başlatmanın kapsamlı, evrensel, güçlü ve hızlı devrimci yükselişi gerçekleşterecek koşulların varlığını dolaylı olarak varsaymak anlamına geldiğinin farkında olunmalıdır. Ancak şu anda içinde bulunduğumuz gibi dönemlerde yani devrimin geçici sessizlik dönemlerinde, bu koşullar hiçbir şekilde dolaylı olarak varsayılamaz. Bu koşullar doğrudan ve belirgin bir şekilde tespit edilip, hem kişinin kendisi için hem de işçi sınıfının tamamı için açık olmalıdır. Aksi halde, ya doğru anlamlarını bilmeden büyük laflar etme ya da açıkça konuşmaktan ve bir şeyi adıyla anmaktan kaçınma riski ile karşı karşıya kalınır.
V.**
Bu bölüm, Lenin: Marks-Engels-Marksizm, Çev. Vahap Erdoğdu, Ankara: Sol Yayın
ları, 2006’dan alınmıştır. Diğer bölümlerle kavramsal tutarlılığın ve ifade bütünlüğünün sağlanabilmesi açısından gözden geçirilmiş, az sayıda değişiklik dışında Vahap Erdoğdu çevirisine sadık kalınmıştır.
Boykot, Rus devriminin olaylar ve kahramanlıklarla en dolu döneminin en güzel devrimci geleneklerinden biridir. Genel olarak bu gelenekleri dikkatle korumanın, onları geliştirmenin ve onları liberal (ve oportünist) asalaklardan temizlemenin görevlerimizden biri olduğunu yukarda belirtmiştik. Bunun ne anlama geldiğini doğru bir biçimde tanımlamak ve kolayca doğabilecek olan yanlış yorumlardan ve yanlış anlamalardan kaçınmak için, bu görevin tahlili üzerinde biraz durmalıyız.
Marksizm, nesnel durumların ve evrimin nesnel seyrinin tahlilindeki tam bir bilimsel ölçülülük ile yığınların -ve kuşkusuz ayrıca bireylerin, grupların, örgütlerin ve şu ya da bu sınıfla ilişki kurmayı keşfeden ve bunu başaran partilerin- devrimci enerjilerinin, devrimci yaratıcı dehâlarının ve devrimci inisiyatiflerinin öneminin en kesin bir biçimde tanınmasını harikulade bir biçimde birleştirmesi ile, tüm öteki sosyalist teorilerden ayrılır, insanlığın gelişmesindeki devrimci dönemlerin yüce bir değerlendirmesi, Marx’ın tarih üzerine tüm görüşlerinin mantıkî bir sonucudur. Barışçı gelişme denen dönemler sırasında yavaş yavaş biriken sayısız çelişkiler böyle dönemlerde çözümlenir. Farklı sınıfların, toplumsal yaşam biçimlerini belirlemedeki doğrudan rolleri, böyle dönemlerde en güçlü bir biçimde ortaya çıkar ve yeni üretim ilişkileri temeli üzerinde uzun bir süre devam eden siyasal “üstyapı”nın temelleri böyle dönemlerde atılır. Ve liberal burjuvazinin teorisyenlerinden farklı olarak, Marx, bu dönemlere “normal” yoldan sapmalar, “toplumsal hastalığın” belirtileri, aşırılıkların ve yanılgıların acınacak sonuçları gözü ile bakmamış, insan toplumlarının tarihindeki en canlı, en önemli, dirimsel ve belirleyici anlar olarak bakmıştır. Marx ve Engels’in kendilerinin faaliyetlerinde 1848-49’un yığınsal devrimci savaşımına katıldıkları dönem, merkezî bir nokta olarak öne çıkar. Farklı ülkelerdeki işçi hareketinin ve demokrasinin gelecekteki biçimini belirlerken, bu, onların hareket noktası olmuştur. Farklı sınıfların esas niteliğini ve eğilimlerini en çarpıcı ve en saf biçimde belirlemek üzere, her zaman bu noktaya dönmüşlerdir. Daha sonraki, daha küçük siyasal oluşumları ve örgütleri, siyasal amaçları ve siyasal çatışmaları her zaman, o zamanın devrimci dönemi açısından değerlendirmişlerdir. Liberalizmin ideolojik önderlerinin, Sombart gibi adamların, Maoc’ın faaliyetlerindeki ve yazılarındaki bu özelliklerin bütün kalpleri ile nefret etmelerine ve bunu “bir sürgünün kinine” yormalanna şaşmamak gerek. Marx ve Engels’in devrimci görüşünün ayrılmaz bir parçasını kişisel kine ve sürgün yaşamının kişisel zorluklarına yormak, gerçekten de polisin eli altında bulunan burjuva üniversite bilim böceklerinin tipik bir özelliğidir!
Mektuplarından birinde, sanırım Kugelmann’a yazdığında, Marx, söz arasında, tartışmakta olduğumuz sorun açısından özellikle ilginç olan, çok tipik bir söz ediyor. Almanya’daki irticaın 1848 devrimci döneminin anısını ve geleneklerini, halkın kafasından silmeyi hemen hemen başardığını söylüyor.[2][ ] Burada belli bir ülkenin devrimci gelenekleriyle ilgili olarak, gerici amaçlarla proletarya partisinin amaçlarının çarpıcı bir karşılaştırmasını görüyoruz. Gericiliğin amacı bu gelenekleri silmek, devrimi “ilkel delilik” -Struve’nin Almanca das tolle Jahr sözlerinin çevirisi (“Çılgın yıl”- polis kafalı Alman burjuva tarihçilerinin ve daha da geniş bir biçimde Alman tarih yazarlarının 1848 yılı için kullandıkları terim)- olarak sunmaktadır. Gericiliğin amacı, devrimci dönemin öylesine bir bolluk ve çeşitlilikte yarattığı savaşım biçimlerini, örgüt biçimlerini, fikir ve sloganları halka unutturmaktır. Tıpkı İngiliz cehaletinin o kalın kafalı övgücülerinin, Webb’lerin, Çartizm’i, İngiliz işçi hareketinin devrimci dönemini, salt çocukluk, “gençlik çılgınlıkları”, ciddî bir ilgiye değmeyen bir saflık örneği, rastlansal ve anormal bir sapma olarak sunmaya çalışmaları gibi, Alman burjuva tarihçileri de, Almanya’daki 1848 yılını böyle ele alırlar. Hâlâ esinlediği kinle, bugüne dek, insanlık üzerindeki etkisinin canlılığını ve gücünü sergileyen Büyük Fransız Devrimi’ne karşı gericilerin takındığı tutum da böyledir. Ve aynı biçimde bizim karşı-devrim kahramanları, özellikle Struve, Milyukov, Kiesewetter gibi dünün “demokratları” ve tutti quanti, Rus devriminin devrimci geleneklerine kaba küfürlerle kara çalmak için birbirleriyle yarışmaktalar. Proletaryanın doğrudan yığın savaşımının, eski rejimin liberal uşaklarını böyle esrimelere sürükleyen o özgürlük parçasını kazanalı ancak iki yıl olmasına karşın, bizim yayım literatürümüzde daha şimdiden, kendine liberal (!) adını veren geniş bir eğilim doğmuştur. Bu eğilim Kadet basın tarafından beslenmektedir ve bütünüyle, devrimimizi, devrimci savaşım yöntemlerimizi, devrimci sloganlarımızı ve devrimci geleneklerimizi, aşağılık, ilkel, saf, basit, çılgınca, vb… hatta canice olarak tanımlamaya hasredilmiştir… Milyukov’dan Kamişanski’ye il n’y a qu’un pas! (sadece bir adım var). Öte yandan halkı önce İşçi ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri’nden Dubasov-Stolipin Duması’na sürükleyen ve şimdi de Oktobrist Duma’ya sürüklemekte olan gericiliğin başarıları, Rus liberalizminin kahramanları tarafından “Rusya’daki anayasal bilincin büyüme süreci” olarak tanımlanmaktadır.
Devrimimizi en dikkatli ve etraflı bir biçimde incelemek, yığınlara onun savaşım biçimlerini, örgüt biçimlerini vb. tanıtmak, halk arasında devrimci gelenekleri güçlendirmek, biraz önemli ve sürekli olan iyileştirmelerin yalnızca ve tamamen devrimci savaşım aracılığıyla başarabileceğine yığınları inandırmak ve toplumsal ortamı “anayasal” kölelik, ihanet ve Molşalinizm mikrobu ile kirleten o kendini beğenmiş liberallerin kesin alçaklığını sistemli olarak sergilemek, kuşkusuz Rus Sosyal-Demokratları’nın görevidir. Özgürlük savaşımının tarihinde, Ekim grevinin ya da Aralık ayaklanmasının bir tek günü, Duma’da, monarkın suçsuzluğu ve anayasal monarşi konusunda aylar boyu atılan dalkavukça Kadet nutuklardan yüz kez daha önemliydi. Halkın, o heyecanlı, olaylı ve çok önemli günleri, Stolypin’in ve onun eli altındaki jandarma sansür memurlarının sevimli rızası ile, liberal parti ve parti-dışı “demokratik” (Öf! Öf!) basınımız tarafından dünyaya böylesine bir yurtseverlikle açıklanan “anayasal” boğulma ve Balalaikin-Molşalin[3][ ] refahı aylarından çok daha etraflı ve daha ayrıntılı bir biçimde bilmesini sağlamalıyız; çünkü bunu biz yapmazsak, başka kimse yapmayacaktır.
Hiç kuşku yok ki, çoğu durumlarda, boykota olan sempati, tamı tamına, devrimcilerin, devrimci geçmişin en güzel döneminin geleneğini beslemek, bugünkü kasvetli günlük çalışmanın neşesiz bataklığını, cesur, açık ve kararlı bir savaşım kıvılcımıyla aydınlatmak için harcadıkları o övülmeye değer çabalarla yaratılmıştır. Ama, tam da, devrimci geleneklere gösterilen bu ilgiye değer verdiğimiz içindir ki, belli bir tarihsel dönemin şiarlarından biri kullanılarak o dönemin esas koşullarının yeniden yaratılabileceği görüşüne, şiddetle karşı çıkmalıyız. Devrimin geleneklerini korumak, onları, sürekli propaganda ve ajitasyon için ve eski rejime karşı doğrudan ve saldırgan bir mücadelenin koşu
llarını yığınlara tanıtmak için kullanmayı bilmekle, bir şiarı, onu doğuran ve onun başarısını sağlayan koşulların toplamından ayırarak yinelemek ve esas olarak farklı koşullara uygulamak tamamen farklı şeylerdir.
Devrimci geleneklere çok değer veren ve onlara karşı dönekçe ya da darkafalı bir tutum takınılmasını acımasızca yeren Marx’ın kendisi de, aynı zamanda, devrimcilerin düşünebilmelerini, eski mücadele yöntemlerinin kullanılamayacağı koşulları çözümleyebilmelerini ve yalnızca bazı sloganları yinelememelerini istemişti. Fransa’da 1792’nin “ulusal” gelenekleri belki de her zaman, bazı devrimci savaşım yöntemlerinin bir modeli olarak kalacaktır; ama bu, Marx’ın 1870’te, ünlü Enternasyonal Söylevi’nde Fransız proletaryasını, bu geleneklerin farklı bir dönemin koşullarına uygulama yanılgısına karşı uyarmasına engel olmamıştır. [4][ ]
Bu, Rusya için de geçerlidir. Boykotun uygulanma koşullarını incelemeliyiz; boykotun, tamamen meşru ve devrimin yükseldiği anlarda bazan temel yöntem olduğunu (boş yere Marx’ın adını anan çok bilmişler ne derlerse desinler) yığınların kafalarına yerleştirmeliyiz. Ama devrimin gerçekte yükselmekte olup olmadığı -ve bu, bir boykotun ilânı için temel koşuldur- bağımsız olarak konulması ve gerçeklerin ciddî bir çözümlemesine dayanılarak kararlaştırılması gereken bir sorudur. Gücümüz dâhilinde olduğu ölçüde böyle bir yükselişin yolunu hazırlamak ve uygun anda boykotu reddetmemek bizim görevimizdir; ama boykot sloganına, her kötü ya da çok kötü temsilî kuruluşa uygulanabilir gözü ile bakmak kesin bir yanılgı olacaktır.
“Özgürlük günleri”nde boykotu savunmak ve desteklemek için kullanılan muhakemeyi düşünün. Hemen göreceksiniz ki, bu tartışmaları bugünkü koşullara uygulamak tamamen olanaksızdır.
1905’te ve 1906 başlarında, boykotu savunurken, seçimlere katılmanın öfkeyi azaltmaya, mevzileri düşmana teslim etmeye, devrimci halkı yanlış yola sevketmeye, çarlığın karşı-devrimci burjuvazi ile bir anlaşmaya varmasını kolaylaştırmaya vb. yarayacağını söylemiştik. Bu iddiaların altında yatan temel öncül, her zaman belirtilmeyen, ama o günlerde kendiliğinden ortada olduğu hep varsayılan öncül ne idi? Bu öncül herhangi bir “anayasal” kanaldan başka, doğrudan çıkışlar arayan ve bulan, yığınların zengin devrimci enerjisi idi. Bu öncül, devrimin gericiliğe karşı sürekli saldırısıydı; bir saldırı ki, genel saldırıyı zayıflatmak üzere düşmanın kasten teslim ettiği ve mevkiin işgal edilmesi ve savunulmasıyla onun zayıflatılması, cinayet olacaktı. Bu iddiaları, bu temel öncülün koşullarından ayrı olarak yinelemeye çalışın, tüm “müzik” düzeninizin bozulduğunu, temel sesinizin yanlış olduğunu hemen hissedeceksiniz.
İkinci ve Üçüncü Dumalar arasında bir ayrım çizgisi çekerek boykotu haklı çıkarmaya kalkışmak da aynı ölçüde ümitsiz olacaktır. (İkinci Duma’da, halkı tamamen Kara-100’lerin[5][ ] eline teslim eden) Kadetler ile Oktobristler[6][ ] arasındaki farka, ciddî ve temel bir fark gözü ile bakmak, 3 Haziran darbesinin yırtıp attığı ünlü “anayasa”ya herhangi bir gerçek önem atfetmek, genel olarak, devrimci Sosyal-Demokrasi ruhundan çok, kaba demokrasi ruhuna uyan bir şeydir. Biz her zaman, Birinci ve İkinci Dumalar’ın “anayasa”sının yalnızca bir gözboyama olduğunu, Kadetler’in laflarının yalnızca Oktobrist niteliklerini örtmeye yarayan bir perde olduğunu ve Duma’nın, proletarya ve köylülüğün taleplerinin karşılanması için tümüyle uygunsuz bir araç olduğunu söyledik, savunduk ve yineledik. Bizim için 3 Haziran 1907, Aralık 1905 yenilgisinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Hiç bir zaman “Duma” anayasasının çekicilikleriyle “büyülenmedik”, onun için Rodichev’in süslü laflarıyla bezenmiş ve gizlenmiş gericilikleri, çıplak, açık ve kaba gericiliğe geçiş, bizi çok büyük hayalkırıklığına uğratamaz. Hatta bu ikincisi, yüksekten atan liberal ahmaklıkların ya da onların ayartmış olduğu halk kesimlerinin aklını başına getirmekte daha etkin bir araç olabilir…
Menşevik Stockholm kararını, Devlet Duması üzerine Bolşevik Londra kararı ile karşılaştırın. Birincisinin, süslü, bir sürü lafa boğulmuş ve Duma’nın önemine ilişkin ayakları yere basmayan cümlelerle dolu olduğunu ve Duma’da çalışmanın verdiği bir büyüklük havasıyla şişirildiğini göreceksiniz. İkincisi, yalın, özlü, ölçülü ve alçakgönüllüdür. Birinci karar, Sosyal-Demokrasi’nin anayasalcılıkla birleşmesi üzerine darkafalı bir zafer şenliği havasıyla doludur (“halkın ortasından doğan yeni güç” ve aynı resmî yalancılık havasında vb. vb.). İkinci karar yaklaşık olarak şöyle açıklanabilir: bu lânetli karşı-devrim, bizi, bu lânetli domuz ağılma sürüklediğine göre, biz burada da sızlanmadan, ama aynı zamanda böbürlenmeden devrimin yararına çalışacağız.
Hâlâ doğrudan devrimci mücadele döneminde olduğumuz bir zamanda, boykota karşı Duma’yı savunarak, Menşevikler, deyim yerindeyse Duma’nın devrim için bir silah niteliğinde bir şey olacağına dair halka söz verdiler. Ve bu sözü tutmakta tam bir başarısızlık gösterdiler. Ama biz Bolşevikler, herhangi bir söz verdiysek, bu, yalnızca Duma’nın karşı-devrimin bir ürünü olduğu ve ondan hiç bir gerçek iyilik beklenemeyeceği yolundaki güvencemiz olmuştu. Şimdiye kadar görüşümüz kusursuz bir biçimde doğrulanmıştır ve güvenle söylenebilir ki, gelecekteki olaylarla da doğrulanacaktır. Eylül-Aralık stratejisi “düzeltilmedikçe” ve yeni verilere dayanılarak yinelenmedikçe, Rusya’da asla özgürlük olmayacaktır.
Bu yüzden, bana, Üçüncü Duma’nın, İkinci Duma’nın kullanıldığı gibi kullanılamayacağı, yığınlara, ona katılmanın zorunlu olduğunun anlatılamayacağı söylendiğinde, şu yanıtı vereceğim: eğer “kullanmak”la, onun devrimin bir silahı olduğu vb. hakkında bir Menşevik şişirme kastediliyorsa, kuşkusuz bu olamaz. Ama, ilk iki Duma’nın bile aslında yalnızca Oktobrist Duma’nın adımları olduğu ortaya çıkmıştır, oysa biz gene de bunları, uğruna en kötü temsilî kuruluşları bile kullanmaya her zaman çalışacağımız basit ve alçakgönüllü[7] amaç için (propaganda ve ajitasyon, eleştiri ve yığınlara olan-biteni anlatma) kullandık. Duma’da bir konuşma hiçbir “devrim”e yolaçmayacaktır ve Duma’yla ilgili propaganda, herhangi bir özel üstünlüğü ile ayırdedilemez; ama Sosyal-Demokrasi’nin birinden ve ötekinden elde edeceği yarar, yazılı bir konuşmadan, ya da başka bir toplulukta yapılan konuşmadan daha az değildir ve hatta bazan daha büyüktür.
Ve biz, kitlelere, Oktobrist Duma’ya katılmamızı bu kadar basit bir biçimde açıklamalıyız. Aralık 1905 yenilgisi ve bu yenilgiyi “onarmak” için girişilen 1906-1907 çabalarının başarısızlığı yüzünden, kaçınılmaz olarak, gericilik, bizi giderek daha beter sözde-anayasal kuruluşlara sürükledi ve sürekli olarak sürüklemeye devam edecektir. Her zaman ve her yerde inançlarımızı koruyacak ve görüşlerimizi savunacağız, eski rejim kaldıkça, tümüyle sökülüp atılmadıkça, hiç bir iyi şey beklenemeyeceği konusunda her zaman direneceğiz. Yeni bir kabarmanın koşullarını hazırlayacağız ve bu gerçekleşinceye kadar ve gerçekleşebilsin diye, daha da sıkı çalışacağız ve yalnızca devrim yükselmişken bir anlam taşıyan sloganlar atmayacağız.
Boykota, proletaryayı ve devrimci burjuva demokrasisinin bir kısmını, liberalizmin ve gericiliğin karşısına çıkaran bir taktik çizgisi olarak bakmak da bir o kadar yanlış olacaktır. Boykot bir taktik çizgisi değil özel koşullar altında uygun düşen ö
zel bir mücadele aracıdır. Bolşevizm’i “boykotçuluk”la karıştırma, onu “boyevcilik”le[8][ ] karıştırmak kadar kötüdür. Bolşevik ve Menşevik taktik çizgilerinin arasındaki fark artık çok açıktır ve 1905 Baharı’nda, Londra’daki Üçüncü Bolşevik Kongre’de ve Cenevre’deki Menşevik Konferans’ta benimsenen temelden farklı kararlarla biçimlenmiştir. O zamanlar ne boykot, ne de “bolşevizm” sözü vardı, olamazdı da. Herkesin bildiği gibi, bizim taktik çizgimiz, gerek boykotçu olmadığımız İkinci Duma seçimlerinde, gerek bizzat İkinci Duma’nın içinde menşevik çizgiden esastan ayrılıyordu. Taktik çizgileri, bu çizgilerden herhangi birine özgü olan herhangi bir özel mücadele yöntemi yaratılmaksızın araçları ve yöntemleri ne olursa olsun, her savaşım alanında, birbirinden uzaklaşır. Eğer Üçüncü Duma’nın boykotu, Birinci ya da İkinci Dumalar’a ilişkin devrimci umutların yıkılmasıyla, “yasal”, “güçlü”, “istikrarlı” ve “gerçek” bir anayasanın yıkılmasıyla haklı gösteriliyorsa ya da bu boykota böyle durumlar neden oluyorsa, bu en kötü türden Menşevizm olacaktır.
VI.
Boykot taraftarı en güçlü ve tek Marksist iddianın değerlendirilmesini sona bıraktık. Aktif boykotlar, geniş devrimci yükselmeler olmaksızın hiçbir anlam ifade etmezler. Kabul. Ancak geniş yükselmeler, geniş olmayanlardan çıkarlar. Muhtemel bir yükselmenin emareleri belirmiştir. Boykot şiarı, baş gösteren yükselişi destekleyip, geliştireceğine ve yayacağına göre, bizim tarafımızdan yükseltilmelidir.
Benim görüşüme göre, Sosyal-Demokratlar arasındaki yönelimi -şöyle ya da böyle- ifade eden bu temel iddiadır. Dahası, doğrudan proleter çalışmaya en yakın olan yoldaşlar, belli bir tipte “üsturuplu” bir gerekçelendirmeden değil, emekçi sınıflardan kitlelerle girdikleri temastan elde edilen izlenimlerin toplamından hareket etmektedirler.
Sosyal-Demokratlar’ın iki hizbi arasında görüş ayrılığının bulunmadığı -ya da daha önceden bulunmuyordu- birkaç meseleden biri de devrimimizin gelişimindeki bu uzun sessizliğin nedenine ilişkindir. “Proletarya henüz kendisine gelemedi”; sebep budur. Aslında, Ekim-Aralık mücadelesinin yükü tek başına proletarya tarafından taşınmıştır. Proletarya tek başına, bütün bir ulus için düzenli, organize ve fasılasız olarak savaşmıştır. Elbette, (Avrupa standartlarına göre) en az proleter nüfus yüzdesine sahip bir ülkede, proletaryanın böyle bir mücadeleden helak olması şaşırtıcı değildir. Üstelik, Aralık’tan beri, hükümet ve burjuva gericiliğinin birleşik güçleri proletaryaya, bugüne kadar yaptıklarının en şiddetlisi ile saldırıyor. Devletin sahibi olduğu fabrikaların “ceza” olarak kapatılması ile başlayıp, işçilere karşı sermaye komplosu şeklinde süren sistematik lokavtlar, işçi sınıfı kitlesi içerisindeki yoksulluğu görülmemiş bir boyuta taşırken, polis zulmü ve infazları, on sekiz aylık dönemde proletarya saflarının onda birini katletti. Ve şimdi, bazı Sosyal-Demokratlar, proletaryanın gücüne sığınıp, kitlelerde meydan okumayı ileri götürme emareleri bulunduğunu söylüyorlar. Bu az çok belirsiz ve muğlak izlenim, daha güçlü bir argümanla, yani sanayinin belli sektörlerinde, ticaretin canlanışına ilişkin kesin kanıtlarla destekleniyor. Giderek artan işçi talebi, grev hareketinin şiddetini de kaçınılmaz olarak artıracaktır. İşçiler, baskı ve lokavt döneminde uğradıkları büyük kayıpların en azından bir kısmını telafi etmeye çabalamak zorunda kalacaklar. Nihayet, üçüncü ve en güçlü argüman da, genel olarak beklenen ve bir sorunsalı olan grev hareketine değil de, işçi örgütleri tarafından çoktan kararlaştırılmış olan tek bir büyük greve işaret edilmesidir. 1907’nin başında, 10.000 tekstil işçisinin temsilcileri durumlarını değerlendirip, bu sanayi alanındaki sendikaları güçlendirecek adımların taslağını oluşturdular. Delegeler tekrar, bu kez 20.000 işçiyi temsilen, toplandılar ve Temmuz 1907’de genel tekstil işçileri grevini ilan etmeye karar verdiler. Bu hareketin kapsamı 400.000 işçiye kadar çıkabilir. Hareket, Rusya’nın en büyük emek hareketi, ticaret ve sanayi merkezi olan Moskova bölgesinde ortaya çıktı. Moskova’da, ama yalnızca Moskova’da, kitlesel emek hareketi, kesin bir siyasal önem taşıyan geniş çaplı halk hareketine doğru bir gelişim gösterebilir. Daha önceki hareketlere özellikle katılmamış ve köylülükle en sıkı bağları olan tekstil işçilerinde olduğu gibi, ki onlar, en az ücret kazanan ve toplam işçi sınıfının en az gelişmiş unsurlarını oluştururlar. Bu tür işçilerin bu girişimleri, hareketin proletaryanın öncekine göre daha geniş kesimlerini de içine alacak şekilde genişleyeceğinin göstergesi olabilir. Grev hareketi ile kitlelerin devrim yükselişi arasındaki bağlantı söz konusu olduğunda, Rus devrim tarihinde bu defalarca görülmüştür.
Bu harekete gösterilecek yüksek ilgi ve özel çabaları yoğunlaştırmak Sosyal-Demokratlar’ın zorunlu görevidir. Bu alandaki çalışmalar, Oktobrist Duma seçimlerine göre öncelik verilerek yerine getirilmelidir. Kitleler, bu grev hareketini, otokrasiye karşı bir genel ve kapsamlı saldırıya çevirmenin gerekliliğini görebilmelidir. Boykot şiarı işte bu anlama gelir; dikkatlerin Duma’ya değil doğrudan kitle mücadelesine çevrilmesi… Boykot şiarı, yeni hareketin siyasal ve devrimci bir içerikle doldurulması anlamına gelir.
Bazı Sosyal-Demokratları Üçüncü Duma’nın boykot edilmesi konusunda ikna eden, kabaca, bu düşünce silsilesidir. Boykot taraftarı bu argüman, hiç kuşku yok ki Marksizan’dır ve özel tarihsel koşullarından yalıtılmış bir sloganın kuru kuruya tekrar edilmesinden farklıdır.
Ancak bu argüman ne kadar güçlüyse de, kanımca, boykot çağrısını hemen kabul etmemezi gerektirecek kadar da yeterli değildir. Bu argüman, devrimimizin derslerini aklından çıkarmayan hiçbir Rus Sosyal-Demokratı’nın kuşku duymayacağı bir şeyi, boykottan vazgeçemeyeceğimizi, bu şiarı doğru zamanda harekete geçirmek üzere hazırlanmamız gerektiğini ve bizim boykot kararımızın, devrimci içerikten yoksun liberal, zavallı ve bilgi fakiri -uzak durmalı mı, durmamalı mı?[9] – boykot kararlarıyla alâkası olmadığını vurgulamaktadır.
Hadi, boykot yanlısı Sosyal-Demokratlar’ın işçilerin değişen mizacı, endüstriyel canlanma ve tekstil işçilerinin Temmuz gerevi hakkında söylediklerinin gerçeklerle tam bir uygunluk içerisinde olduğunu düşünelim.
Ya sonra ne olacak? Devrimci etkinin kısmî yükselişinin başlangıcı önümüzde duruyor.[10] Onu destekleyip geliştirecek her türlü çabayı göstermeli; önce genel bir devrimci yükselişe ve sonra saldırgan türde bir harekete çevirmeye çalışmalı mıyız? Hiç kuşkusuz! Bu konuda Sosyal-Demokratlar arasında iki ayrı görüş olamaz (elbette, Tovarishch‘te yazanlar dışında). Ancak tam da şu anda, bu kismî yükselemenin başında, henüz kesin olarak genel bir yükselmeye geçilmemişken, hareketi geliştirmek için boykot şiarına mı ihtiyaç duyuyoruz? Bu şiar, bugün, hareketi ilerletmeye uygun mudur? Bu, bize göre olumsuz yanıt verilmesi gereken farklı bir sorudur.
Kısmî bir yükselişten genel bir yükseliş, Üçüncü Duma ile ilgisi olmayan doğrudan ve acil iddia ve şiarlarla yaratılabilir ve yaratılmalıdır. Aralık’tan sonra olayların seyri, monarşist anayasanın rolüne ve doğrudan mücadelenin gerekliliğine ilişkin Sosyal-Demokrat yaklaşımı haklı çıkardı. Yurttaşlar, demeliyiz, eğer demokrasi uğruna, Aralık 1905’te Kadet baylarının demokratik hareket üstündeki hegemonyası sürecinde olduğu gibi Rusya’nın düzenli olarak ve giderek artan bir hızl
a bayıraşağı gitmekte olduğunu görmek istemiyorsanız, başgösteren işçi hareketine, doğrudan kitlesel mücadeleye destek verin. Bu olmaksızın, Rusya’da özgürlüğün başka hiçbir güvencesi olamaz.
Bu türden bir ajitasyon, hiç kuşku yok ki, devrimci Sosyal-Demokrat ajitasyona tam olarak uygundur. Şunu da zorunlu olarak eklemeli miyiz: Yurttaşlar; Üçüncü Duma’ya inanmayın, yüzünüzü bize, itirazımın bir kanıtı olarak Duma’yı boykot eden Sosyal-Demokratlar’a çevirin!
Mevcut koşullar altında bu ekleme yalnızca gereksiz değil, aynı zamanda garip ve anlamsız durmaktadır. Her halükarda, kimse Üçüncü Duma’ya inanmıyor. Yani demokratik hareketi sürdürme kapasitesine sahip halk katmanlarında Üçüncü Duma’nın anayasal kurumlarına, Birinci Duma’nın, Rusya’da ilk kez anayasal türden kurumlar yaratma girişiminin kuşkusuz ulaştığı kamusal genişlikte bir heyecan duyacak kimse yoktur ve olamaz.
1905 ve 1906 başlarındaki geniş çaplı halk ilgisi, monarşist bir anayasa temelinde de olsa, ilk temsil kurumuna odaklanmıştı. Bu bir gerçek. Sosyal-Demokratlar’ın mücadele etmek zorunda oldukları ve mümkün olduğunda ettikleri şey buydu.
Bugün öyle değil. Bugün hareketin karakteristik niteliğini oluşturan ilk “parlamento” için duyulan heyecan, Duma’ya duyulan inanç değil; yükselişe duyulan inançsızlıktır.
Bu koşullarda, boykot şiarını zamanından önce önümüze koyarak hareketi güçlendiremez, hareketin önündeki engelleri etkisiz hale getiremeyiz. Üstelik, boykot kesin bir şekil kazanmış yükseliş ile bağlantılı olduğu ve bugünkü sorun ise geniş halk çevrelerinin yükselmeye inanmaması, onu güçlü görmemesi olduğu için, böyle yaparak, ajitasyonumuzun zayıflama riskini de almış oluruz.
Her şeyden evvel, yükselmenin gücünün fiili olarak görüleceğini anlamalı ve bu gücü doğrudan ifade edecek şiarı sonradan öne çıkarmaya her zaman vakit bulabilmeliyiz. Öyleyken bile, saldırgan karakterli bir devrimci hareketin, dikkatleri Üçüncü Duma’dan alıkoymayı sağlayacak bir şiarı gerektirip gerektirmeyeceği bir sorudur. Muhtemelen gerektirmeyecektir. Önemli ve daha evvel bir parlamento görmemiş deneyimsiz kalabalıkların heyecanını tahrik etme kapasitesine sahip bir şeyin yanından geçip gidebilmek için yanından geçilecek şeyi boykot etmek gerekli olabilir. Ancak, bugünün demokratik ya da yarı-demokratik kalabalıklarının coşkusunu artırma kapasitesine mutlak olarak sahip olmayan bir kurumun yanından geçip gitmek için boykot ilân etmek gerekli değildir. Bugün meselenin özü, boykot değil, kısmî yükselişi genel bir yükselişe, sendikal hareketi devrimci bir harekete, lokavtlar karşısındaki savunmayı gerecilik karşısında saldırıya tahvil edebilmek için gösterilecek doğrudan ve acil çabadır.
VII.
Özetle; boykot şiarı özel bir tarihsel dönemin ürünüydü. 1905’te ve 1906 başlarında, nesnel durum, çatışan toplumsal güçleri doğrudan devrim çizgisi ile monarşist anayasal sapma arasında âcil bir tercihle karşı karşıya getirdi. Boykot kampanyasının amacı, temelde anayasal gözboyamalarla savaşmaktı. Boykotun başarısı, devrimin kapsamlı, evrensel, hızlı ve güçlü yükselişine dayanıyordu.
Bunların tümü bakımından, 1907 Güzü’ne doğru mevcut durum, böyle bir şiarı gerektirmiyor ve haklı göstermiyor.
Seçimlere hazırlanmak içinde gündelik işlerimizi sürdürüp, gerici de olsa temsil kurumlarına katılmayı evvelemirde reddetmeksizin, tüm propaganda ve ajitasyonumuzu halka, Aralık yenilgisi ile bunu izleyen dönemde özgürlüklerdeki azalma ve anayasaya saygısızlık arasındaki ilişkiyi anlatmaya yöneltmeliyiz. Halka, doğrudan kitle mücadelesi olmadıkça, bu saygısızlığın kaçınılmaz olarak süreceği ve daha da kötüleşeceği kanaatini telkin etmeliyiz.
Böyle bir slogana gereksinmenin ciddi şekilde ortaya çıkabileceği, devrimin yükselme dönemlerinde, boykot şiarının kullanımını reddetmeksizin, mevcut durumda doğrudan ve yakın etkimizle, işçi sınıfı hareketinin şu ya da bu yükselişini, bir kül halinde gericiliğe ve onun temellerine karşı kapsamlı, evrensel, devrimci ve saldırgan bir harekete dönüştürmek için her türlü çabayı göstermeliyiz.
26 Haziran 1907
dipnotlar:
[1] Parti Örgütlerine Mektup No. 1 kastediliyor. 3 Haziran darbesi ile ilişkili olarak hazırlanmıştır. Mektupta “Proletarya ve onun sözcüleri -Sosyal-Demokrasi- hükümetin şiddet eylemini karşılıksız ve yanıtsız bırakamaz. Sosyal-Demokrasi, devrimi sürdüme ve geliştirme fikrinden vazgeçemeyecektir” denilmektedir.
[2] Bkz. Marx’ın Kugelman’a Mektubu (3 Mart 1869).
[3] Hayali edebiyat kahramanlarıdır.
[4] K. Marx ve F. Engels, Selected Works, Vol. 1, 1958, s. 497.
[5] Kara-100’ler, Çarlık polisinin kurduğu, devrimci hareketle savaşan monarşist bir çetedir. Devrimcilere ve entelektüel aydınlara suikat düzenlemişler, Yahudi karşıtı katliamlar yapmışlardır.
[6] Çar’ın 17 Ekim [Milâdi 30 Ekim] 1905 manifestonun ardından kurulan Oktobrist [Ekimci] Partisi’nin (ya da 17 Ekim Birliği) üyeleridirler. Büyük burjuvazinin ve toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil eden karşı devrimci bir parti idi. Oktobristler Çarlık hükümetinin iç ve dış politikalarını kayıtsız şartsız desteklemişlerdir.
[7] Karş. Proletary (Cenevre) 1905 içinde “Bulygin Duması Boykotu”‘nda Duma’nın kullanılmasından genel olarak feragat etmiyoruz, yalnızca şu anda önümüzdeki başka bir mesele ile, doğrudan devrimci çizgi mücadelesi ile ilgileniyoruz” demiştik. Ayrıca bkz. Proletary (Rusya) 1906 içinde “Boykot”, Duma içerisinde çalışmaktan elde edilecek faydalar en alçakgönüllü şekilde vurgulanmıştır.
[8] Devrimci mücadele mangalarının üyesi anlamına gelen Rusça boyevik sözcüğünden türetilmiştir. Devrimci mücadele esnasında silahlı eylem, siyasal mahkukmların cezaevlerinden kaçırılması, devlet fonlarına devrim yararına el konulması gibi taktikler kullanmışlardır. 1905-07 Devrimi sırasında Bolşevikler’in özel mücadele mangaları vardır.
[9] Bir zamanlar Sosyal-Demokrat yayımlarda yazan şimdi ise liberal gazete yazarlarından olan L. Martov’un ileri sürdüğü liberal gerekçelendirme örneği için bkz. Tovarishch.
[10] Bazıları, tekstil grevini, sendikal hareketi devrimci hareketten ayıran yeni tür bir hareket olarak görüyor. Ancak bu görüşü dikkate almıyoruz. Çünkü birincisi, karmaşık türden bir olgunun yalnızca olumsuz göstergelerine ilişkin yorumları okumak, “dizginlere sahip olmayan” Sosyal-Demokratlar’ın çoğu için genellikle kafa karıştırıcı olan teklikeli bir pratiktir. İkincisi, eğer tekstil grevinin bu türden nitelikleri bulunuyorsa, biz Sosyal-Demokratlar bunlarla, en faal şekilde mücadele etmeliyiz. Son olarak, mücadelemizin başarısı durumunda, sorun aynen bizim ifade ettiğimiz şekilde olacaktır.
[www.marxists.org adresinde yer alan Progress Publishers İngilizce çevirisinden Kasım Akbaş tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]