Azıcık da olsa, mantık ve tutarlılık gerekmiyor mu bir iddiayı dile getirirken? Hayır oyu, laiklik ve modernite de işin içine katılarak, aptallığa bağlanıyor ya; merak ediyorum, Ogün Samast’ı yetiştiren BBP’nin, ülkenin bir Ermeni yazarınca, ilerici kabul edilmesine ne deniyor? 12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumu yaklaşıyor. Bu vesile ile, Tayyip Erdoğan ve muhalefet liderleri, hızla, şehir […]
Azıcık da olsa, mantık ve tutarlılık gerekmiyor mu bir iddiayı dile getirirken? Hayır oyu, laiklik ve modernite de işin içine katılarak, aptallığa bağlanıyor ya; merak ediyorum, Ogün Samast’ı yetiştiren BBP’nin, ülkenin bir Ermeni yazarınca, ilerici kabul edilmesine ne deniyor?
12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumu yaklaşıyor. Bu vesile ile, Tayyip Erdoğan ve muhalefet liderleri, hızla, şehir şehir dolaşıyor, seçmenlerden evet ve hayır oyları istiyorlar. Başbakan, işe, bilindiği üzere, 12 Eylül’de idam edilen gençlerden bazılarının mektuplarını okuyarak ve vekilleri ile beraber ağlaşarak başladı. AKP’nin, bu türlü “alengirli” konularda, ne kadar sinsi ve sistemli bir çizgi izlediği, hemen her olayda somutlanıyor. Kendisilerine zerre kadar zarar vermeyen ve hatta bununla beraber, ülkenin devrimci, sol siyasetini tasfiye eden askeri-faşist darbeyi, büyük bir memnuniyetle karşılayan tarikatların içinden gelen Başbakan, nasıl oluyor da, bugün o devrimcilerin hayatlarını ellerinden alan askerlerden hesap sormak için can atıyor?! Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür? Başbakan’ın mektubunu okuduğu Necdet Adalı, yaşasaydı, bugün kendisiyle aynı yaşlarda olacaktı. Sahi, neden Adalı idam edildi de, o günlerde de siyasetin içinde olan Tayyip Erdoğan’a hiçbir şey olmadı?.. Bu soruların yanıtları, hepimizin malumu ve yine biliyoruz ki Çatlılar, Çelikler, Ağcalar, Pehlivanoğulları ile hazırlanan darbe; Erdoğanları, Gülleri, Arınçları bu ülkenin tepesine taşıdı. Peki ya, şimdi ne oldu da, sekiz yıldır iktidarda olan bu dinci-liberal parti, varlığını borçlu olduğu 12 Eylül’e saldırıyor, 12 Eylül’ün anayasasını değiştirmeye çalışıyor?
Meselenin özü şu ki, devrimci mücadelenin, işçi sınıfı hareketi ile beraber hızla yükseldiği, adının içinde halk sözcüğü geçen bir partinin, tek başına iktidara oynadığı bir Türkiye; elbette ki, küresel kapitalizm için sorundur. Hele ki, Meclis’te, ekonomiyi yeniden şekillendiren neo-liberal politikaların ülkemize yansıması olan 24 Ocak kararlarını uygulayacak güçlü bir sağ parti de yoksa, bu sorun çok da derindir. Böyle bir durumun da, dünyanın pek çok yerinde tanık olunduğu üzere, sonucu bellidir; devletin en örgütlü silahlı gücü, yani ordu, “yurttaşların can güvenliğini sağlamak” için sahneye çıkar. Bu kadar, ama gerçekten bu kadar “basit” olan 12 Eylül darbesi, bugünlerde, sanki bir grup psikopat askerin macerası gibi anlatılıyor; konuya dair tartışmalarda ne sınıf ne halk ne kapitalizm ne sosyalizm sözcükleri zikrediliyor. Dizilerle bile olsa, o dönemki sağı, solu, askerleri yeni yeni öğrenmeye başlayan halkın kafası, az sonra bahsedeceğimiz, uyduruk siyasi terimlerle karıştırılıyor. Bir sözcüğün sürekli tekrar edildiğinde anlamsız bir ses topluluğuna dönüşmesi gibi, dinciler ve liberaller aracılığı ile, darbe ve tüm getirdikleri, sanki hayatımızda çok az bir yer kaplayan münferit olaylar haline getiriliyor ve AKP de, buna karşı, milleti için harekete geçmiş bir parti oluveriyor! Oysaki, devleti dönüştürme sürecinde kendisine engel çıkaran yüksek yargı engelini aşmak, elinde bulundurduğu yürütmeyi “dokunulmaz” kılmak için -içine herkesin üzerinde anlaşabileceği birkaç madde de ekledikleri iddia edilen- hazırladığı paket; AKP’nin işini, bundan böyle, daha da kolaylaştıracak; ancak, bunun arkasında, elbette ki sadece bu parti yok. Kapitalizmin bugünkü saldırılarının özünü oluşturan neo-liberal politikalar, ülkemizde de dünyada da, elbette dönem ve koşullara göre, nitelik değiştirebiliyor. İşte bu değişimlere uygun ortamı yaratmak veya bunun önündeki engelleri ve pürüzleri temizlemek de işbirlikçi siyasilere düşüyor. Nasıl ki, emperyalistler ve yerli patronlar, 30 yıl evvel askeri darbeye ihtiyaç duyduysa; bugün de, o darbenin anayasasını revize ettiriyorlar. Hayır, bunda elbette ki bir çelişki yok; AKP gibi tek başına iktidar olmuş bir sağ parti ve bu kadar muhalefetsiz bir toplum varken, askerlere kim, neden ihtiyaç duysun? Darbenin kendisidir önemli olan, askerlerin veya sivillerin yapıyor olması değil!
Görevi, solcuların gözünde, AKP’nin her icraatına, “ideolojik meşruluk” yaratmak olan liberaller de, yukarıda özetlediğimiz gelişmelere istinaden, yine yoğun bir sürece girdiler. 12 Eylül’e kadar, yazı yazmayı bildiklerinden değil, iktidara yedek kuvvet oldukları için kendilerine sunulan köşelerinde, referanduma evet demenin faydalarından, özellikle de, solcuların evet demesinin gereklerinden bahsedecekler. Bunlardan iki tanesinin, konuya dair yazılarından bazı alıntılarla, liberallerin bu mevzudaki, en hafif deyimle, komikliklerini örnekleyelim.
Oral Çalışlar, 25 Temmuz tarihli yazısında, AKP ile birlikte anılan “sivil vesayet” kavramını kullananları eleştirdiği ve “siyasi literatürde ‘sivil vesayet’ diye bir terim de yok” dediği; buradan yola çıkarak da, anayasa değişikliği paketine neden evet demek gerektiğini, bir “solcu” gözüyle anlattığı yazısında, olayı şöyle özetliyordu:
“Türkiye’de, çok uzun yıllar boyunca, ‘iktidar’ı seçimler, yani halkın tercihleri belirleyemedi. Seçimlerin, ülkenin ana iktidar merkezi üzerinde, genelde sadece çok kısıtlı etkileri oldu. Askeri darbeler, seçimle gelen yönetimler üzerinde köklü bir vesayet sistemi oluşturdu. Belkemiğini askerin oluşturduğu sistemde, yargı, üniversite, bürokrasi gibi kurumlar, sistemin ayakta kalmasını sağlayan ve sistemin ağırlık merkezini meydana getiren diğer unsurlardı. Meclis içindeki ‘devletçi’ parti, bu kurumlaşmanın en önemli ‘siyasi ayak’ını oluşturuyordu. Genelde ‘askeri vesayet’ olarak tanımlanan bu normal dışı yapı, Türkiye’deki siyasi hayatı ve siyaset algısını çok derinlikli bir şekilde zehirledi. Bu yapıyla hesaplaşmak AKP iktidarına nasip oldu. AKP dönemi boyunca, askeri darbelerin yarattığı yapının, orasından burasından çatırdadığını gözlemledik ve gözlemlemeye devam ediyoruz. Uluslararası koşulların da denk gelmesiyle, ‘askeri vesayet’ rejimi sarsılmaya başladı ve sarsıntı devam ediyor.”
Aslına bakılırsa, yazarın söylediği her şey, gerçeklerin zikredilememesi ve bunların eğilip bükülmesi ile ortaya çıktığı için, yekten “saçma” sıfatı ile nitelenebilir; fakat, bunları yazdıran zihniyete baktığımızda, olayın vahametini daha iyi anlıyoruz. Dinci-liberal dönüşüm sürecinde, siyasi, toplumsal, tarihsel her mevzu, yeni bir okumayla değerlendiriliyor ve tersyüz ediliyor. Siyaset biliminin, insanlık tarihinin tüm ilerici birikimi yok sayılıp, yerine ilkel ve ilkesiz yöntemlerle oluşturulan bir mistifikasyon bataklığı yaratılıyor. Örneğin, Türkiye’de, iktidarı ne zaman halkın tercihleri belirleyemedi? Bu liberaller değil mi, her darbenin ardından, halkın sağ partileri, askerlere inat iktidara taşıdığını söyleyenler?.. Yine, merkezinde, askerlerin bulunduğu sistem ne demek? Sınıflı toplumlarda, sistemin merkezinde, üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf mı, yoksa birkaç yüz general mi bulunur? O birkaç yüz general, gerektiği zaman, açmaza giren sistemi “tamir” için mi, yoksa vesayetçilik oynamak için mi darbe yapar? Hani, tarihi ve toplumu, diyalektik materyalizmden daha iyi açıklayan yöntem yoktu? Solcu değilsiniz diyenlere, böyle cevap vermiyorlar mıydı liberaller?.. Yargı, üniversite, bürokrasi; sistemin ayakta kalmasını sağlayan unsurlarmış. İyi de, patronlar, işçiler, köylüler nerede bu sistemde; o kurumların yapısını, kim belirliyor?.. Devletçi parti, yani CHP, bu sistemin Meclis’teki en önemli siyasi ayağıymış. En önemli siyasi ayağa bakın ki, altmış yıldır bir kez, tek başına iktidar olamam
ış!.. AKP, bu yapı ile, uluslararası koşulların da denk gelmesiyle, hesaplaşıyormuş. Uluslararası her koşulun, emperyalist sistemden ayrı olmadığını bildiğimize, emperyalizm de kapitalizmin bu evresinde içsel bir olgu haline geldiğine göre, AKP, içinde bulunduğu ve dahası kendisini yaratan sistemle, nasıl ve ne şekilde hesaplaşıyor acaba? 12 Eylül’ün yapılmasında çıkarı olan her kesim, bugün de 12 Eylül anayasanın revize edilmesini istiyor; o halde, kim, kimden, nasıl hesap soruyor?.. Yıllardır, yazılarının tek konusu bu içi boş mefhumlardan oluşan liberaller, bilmiyorum, bunları kırk kez tekrar ederek, gerçeğe dönüştüreceklerini mi zannediyorlar?
Etyen Mahçupyan da, aynı gün, “Laiklik ve aptallık” başlıklı bir yazı yazdı. Yazar, Çalışlar’ın aksine, meseleye siyaseten değil, “bilimsel” açıdan yaklaşmış. Özetle, muhafazakâr denilen kesimlerin, laik olarak bilinenlere kıyasla, bugün daha ilerici olduklarını, referandum üzerinden anlatan Mahçupyan, iddiasını şu görüşlere dayandırdı:
“Kısacası açık bir gerçek var: Referandumda ‘evet’ demeye hazırlananlar demokrasi, hak ve özgürlükler açısından daha ‘ilerici’ olan kesim. ‘Hayır’cılar ise esas olarak bu alanlarda muhafazakâr ve bağnaz bir pozisyonu savunuyorlar. Kimler hangi tarafta diye sorduğumuzda ise modern tahayyülün pek de beklemediği bir tabloyla karşılaşıyoruz: AKP, SP ve BBP paketi destekliyorlar… Her üçü de İslami duyarlılığa sahip partiler. Karşılarında ise CHP ve MHP var. Yani resmî ideolojinin laik/milliyetçi koalisyonu. Bu tablo plebisitin temelinin ‘sağlam’ olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle gerçekten de bir kırılmanın eşiğindeyiz ve tercihlerimizi bunu bilerek yapacağız. Referandumda ‘evet’ demek demokrasiye, çoğunluğun yönetim meşruiyetine, ama aynı anda da -paketin içeriğinin ortaya koyduğu üzere- azınlık hak ve özgürlüklerine ‘evet’ demek olacak. Diğer bir deyişle toplumun siyasete el koymasını ifade edecek… Siyaseten durum açık. Ama bir de işin ideolojik yanı var: Acaba nasıl oluyor da bu ülkede İslami kesimden gelenler laikliği kimlik haline getirenlere kıyasla daha reformist ve demokrasi yanlısı olabiliyorlar? Modernleştikçe toplumların dinden uzaklaşacağını varsayan ve laikliği bu temelde tanımlayan arkaik bakış günümüzde artık gülünç bir önerme. Ama önemli bir kalıntısı var: Laik kesim başkalarının değişimini hâlâ kendisinden hareketle öngörme ve değerlendirme alışkanlığından kurtulabilmiş değil. Ne var ki kendinizi referans alarak dünyaya bakıyorsanız, kendinizi tanıma şansınız da kalmıyor. Nitekim laik kesimin günümüzdeki siyasi muhafazakârlığının temel nedeni, gerçekliğe uyum gösterme yeteneğini kaybetmiş olması… Bu ise bireysel bakışı aşan bir duruma gönderme yapıyor. Modern insan aptallığı, bir miktarı eğitimle düzeltilebilecek ontolojik bir nitelik olarak algıladı. Oysa günümüzde aptallığın asıl kaynağı ideolojik ve eğitim de söz konusu aptallığı derinleştiren bir unsur olmaya aday. Gerçeklikle bağ kurmayı zorlaştıran, onu bulandıran ve değişimi algılamayı mümkün kılmayan ideolojiler ortak bir aptallık üretiyor. İyi eğitim almış, ‘iyi aile’ çocuğu, bireysel kapasite olarak akıllı birçok insan da bu aptallığı paylaşıyor ve kendi aklını söz konusu aptallığın içinde, o aptallığa uyarak kanıtlamaya çalışıyor… Böyle bakıldığında Türkiye’deki laiklik anlayışının böylesi bir aptallıkla malul olduğunu görmemek zor. Çünkü bu anlayış laikliği bir kimliksel farklılaşma, ontolojik bir değişim olarak tanımlıyor. Yani laik olanların dinden uzaklaşması, artık dindar olmamaları bekleniyor… Ancak bu özcü yaklaşım çok kolaylıkla faşizan bir yönetim arzusu yaratmakla kalmıyor, dindar olmaya devam edene de yabancılaşıyor… Oysa laiklik, sekülerlik kavramının çok daha iyi belirttiği üzere, epistemolojik bir adım. Yani zihinsel mesafe koymayı ifade ediyor ve sekülerleşmeyle birlikte din, inanç ve ideoloji ile siyaset arasındaki mesafenin açılmasını gerektiriyor. Dolayısıyla önemli olan kişinin daha az dindar olması değil, dindar olmasına karşın zihninde inancı ile siyaset arasına mesafe koyması… Nitekim bu ülkede dindarlar hızla sekülerleşiyorlar. Ancak onların yaptığını laik kesim beceremiyor… Laik kesim hâlâ kendi zihninde inançlaşmış ideolojik konumlarla siyaset arasına mesafe koyamıyor. Dindarlar sekülerleştikçe, gerçeklik halleri arasındaki farklılıkları keşfediyor ve böylece bir ‘özne kırılması’ yaşıyorlar. Yani geçmişte olduğu gibi, din tüm hayatı kapsarken üretilen total özne artık yok… Dindar kişi parçalı bir özne olarak hayata tutunuyor ama her bir tutunma inancın içinde anlam kazandığı ölçüde, dindar olmaya da devam ediyor. Bunan karşılık laik kesim gerçekliğin farklılaşmasından ürküyor, bunu bir tehlike ve tehdit olarak algılıyor. Tedbir olarak da ‘özne kalıplaşması’ denebilecek bir içe kapanma ve yabancılaşma yaşıyor.”
Total özne, özne kırılması, parçalı özne, epistemoloji, ontoloji, özcü yaklaşım… Referandumla hiç ama hiç ilgisi olmayan, fakat, AKP’ye yedeklenmelerini temellendirmek açısından, son birkaç on yılın “moda”sı, tarihi geri çevirme çabasının hemen her alana yansıyan şekli olan post-modernizmin “havalı” kavramları sıralanarak yazılmış bir “evet yazısı”. Tabii, iş gerçekten yazarın dediği gibi bile olsa, AKP’nin anayasa değişiklik paketine evet demenin, mantıklı gerekçeleri nedir peki, bunlar niye yok yazıda? AKP’nin ilericiliğinin, toplumsal alana yansımaları neden örneklendirilmemiş? Azınlık hak ve özgürlükleri, hangi maddelerle genişletiliyor? Siz üzüm yiyin, bağı Başbakan ayarlayacak mı diyor yoksa yazar? Pisuvarlara bile tahammülü olmayan adamların sekülerliği, nereden kaynaklanıyor? Türban ve dinle ilgili her konuda AKP’nin arkasında olan MHP, hangi siyaseti ile laik sayılabiliyor? Evet ve hayır cepheleri, sadece beş partiden mi oluşuyor; ve memleketin anayasası, nasıl oluyor da “kırık, yarık özne”ler üzerinden tartışılıyor? Ve son olarak, bu kadar söz söyleyip de, hiçbir mantıklı şey anlatamamak, nasıl becerilebiliyor?..
Tekrara gerek yok, anayasanın bazı maddeleri, ne için değiştirilmek isteniyor, ortada; liberallerin, tüm bu zırvaları niye tekrarlayıp durduğu da. Fakat, azıcık da olsa, mantık ve tutarlılık gerekmiyor mu bir iddiayı dile getirirken? Hayır oyu, laiklik ve modernite de işin içine katılarak, aptallığa bağlanıyor ya; merak ediyorum, Ogün Samast’ı yetiştiren BBP’nin, ülkenin bir Ermeni yazarınca, ilerici kabul edilmesine ne deniyor?
alpererdik@mynet.com