14. yüzyıl filozofu olan Occam’lı William’ın “Bir olayı açıklayan en az iki eş değer açıklama/teori varsa genelde basit olan doğrudur.” ilkesine Occam’ın Usturası (Occam’s Razor) denir. Modern bilimde (Marksizm de buna dâhildir) Occam’ın Usturası’nı görmek çok kolaydır. Kopernik dünyayı merkez alan (Batlamyus’un) gezegen sisteminde karşılaştığı problemi çözmek için, kendiden öncekilerin yaptığı karmaşık düzeltmeler yerine, gezegenler […]
14. yüzyıl filozofu olan Occam’lı William’ın “Bir olayı açıklayan en az iki eş değer açıklama/teori varsa genelde basit olan doğrudur.” ilkesine Occam’ın Usturası (Occam’s Razor) denir.
Modern bilimde (Marksizm de buna dâhildir) Occam’ın Usturası’nı görmek çok kolaydır. Kopernik dünyayı merkez alan (Batlamyus’un) gezegen sisteminde karşılaştığı problemi çözmek için, kendiden öncekilerin yaptığı karmaşık düzeltmeler yerine, gezegenler sisteminin merkezinde olanın yerini değiştirdi ve güneşi sistemin merkezine koydu.
Marx kapitalizmin çözülemeyen “sırrını” bulabilmek için göz önünde bulunan “ister mideden çıkan isterse hayalden çıkan” şeye, metaya, baktı. Bu bakış sayesindedir ki kapitalizmin “görünmez el”in bir ürünü değil, bizzat insanların gün be gün ürettikleri şeylere bağlı olduğu ortaya çıktı. Occam’ın Usturası’nın örneklerini çoğaltmak mümkün.
Ülkemiz gündeminin tepesinde olan referandum ile ilgili Marksist yazıların büyük bir çoğunluğunun karmaşıklık(!) içinde olmasına kişisel olarak çok şaşırmaktayım. Var olan evet-hayır ayrışmasının detaylandırmalar o kadar yoğun ki, süreci açıklayan basitliğin gözden kaçması, daha doğrusu akla dahi gelmiyor. Referanduma sunulan anayasa değişikliğinin maddeleri üzerinden başlayan açıklamalar bir süre sonra doğruluğunu kaybetmese bile netliğini kaybetmeye başlıyor.
Tarihten rol çalan günümüz burjuvazisinin demokratlığı
Komünist Parti Manifestosu’nun en bilinen cümlesi şöyledir: Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Ortalığın toza dumana karıştığı bu günleri açıklayacak Occam’ın Usturası bu cümledir.
Toplumun egemen sınıfı olan burjuvazinin bugün yapıp eylediklerini anlamaya çalışırken, ülkemizdeki işçi sınıfı hareketinin diplerde seyrettiğinin altını önemle çizmekte fayda var. Ancak belki de tam da burjuvazinin gerçekte ne yaptığına odaklanılırsa onun “mezar kazıcılarının” nasıl hareket etmesi gerektiği daha net ortaya çıkarılabilir.
Modern devletin yönetimi, diyor Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir. Ve devam ediyorlar:
Burjuvazi, üretim araçlarını ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz. Daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşulu, bunun tersine, eski üretim biçimlerinin değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki düzenin kesintisiz bozuluşu, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırt eder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte tasfiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lânetleniyor ve insan, kendi gerçek yaşam koşullarına ve hemcinsiyle olan ilişkilerine nihayet ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor. (Komünist Parti Manifestosu)
Burjuvazi tarihsel olarak varlığını gerekirse kendi geçmişini “eritip yok ederek ve kutsal olanı lanetleyerek” yapmak zorundadır. Aksi halde an be an var ettiği sömürü düzenini sürdürme şansı kalmayacaktır.
Ancak günümüzde burjuvazinin hem dünya çapında hem de ülkemizde tarihsel olarak Marx ve Engels’in tanımladığı biçimde sürekli devrim niteliğini kaybedeli çok zaman olmuştur. Ancak devrim kelimesini sadece yıkmak anlamında düşünürsek belki de Marx ve Engels’in dile getirdiği tanımlamayı bugüne uyarlama şansına sahip olabiliriz.
Günümüz burjuvazisi sürekli devrim halinde değil ama devirme/yıkma halindedir. Yani burjuvazinin her hamlesi artık toplumu kökten değiştirme potansiyeline sahip olarak değil, sadece ve sadece kendi varlığını sürdürme adına toplumun çoğunun yıkımı üzerinden gerçekleşmektedir.
Ancak hem ülkemiz hem de dünyada burjuvazi devrimin ne olduğunu (hem kendi tarihi bakımından hem de mezar kazıcıları bakımından) o kadar iyi bilmektedirler ki, bugünün “yerleşmiş olanını yıkarken” veya “kutsallarını lanetlerken” aslında yıkıma uğratma hallerini devrimmiş gibi sunabilmeyi başarmaktadırlar. Burjuvazi günümüzde (aslında uzun bir zamandan beri) kendi tarihinden rol çalarak, kendisini hala devrimci gibi göstermeye devam etmektedir. Ama tam da Marx’ın dediği gibi, ilkinde trajedi olan şey, ikincisinde komediye dönüşmektedir.
“Burjuvazinin ortak işlerini yöneten komite”ye dâhil olanlarda bugünlerde kendilerini devrimci gibi sunmakta bir beis görmemektedirler. Erdoğan’ın anayasa değişikliğine dair söylemleri değme demokratları solda bırakacak cinstendir. Bu nedenle Erdoğan ve partisi söylemlerinde, özellikle CHP üzerinden sola vurmak istediklerinde, “hani bunlar demokrattı” sorusunu boşuna kullanmamaktadır.
12 Eylül askeri faşist darbesini elleri kızarıncaya kadar alkışlayan Gülen Efendi birden bire “askeri vesayete” karşı olan anayasa değişikliği için “mezardakileri” bile referanduma çağırmakta; zamanında faşist darbeye tam destek veren ve en gerici gazetelerden birisinin tepesinde olan Nazlı Ilıcak televizyonlarda demokratlığın tek hamisi rolüne soyunabilmektedir.
Yukarı verilen örnekler bile burjuva politikanın rol çalma yeteneğinin net göstergeleridir. Burjuvazi çalma konusunda tarihsel bir yeteneğe sahip olduğu için politikacıları da aynı yeteneğe sahiptir. Bunu yaparken de bir dönem “kutsal” saydıklarını (yani askeri faşist cuntayı) bugün “yıkıyormuş” gibi görünmeleri mide bulandırıcı bir komediden öte bir şey değildir.
Demokratik Devrim mi?
Öte yandan ülkemiz liberalleri ve özgürlükçü solcuları da sunulan anayasa değişikliğini neredeyse “demokratik devrim” olarak tanımlayacaklar. Onlara göre anayasa değişikliğinde eksikler olmasına rağmen var olan anayasadaki birçok kısıtlamayı kaldırması ve yeni olanakları sağlaması bakımından desteklenmesi gerekmektedir.
Ancak onların göremedikleri en önemli şey burjuvazinin artık demokrat niteliğini kaybedeli tarihsel olarak oldukça uzun bir zaman olmasıdır. Politik olarak da burjuvazi günümüzde bir özgürlüğü sağlıyor gibi gözükürken bir başka taraftan baskısını arttırmanın yollarını yapmaktadır.
Hatırlayalım. 1991 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141-141-163. maddeleri kaldırıldı. Ve bu özgürlükçü bir tavır olarak sunuldu. Ama aynı yıl yürürlüğe sokulan Terörle Mücadele Yasası (TMY) gideni aratacak biçimde 19 yıldır yürürlülüktedir. Öyle ki 141-142 ve 163. maddeler de suç unsuru kabul edilen komünizm, irtica gibi net tanımlama yaparken TMY’ye göre yapılan bir şey öncelikle siyasal olarak terör tanımına girdiği anda ondan kaçma şansınız yoktur. Komediye bakın ki 1991 yılında TMY’nin çıkması için çırpınan TSK’nın mensupları bugün Ergenekon davası başta olmak üzere birçok davada terör örgütü üyesi olarak yargılanabilmektedir.
Önümüze sunulan anayasa değişikliğinde de benzer durum söz konusudur. Öncelikle yeni anayasa 12 Eylül kurumlarından YÖK, MGK başta olmak üzere temel kurumlarını aynen korumaktadır. Bunun yanı sıra “yeni” olduğu iddia edilen durumların bazıları ne yenidir ne de tamdır. Örneğin yeni anayasa memura toplu sözleşme hakkı tanırken, toplu sözleşmenin en önemli silahı olan grev hakkı tanınmamaktadır.
12 Eylül darbesi yapanların yargılanmasını engelleyen yasa maddesini kaldırmak bile başlı baş
ına bir demokratlık göstergesi değildir. Çünkü bu madde kaldırılsa bile “zaman aşımı” konusunda dahi hukukçular ikiye bölünmüştür ve ortada kesin bir şey yoktur. Ayrıca darbelere dayanak kabul edilen TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin değiştirilmesine yönelik öneriye AKP ipe un serme tavrı ile karşılık vermiştir.
“Burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komite”den başka bir şey olmayan AKP’ye liberallerinin ve özgürlükçü solun neredeyse devrimci damgasını vurmasının asıl nedeni demokrasi adına oynan bu komediyi gör(e)memeleridir. Görememelerinin nedeni de akılsızlıklarından değil tam tersine sıkı sıkıya bağlı oldukları sınıfsal konumlarından kaynaklanmaktadır.
TÜSİAD’ın Sessiz Çığlığı[1]
Türkiye’de burjuvazinin en büyük turnusol kâğıdı TÜSİAD’dır. Gazete ilanı ile bir hükümeti devirme gücünün sahibinin; 12 Eylül darbesinin gerçek nedeni olan 24 Ocak kararlarının yılmaz savunucusunun; her seçim öncesinde her parti liderinin karşılarına çıkıp gizli onay kurumu olan TÜSİAD’ın yapıp eylediklerini izlemek önemlidir.
Ergenekon süreci ile devletin içinde geri dönülmez biçimde kendisini gösteren yeniden yapılanmanın başladığı zamanlardan bugüne kadar TÜSİAD görünüşte tamamen sessiz kalmış görünmektedir.
Sessiz gibi görünmeleri çok normaldir. Çünkü kendi adlarına ve tam da istedikleri gibi konuşan olduktan sonra, TÜSİAD kamu yararına çalışan sivil toplum örgütü kılıfının arkasında kalmayı yeğlemektedir.
Ümit Boyner şöyle diyor: “Türkiye’de 2010 yılında demokrasinin temellerinin güçlendirilmesi ve siyasi reformlarının yaygınlaştırılması için öncelikli konu anayasa reformudur. 1982 anayasası askeri darbe sonucu yapılmış ve hazırlanışı sırasında çoğulculuğa yer verilmemiş, o nedenle de halk tarafından sahiplenilmemiştir.” (tusiad.org. ana sayfa)
24 Haziran 2010 tarihli konuşmasında da şöyle diyor Boyner:
TÜSİAD’ın bir işveren derneği olduğunu unutmuş değilim. Siyasi konulara bu denli odaklanmamın basit bir nedeni var. Hukuk üstünlüğüne dayalı bir demokratik yapının kökleşmesi konusundaki ısrarımız, özlediğimiz ekonomik atılımları ancak bu şekilde yapabileceğimize inanmamızdan kaynaklanıyor. Bu koşullar yerine geldiğinde ekonomimizin istikrarlı büyümesi, işlerimizin gelişmesi, küresel rekabet içinde kendimize yer bulabilmemiz de daha kolaylaşacak. (http://getir.net/flp, boldlar bana ait)
Boyner TÜSİAD adına politika ile neden ilgilendiğini çok nefis biçimde anlatmış. Evet tam da Boyner’in ifade ettiği “ekonomilerinin istikrarlı büyümesi, işlerinin gelişmesi ve küresel rekabet içinde yer bulmalarını” kolaylaştırdığı içindir ki TÜSİAD 12 Eylül askeri faşist darbesine ve onun halk tarafından benimsenmeyen anayasasına zamanında hayır dememiştir, hayır demeyi aklından dahi geçirmemiştir.
Ekonomilerini büyüten, işlerini kolaylaştıran, küreselleşmeye kapı açan 24 Ocak kararlarını uygulamanın tek yolu toplumun gelişen muhalefetinin ancak ve ancak zorla ve kanla bastırılması gerektiği için darbeyi alkışlayanların başında TUSİAD vardı.
Hal böyle olunca TÜSİAD’ın anayasa reformu istemesi, devletin Kürtlerle ve Alevilerle barışmasını istemesi, seçim barajının ortadan kaldırılmasını istemesi basit bir demokratlık değil onun çok daha öncesinde ekonomilerini büyütmek, işlerini geliştirmek ve küreselleşmek içindir.
TÜSİAD da ideolojik anlamda kendisine benzer politik figürleri gibi 30 yıl öncesine dayalı “yerleşmiş olan ne varsa eritiyor” ve kendisi için “kutsal olan ne varsa lânetleniyor.” Ama burjuva sınıfına ait tüm ikiyüzlülük ile.
TUSİAD’ın bir an için bile bugüne dair taleplerinde dürüst olduklarını kabul edelim. O zaman TÜSİAD’tan 1980 faşist darbesi ve onun anayasasına verdikleri koşulsuz destekleri için halktan özür dilemelerini isteme hakkına sahip oluruz. Ama burjuvazi için ikiyüzlülüğün işe yarar yanı yapıp eylediklerine dair herhangi bir hesap verme zorunluluğuna sahip olmamasıdır.
Hayırın çıkmazları
Düalizm ile diyalektik aklı başında kafalarda bile karıştırılmaktadır. Düalizm zıt olan iki durum arasında gerçekleşip kendi kendini düğümleyen bir durumdur. Diyalektik ise en az iki çelişik durumun varlığı ile gelişmenin ve değişimin bizzat kendisidir.
Türkiye’deki parlamenter sistemin hareket biçimi düalistiktir. Türkiye modernleşmesinin bir türlü aşamadığı bu algılama, siyasetin de zaman zaman tıkanmasına, tıkandığı kadar da saçmalamasına izin vermektedir.
Türk siyasetinde muhalefetin genel olarak temel görevini belirleyen iktidarın yaptıklarıdır. Eğer iktidar bir duruma evet derse, muhalefet hayır; eğer iktidar hayır derse muhalefet evet der.
Referandum süreci içinde bu düalist durum kendisini bir defa daha göstermektedir. CHP ve MHP’nin oluşturduğu hayır cephesi 12 Eylül anayasasının değiştirilmesi gerektiği noktasında hem fikirdirler. Hatta CHP değişikliğin parlamentodaki oylanması sürecinde onayladıkları maddeler ile onaylamadıkları maddeleri ayrıştırıp hükümetle pazarlığa oturabileceğini de ilan etmişti.
MHP ise kendileri 12 Eylül’den sonra “içeride” olmalarına rağmen iktidardaki “fikirlerinin” temel belgesi olan anayasaya çok da dokunulmasını istememekte, hatta ellerine fırsat geçse daha beterini oluşturma hayalini kurmaktadır.
Burjuva siyaseti noktasında baktığımızda ise parlamento içindeki hayırcıların temel varlık alanı burjuva siyaseti içindeki azınlığı temsil etmeye dayanmaktadır. CHP biraz daha demokrat denilebilecek azınlığı ait iken, MHP en başta devlet mekanizmasının değişimine ayak direyen kesimleri temsil etmektedir.
Her iki partide hayır demekle basitçe 12 Eylül anayasasını savunmadıklarına kanıt olarak da, ne zaman geleceği belli olmayan iktidar hayalini hedef olarak kitlelere göstermektedirler.
Üçüncü yolun tarifsizliği
Sol harekette bir süredir kullanılmaya başlanan bir kavram üçüncü yol. Genel olarak egemen sınıf içindeki çatışmalara dâhil olunmayarak üçüncü bir yol iddiasını taşır. Tabii sıralama da üçüncülüğün tarifi egemen klikleri bir ve ikinci diye ayırmanın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak üçüncü bir yolun olduğunu iddia etmek ciddi bir yanılgıdır.
Burjuvazinin en önemli özelliği işçi sınıfı yanında kendi sınıfı ile de savaş halinde olmasıdır. Bunu da ister piyasa, ister politikanın dili olsun rekabet olarak tanımlarlar. Kapitalizmin politik dilinde rekabet hemen her zaman barışçıl biçimde sunulur. Ne de olsa rakibiz.
Ancak gerçeklik asla öyle değildir. Diyalektik karşıtların birliği ve karşıtların savaşımını içerir. Bu nedenle burjuva politikasında da bir dönem tatlı (barışçıl) rekabet halinde olanlar koşullar gerçekleştiğinde savaş baltalarını çıkarmakta bir an için bile tereddüt etmezler.
Referandum süreci burjuva politika için karşıtların savaşı biçiminde kendisini göstermektedir. Bu yüzden karşımızda birbiri ile çatışma halinde olan ve birbirine taban tabana zıt iki yol yoktur. Karışımızda bir tane sınıfın çıkarına hizmet eden iki (ve bazen daha fazlası) grup-klik vardır.
Kılıçdaroğlu sola dair birçok kavramı yeniden kullanarak bir rüzgârı ortaya çıkarmış olmasına rağmen, örneğin Kürt sorunu hakkında bugüne kadar CHP’nin klasik anlayışından bir adım ileri bir cümle kurabilmiş değildir. Hatta Kürt sorununa dair bir cümle kurmaktan özellikle kaçındığını söylemek abartı olmayacaktır.
Üçüncü
bir yolun varlığını iddia etmek var olduğu iddia edilen iki yolun cidden zıt karakterlerde olduğunu iddia etmek ciddi bir hatadır. Ortada üçüncü bir yol yoktur. Özünde ve temelinde sadece iki yol vardır.
Referandum sürecinde Occam Usturamız bugün kendisini darbe karşıtı olarak sunanların 1980 faşist darbesini nasıl destekleri somut olarak sürekli göstermek olmalıdır. Örneğin BirGün gazetesi bu süreçte sayfalarında özel bir bölüm açarak askeri faşist darbeyi destekleyen ya da ona karşı kıllarını kıpırdatmayanların o dönemlerde ne yazdıklarını, ne söylediklerini sayfalarında yer verebilir.
Pratik olarak yapılması gereken ise sandığa gitmemektir. 12 Eylül anayasası burjuvazinin anayasasıdır. Şimdiki anayasa da onun anayasası olacaktır. Bu anayasaya sosyalist bir kimlikle hayır demek ise sanıldığı gibi burjuvaziye karşı olmak değil, tam tersine “burjuvazinin ortak işlerini yürüten komite”lerden birisinin yanında yer almak olacaktır.
emrahziraman@hotmail.com