Anayasa değişikliğine ilişkin tartışmalarda ana akım siyasi partiler başından bu yana tartışmayı demokratikleşme, ulusal egemenlik, kimlik siyaseti ekseniyle sınırlandırarak değişikliklerin sınıfsal boyutunu tartışma dışı bıraktılar. Sosyalizmin ideolojik hegemonyasının zayıf olduğu bir dönemde bu durum, tartışmanın sol içinde de aynı terimlerle ele alınmasına yol açtı ve anayasa değişikliğinin “sınıf ilişkilerinin billurlaşmış hali olarak kapitalist devlete” ilişkin […]
Anayasa değişikliğine ilişkin tartışmalarda ana akım siyasi partiler başından bu yana tartışmayı demokratikleşme, ulusal egemenlik, kimlik siyaseti ekseniyle sınırlandırarak değişikliklerin sınıfsal boyutunu tartışma dışı bıraktılar. Sosyalizmin ideolojik hegemonyasının zayıf olduğu bir dönemde bu durum, tartışmanın sol içinde de aynı terimlerle ele alınmasına yol açtı ve anayasa değişikliğinin “sınıf ilişkilerinin billurlaşmış hali olarak kapitalist devlete” ilişkin ne tür dönüşümleri işaret ettiği üzerinde durulmadı. Bunda Marksist solun güçsüzlüğü yanında, anayasa değişikliklerini kaleme alanların önerilen tüm değişiklikleri 12 Eylül Anayasası’nın otoriter niteliğine karşı demokratik ve sivil bir anayasanın gerekliliği ile meşrulaştırma çabasının da etkili olduğu söylenebilir. Soruna Marksist açıdan bakıldığında ise demokratikleşme ve sivilleşme argümanının, özellikle 90’lı yılların sonundan itibaren neoliberalizmi anayasanın temel felsefesi haline getirerek kurumsallaştırma ve böylelikle neoliberal politikalara ilişkin devlet içi çatışmaları önleme yönündeki sistematik çabaları meşrulaştırma işlevi görmekten öteye gitmediği görülebilir.
Söz konusu sürecin anlaşılmasında Poulantzas’ın 1978 yılında Devlet, İktidar, Sosyalizm kitabında kullandığı otoriter devletçilik kavramına başvurmakta yarar vardır. Poulantzas, bu kavramı yetmişli yılların sonunda kapitalizmin özgün çelişkilerini içermek üzere ortaya çıkan yeni devlet biçimini tanımlamak üzere kullanmıştır. Otoriter devletçilik, siyasal alanın daralması, devlet aygıtının güçlenmesi ve devlet aygıtı içinde yürütmenin özerkleşerek ön plana çıkması gibi eğilimlerle tanımlanır. Bu anlamda faşizm gibi olağanüstü bir devlet biçimini değil, Poulantzas’ın deyişiyle “günümüz kapitalizminin geldiği aşamada burjuva cumhuriyetinin yeni ‘demokratik’ biçimini temsil eder.” Poulantzas’ın otoriter devletçiliğin temel bileşenleri olarak tanımladığı eğilimler, günümüzde özellikle neoliberal politikaların hızla uygulanmasına yönelik işlevsellikleri nedeniyle daha da belirgin hale gelmiştir. Bu nedenle günümüzde kapitalist devletin aldığı biçimi neoliberal otoriter devletçilik kavramı ile açıklamak mümkündür.
Bu noktadan baktığımızda Türkiye’de neoliberal otoriter devletçiliğin iki evreden geçtiğini söyleyebiliriz. 1982 Anayasası ile başlayarak 90’lı yılların sonuna dek süren ilk evrede neoliberal politikaların kitlelerin direnciyle karşılaşmaksızın hızla yaşama geçirilmesi için üç önemli adım atılmıştır. Birincisi, siyasi partilere konan bir dizi yasal kısıtlama ile siyasal alan daraltılmış, tek sesli ve ideolojilerden arındırılmış bir siyasal yapı yaratılarak sınıfsal çelişkilerin idaresi etkili bir biçimde siyasal alandan devlet aygıtına aktarılmıştır. İkincisi, önemli ekonomik politika kararları Meclis atlanarak Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmünde kararnamelerle alınmış ve bu yolla yürütme organı yasama karşısında güçlendirilmiştir. Üçüncüsü, ekonomi yönetimiyle ilgili kararlar doğrudan Başbakanlığa bağlı olarak hareket eden Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığında toplanmış, böylelikle neoliberal reformların bürokrasinin diğer kesimlerinin muhalefeti olmaksızın başlatılması mümkün olmuştur.
Ancak bütün bu düzenlemelere karşın başta özelleştirme olmak üzere neoliberal politikalar Türkiye’de başka ülkelere göre çok daha yavaş uygulanabilmiş, 90’lı yıllarda ise tümüyle tıkanmıştır. Bunun temel nedeni, yürütme aygıtını güçlendirme yönündeki tüm girişimlere rağmen Türkiye’de yürütme ile yargı arasındaki çatışmaların yoğunluğunu sürdürmesi olmuştur. Neoliberal politikalara ilişkin kararlar Meclis atlanarak Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmünde kararnamelerle alındıkça, bu kararlara muhalefet eden kesimlerin en sık başvurduğu yöntem, söz konusu kararnamelerin iptali için Danıştay’a ya da Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak olmuştur. Bu mekanizma özellikle sendikalar tarafından özelleştirmeye ilişkin kararlarda kullanılmış ve söz konusu kararların çoğu kamu yararına aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. 90’lı yılların sonuna gelindiğinde Türkiye kapitalizminin küresel kapitalizmle eklemlenme sürecinin yeni bir ivme kazanması, özelleştirme ve uluslararası yatırımlar konusunda yürütme ile yargı arasında yaşanan gerilimleri daha da artırmış; ve sermaye örgütlerinin baskılarıyla söz konusu gerilimleri anayasa değişikliği yoluyla giderme yoluna gidilmiştir. 1999 yılında Anayasa’da yapılan değişiklikle özelleştirme (madde 47) ve uluslararası tahkime (madde 125) anayasal dayanak kazandırılmış ve böylelikle 80’li ve 90’lı yıllar boyunca sendikaların açtığı davalarda Danıştay ve Anayasa Mahkemesinin “kamu yararına aykırı olduğu gerekçesiyle” özelleştirmeleri durdurmasından yakınan sermayeninin önü açılmıştır. Bunun sonucunda 2000’li yıllarda özelleştirmeler büyük bir hız kazanmış; “yatırım ortamını iyileştirme” önündeki engellerin ortadan kaldırılması gereğini anayasallaştıran söyleme dayanarak pek çok emek karşıtı düzenleme yaşama geçirilmiştir.
Buna rağmen yürütme ile yargı arasındaki çatışmalar bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Bunun nedeni ise Anayasanın 125. maddesinin 4. fıkrası ile düzenlenen, yürütmenin yargısal denetimine ilişkin hükmün yoruma açık olmasıdır. Söz konusu fıkrada yer alan “yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır” ifadesi, idari yargı denetimini hukukilik denetimi ile sınırlandırmakla birlikte, hukukilik denetimi ile yerindelik denetimi arasında kesin bir çizgi çekmemekte; başka bir deyişle “yerindelik denetimini” yasaklamamaktadır.[1] Dolayısıyla yargıçlar bu fıkraya dayanarak, hükümetin pek çok neoliberal düzenlemesini kamu yararına aykırı olduğu gerekçesiyle iptal ya da yürütmeyi durdurma kararları alabilmişlerdir. İşte önümüzdeki anayasa değişikliği paketinde bu yolu tamamen kapatmak üzere “yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır” kaydı (m.125/IV), “..sınırlı olup hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” (m.11) yasağına dönüştürülmüştür. AKP’nin Anayasa Değişikliği Paketi ile ilgili broşüründe bu yasağın gerekçesi gayet açık özetlenmektedir: “Kamu yararı gibi sübjektif bir kavramla birçok özelleştirme kararı iptal edilmiş, böylece küresel sermayenin Türkiye’de yatırım yapması ile ilgili birçok zorluk çıkarılmıştır. Sadece doksanlı yıllarda Telekom’un özelleştirilmesine mani olunması sonucu Türkiye, yaklaşık 25 milyar dolarlık zarara uğratılmıştır…Bu düzenleme yönetenlerin yargı denetiminden kaçması anlamına gelmez. Sadece yargı kendi alanında, yürütme de kendi alanında kalmalıdır.”[2]
Anayasa değişikliği paketinde yargının yürütmeye tabi kılınması yönündeki çabalar, Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyelerinin belirlenme ve işleyiş sürecinde yürütmenin yetkilerinin artırılmasında da görülebilir. Örneğin Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde Cumhurbaşkanlığı belirleyiciğini korumakta, TBMM’ye verilen 3 üyeyi belirleme yetkisi de nitelikli çoğunlukla seçime dayandırıldığı için iktidar partisinin belirleyiciliği anlamına gelmektedir. Benzer biçimde, HSYK üyelerinin belirlenmesinde ve kurul çalışmalarında Cumhurbaşkanlığına ve Adalet Bakanlığı’na daha fazla inisiyatif tanınmaktadır. Dolayısıyla 1982 Anayasası’yla güc