İçeride ve dışarıda, yeni ve büyük bir ortaklığın, bir anda iktidara taşıdığı ve böylece, TC’yi, yeniden ve eskisinden çok daha geri biçimde biçimlendirme operasyonunun yürütücüsü olan AKP’nin; sekiz yıldır, bu minvalde, önemli mesafe kat ettiği, artık, kafasını kuma gömmeyen ve “yeni dönem”i görebilen tüm solcuların malumu. Ekonomi ve politika alanını kapsayan dönüşümler, eylemcisine, kısa vadede […]
İçeride ve dışarıda, yeni ve büyük bir ortaklığın, bir anda iktidara taşıdığı ve böylece, TC’yi, yeniden ve eskisinden çok daha geri biçimde biçimlendirme operasyonunun yürütücüsü olan AKP’nin; sekiz yıldır, bu minvalde, önemli mesafe kat ettiği, artık, kafasını kuma gömmeyen ve “yeni dönem”i görebilen tüm solcuların malumu. Ekonomi ve politika alanını kapsayan dönüşümler, eylemcisine, kısa vadede daha büyük kazanç sağladığından, asıl icraatlar burada gerçekleştirildi; fakat, amaç, devletin geleneksel paradigmasını tasfiye ve yeni paradigmayı tesis etmek olduğundan, AKP, bu süreç sonunda, daha etkili ve daha kalıcı olacak işleri de ihmal etmedi, ki, bu da AKP’nin hiç de basite alınabilecek, sıradan bir sağ parti olmadığını bir kez daha göstermiş oldu. Bu yazıda konu edeceğimiz eğitim alanı ve oradaki değişim ve dönüşümler de bu gözle değerlendirilirse, başlıkta yaptığımız tespit, sanıyorum, daha da iyi anlaşılacaktır.
Çok kapsamlı tanımları bir kenara, en basit şekliyle eğitim, “Bireyde, kendi yaşantısı ve kasıtlı kültürleme yoluyla istenilen davranış değişikliğini meydana getirme süreci” olarak tarif ediliyor. Yine konumuz dâhilinde, eğitimden ayrılamayacak olan öğretim ise, “Davranış değişikliğinin okulda planlı ve programlı bir şekilde yapılması sürecidir” diye tanımlanıyor. Yani eğitim, öğretimi de, bir yerde, içinde barındırıyor. Sadece bu tanımları bile, sanırım, eğitim kavramının, ideolojik derinliğini kavramamıza yetiyor. Zira, mevcut üretim biçim ve ilişkilerinin belirleyiciliğinin kapsamına eğitim de giriyor ve üretimi yönlendirenlerin örgütlediği devlet eliyle yürütülüyor. İşte, uzun vadede, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfın politik pratikçisi hükümetler de, eğitim alan çocukları ve gençleri, dönemin gerektirdiği şekilde biçimlendirmeye çalışıyor; ve dediğimiz üzere, AKP, yaptıklarıyla, bunların içinde, en geri ve en tehlikeli siyasi aktör olarak öne çıkıyor.
En genel biçimde, AKP’yi, neo-liberalizmin ve siyasal İslam’ın, ülke ve bölgenin koşullarına göre, en sağlam ve planlı şekilde örgütlenmiş partisi olarak tarif edebiliriz. Dolayısı ile, bu partinin destekçilerinin, dincilik ve piyasacılığı, ayrı ayrı veya birlikte savunanlardan oluştuğunu da söyleyebiliriz. Böyle iken, bu iki başlığın, dincilik ve piyasacılığın, eğitime nasıl yansıdığı ve uygulandığını da, diğer tüm mevzular gibi, derince ve ivedilikle, tartışmamız gerekiyor. Ancak AKP’nin, burada da, ikiyüzlü politikaları, çoğu zaman bunu yapmayı engelliyor, hiç değilse zorlaştırıyor. Kısaca da olsa, bunlara dair, temel iki başlığı irdelersek göreceğiz ki, AKP, sekiz yılda, eğitimde çok karmaşık ve kapsamlı, gerçekten geri çevrilmesi, imkân olsa bile, yıllar sürecek işler yaptı. Bunları da, AKP’nin yapısal özellikleri kapsamında değerlendirelim.
Evvela, kamusal bir hizmet olması gereken eğitimin şu anki durumu ve eğitimin özel sektör ile ilişkisine; yani, AKP’nin piyasacı tarafının, eğitime nasıl yansıdığına bakalım. Eğitim-Sen, 18 Haziran’da, “2009-2010 Eğitim Öğretim Yılı Sonunda Eğitimin Durumu” başlığı ile bir değerlendirme raporu yayınlandı. Rapordaki veriler, tamamen nesnel olmakla birlikte, fazla söze gerek bırakmayacak kadar da açık. Örneğin, son sekiz yıldır, eğitime ayrılan para, rakamsal olarak artmakla birlikte, bu paranın gayri safi milli hâsılaya oranı, neredeyse hiç artmamakta; oran, 2.24’ten 2.74’e yükselmiş. Buna dair, raporda, “Bütçe içinde sınırlı, ancak sosyal harcamalar içinde önemli bir paya sahip eğitim harcamaları, sosyal harcamaların her geçen yıl azaltılması, daha doğrusu özel kesime yönelik kaynak olarak aktarılması nedeniyle ya azalmış ya da yerinde saymıştır.” denmiş. Bu bütçenin de, yüzde 65’inin personel harcamaları için kullanıldığı düşünülürse, işin vahameti daha bariz görülecektir. Yine, eğitime yeterli kaynağın ayrılmaması, doğrudan, eğitimde yatırım yapılmaması sonucunu doğuruyor. 2002’de yüzde 17.18 paya sahip yatırım harcamaları, 2010’da yüzde 6.32’ye gerilemiş. Bu da, “Genel bütçeden ve MEB bütçesinden yatırımlarına ayrılan paydaki azalma yurttaşların eğitim maliyetini üstlenmede daha çok yükümlülük altına girdiğini belirgin olarak ortaya koymaktadır. Eğitim harcamalarının finansman kaynaklarına göre dağılımı, eğitimde maliyetin faturasının her geçen yıl veliye daha çok yüklendiğini, velilerin yaptığı harcamalarda oranın bizim gibi gelişmekte olan ülkelerle aynı oranlarda olduğunu göstermektedir.” AKP döneminde, dersaneciliğin geldiği noktaya bakarsak, eğitimi paralılaştırma işi, daha da açıklığa kavuşacaktır. 2002 yılında, 2122 dershaneye, 606.522 öğrenci devam ederken; bugün, 4193 dershanede, 1.174.860 öğrenci bulunuyor. (Bu dershanelerin, üçte ikisinin cemaat kontrolünde olduğu söyleniyor.) AKP döneminde, orta ve yüksek öğretime girişte yapılan sınavların niteliği ve sayısının sürekli değiştirilmesi, görüldüğü üzere dershane sayısını ikiye katlamış (ki bunlar yasal olanlar) ve de “Her yönüyle sınavlara bağımlı olan eğitim sistemi kamu eğitimini işlevsiz bırakarak, eğitimi dershane, özel ders, özel okul alanına kaydırmıştır. Bu nedenle özellikle sınav zamanları okullar boşaldığı için öncelikle bu sorunu sorgulanması ve çözülmesi gerekir. Artık ikincil, destek eğitimi olmaktan çıkıp, birincil asıl eğitime dönüşmüş olan dershane sistemi dışında kalan bir öğrencinin sınav kazanması, daha iyi bir okula, üniversiteye gitmesi neredeyse imkânsız hale gelmiştir.”
Bunların yanına, meslek liselerindeki gençlerin, staj adı altında, sermayeye ucuz işgücü olarak sunulmasından, güneydoğuda, ilk ve ortaöğretimde, derslik başına 44 öğrencinin düşmesine kadar, daha pek çok madde eklenebilir. Ancak, en geneli ile şunu söyleyebiliriz ki, “Ülkemizde yıllardan beri gerçekleştirilen paralı eğitim uygulamaları ile gerek aynı il ya da bölge içerisinde, gerek bölgeler arasında ve hatta aynı çevredeki ekonomik konumları farklı ailelerin çocukları arasında eğitim hakkının kullanılabilmesi ve bu haktan yaralanabilmesi bakımından uçurum derecesinde büyük farklılıklar bulunmaktadır. Dershane sistemi uygulaması ile eğitim olanakları gelişmiş olan daha varsıl ailelerin çocukları milyarlarca lira ödeyerek diğer öğrenci ve okullar karşısında önemli avantajlar sağlarken, yoksul ve orta gelirli ailelerin çocuklarının eğitim olanakları gelişmemiş, genel devlet liseleri ile meslek liseleri vb. okullarda okuyan öğrenciler daha başından sistemin dışına itilmiştir.”
AKP’nin dinci, muhafazakâr tarafının, eğitime nasıl yansıdığına gelirsek, burada da, yine çok hummalı gayretlerin ve sonucunda uygulamaların olduğunu görüyoruz. Yeni bir ekonomik-politik paradigma oluşturacak ve bunu toplumsallaştırarak meşrulaştıracak her siyasi özne gibi, bu parti de, doğal olarak bunun yollarının eğitimden geçtiğini çok iyi biliyor. Ve işin kötü yanı, ilk ve orta öğretimde, üniversitelerde cılız da olsa mevcut olan, içerideki yani “öz” muhalefetin bulunmaması, buradaki yapısal değişikliklerin görülebilmesini engelliyor. İlerici eğitimcilerin dışında, geneli ile, pek de haberdar olunmayan, olunsa da üzerinde fazla durulamayan bu dönüştürme süreci; 2005’ten bu yana devam ediyor. MEB; bu tarihten bu yana, öğretim yöntemleri, ders materyalleri, sınav türleri, öğreten-öğrenen ilişkilerini… yeniden biçimlendiren, “yapılandırmacı” eğitim modelini, merkeze alıyor. Yapılandırmacılık (Constructivizm), öğrencinin öğrenmenin merkezinde olduğu, öğr
enilenin değil öğrenme sürecinin önemsendiği, öğreticinin sadece kılavuz olduğu bir model olarak bizlere sunuluyor ve de bu sayede, ezberci değil sorgulayıcı, pasif değil aktif, öğrenmeyi kendisi sağlayan bireyler yetiştirileceği söyleniyor. Kulağa gerçekten hoş gelen bu sözler, küresel kapitalizmin siyasi, kültürel, bilimsel vb. “aklayıcı”ları dâhilinde değerlendirildiğinde ise; yapılandırmacılık, tam anlamıyla, gerçek içeriğine ve tarifine kavuşuyor. Bu konuda, önemli çalışmaları olan, Yrd. Doç. Dr. Hasan Aydın; yapılandırmacılığı, “post-modernizmin eğitimdeki izdüşümü” olduğunu söylüyor ve ilgili bir makalesinin sonuç bölümünde şunları yazıyor: “…çözümlemelerin işaret ettiği iki temel sonuç bulunmaktadır. İlki, yapılandırmacılığın, bilgi kavramından doğruluğu kopardığı ve onu inançla aynı statüye indirgediğidir. Kuşkusuz bu, doğruya yöneltmeyi amaçlayan bilim eğitimi için hayati bir sorun yaratacak niteliktedir. Çünkü her inancı bilgi saymakta; inançlar çokluğu paradoksuna yol açmaktadır. Bu durum, bizim gibi dinsel olana yöneltilmek istenen toplumlar için eğitim programlarında dinsel inançların birinci sıraya oturtulacağı anlamına gelmektedir. İkincisi ise, yapılandırmacılığın gerçekliği öznelleştirmesi, nesnel gerçekliği görünüşe indirgeyerek onun kendinde varlığını örselemesidir. Kuşkusuz bu anlayış, bilimin en temel konusu olan nesnel gerçekliği yok saydığı için, bilimi salt insan bilişine indirgemekte; onun araştırma alanını bilişin bir ürünü olarak görmeye yönelmektedir. Bu türden radikal sonuçlara yol açan bir anlayışı, ciddi bir tartışma sürecinden geçirmeden, bir oldubittiyle, geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz gençleri eğitmeyi amaçlayan eğitimimizin temeline oturtmak oldukça düşündürücüdür ve bilim eğitimi alanında geri kalmışlığımızı yazgıya dönüştürmeyi amaçladığı duygusuna kapılmamak işten bile değildir.” Yapılandırmacığı, neo-liberalizmin eğitime yansıması olarak değerlendiren Doç. Dr. Kemal İnal da, bu konuda, bir röportajında şöyle diyor: “Yapılandırmacı eğitim, muhtemelen küreselleşme şartlarına uyum sağlayacak bir birey tipi üretecektir. Eğitimi bir meta, mal olarak algılayan, eğitimi kendisini geliştireceği bir araç olarak gören, sosyal haktan ziyade yatırım olarak gören bir anlayış getirecektir. Yatırımı ömür boyu eğitim olarak gören, ha bire sınavlara giren, kurslara giden, piyasadaki esnek istihdam koşulları nedeniyle kendini sürekli geliştirmek zorunda kalan birey tipini yetiştirecektir. Bu birey, eğitimi bir bilinçlenme, sosyalleşme, halkın sorunlarını çözecek bilgilerin edinildiği bir sosyal ortamdan ziyade, sosyal Darwinizm çerçevesinde sürekli ayakta kalma, dövüş, rekabet, eleme, elenmeme saiklerinin, güdülerinin olduğu bir alan olarak görecektir.” Peki, bu eğitim modeli ile yetişen bir bireyde, ne tip özellikler bulunacak, daha doğrusu bulunması amaçlanıyor? AKP’nin istediği; bilimsel ve somut bilgiyi bile tartışmaya hazır olan, bunu soyut ve dinsel olanla eşdeğer gören ve de iş, para için kendisi dışındaki herkesle, her daim mücadele etmesi gereken, bunu da asla yadırgamayan, yani her anlamda gerici bir birey! Dahası, bu bireylerden oluşan gerici bir toplum! İşte, bu kısma dair yazacağımız sonuç da kısaca budur.
Görüldüğü üzere, bu zamanlarda, devletin eğitimi, eğitimin zorunlu olduğu ilköğretimde ve sonrasında orta öğretimde, bu şekilde yürüyor. Milyonlarca çocuk ve genç, küresel sermayenin neo-liberal politikalarının ülkemizdeki uygulayıcısı olan dinci-piyasacı AKP’nin istediği biçimde yetiştirilirken, milyonlarca veli de, tüm bunlardan habersiz, çocuklarının daha iyi okullarda okuyabilmesi için, çaresiz, kendini devlete ve dershanelere soyduruyor. Bu durum da, büyük bir şirketin, bir zamanlar sloganı olan “Eğitim meselesi, memleket meselesidir!” cümlesini bize hatırlatıyor. Onların, bundan ne anladığından bağımsız olarak, şunu söyleyebiliriz ki, AKP ve hamileri bunun çoktandır farkındalar ve kafalarındaki memleketi, eğitim ile inşa ediyorlar. Ve fakat, koca bir memleket, dahası bu memleketin solcuları, olup biteni izlemekle bile yetinmiyor, zira, henüz olup bitenin farkında bile değil. Eğitim; bilimsel, toplumsal ve kamusal taleplerle, çağdaş ve geçerli politikalar üretilebilecek bir alan olarak, solculardan müdahale bekliyor.