Referandum tartışmalarına bakınca ve AKP’nin demokratlığı üzerine bol keseden yazılanları okuyunca, “acaba biz bu yazarlarla aynı topraklarda yaşamıyor muyuz?” diye sormadan edemiyor insan… İlerici bir değişim için, mevcut devlet yapısının, sermaye ilişkilerinin, ordu yapılanmasının, –elbette Kemalizmin de– eleştirel biçimde aşılması zorunludur; fakat bununla her anti-Kemalizmi “demokratikleşme” zannetmek apayrı şeyler olsa gerek. Yanı sıra demokrasiyi merkez-çevre […]
Referandum tartışmalarına bakınca ve AKP’nin demokratlığı üzerine bol keseden yazılanları okuyunca, “acaba biz bu yazarlarla aynı topraklarda yaşamıyor muyuz?” diye sormadan edemiyor insan… İlerici bir değişim için, mevcut devlet yapısının, sermaye ilişkilerinin, ordu yapılanmasının, –elbette Kemalizmin de– eleştirel biçimde aşılması zorunludur; fakat bununla her anti-Kemalizmi “demokratikleşme” zannetmek apayrı şeyler olsa gerek. Yanı sıra demokrasiyi merkez-çevre ilişkileri üzerinden ele alarak her çevrede bulunanın demokrasi taşıyıcısı olacağını sanmak da aynı derecede gerçeğe aykırı… Hepimiz biliyoruz ki faşizm de, şeriatçılık da çevre bağlantılı hareketlerdir ama özgürlüğün değil acımasız diktatörlüklerin taşıyıcısı olmuşlardır.
AKP devletçi burjuvaziye karşı, devletten bağımsız gelişen taşra burjuvazisinin temsilcisi idi. Ve bu nedenle de demokrasiyi geliştirmek zorundaydı. Aslında AKP’nin Anadolu kaplanları olarak nitelenen ve son 20-25 yıldır önemli bir gelişme kat eden yeni bir burjuva kesimin temsilcisi olduğu büyük ölçüde doğruydu. Yıllar boyunca lonca hayatını andırır durgun bir yaşamın içinde ne uzayıp ne kısalan ve dertlerini MNP-MSP çizgisinde dillendirmeye çalışan bu taşra burjuvazisinin bahtı, 80’li yılların ikinci yarısında değişmeye başladı. Özal bu kesimlerin önünü açtı. Devletin olanaklarından, teşviklerinden yararlanmalarını sağladı. Bu kesimler ucuz işgücünün ve yer yer kayıt dışılığın avantajını sonuna kadar kullanarak kapitalist ekonomiye tırnak geçirmeyi başardılar. DYP-RP iktidarı döneminde de aynı şekilde korunup, kollandılar. Ama yine de İstanbul burjuvazisi kadar devlete bağımlı olmadıkları da doğruydu. Gelelim AKP dönemine… ‘Bu bağımsız burjuvazinin devlete bağımlı İstanbul burjuvazisine meydan okuyuşu‘ olarak nitelenen bu dönem, tam tersine bu yeni burjuvazinin devlet olanaklarından sonuna kadar nemalandığı yıllar oldu. Son on yılın devlet ihalelerine, yerel yönetim ihalelerine, TOKİ ihalelerine bakıldığında bu ‘bağımsız burjuvazinin’ devlet kaynaklarını bir vantuz şehveti ile içine çekmeye başladığını görürüz. Ayrıca devlet olanakları AKP döneminde yalnızca bu kesimin palazlanması için değil, rakip ve muhalif sermaye guruplarının etkisizleştirilmesi ve hatta imhası için de kullanılmıştır. Son dönemde patlak veren yolsuzluk iddiaları, yalnızca ‘islamcılık, temizlik, dürüstlük‘ vaatleriyle iktidara gelen AKP’nin bu konulardaki tutarsızlığını ortaya koyan kanıtlar olduğu için anlamlı değil… Aynı zamanda devlet kaynaklarının bu ‘bağımsız sermaye’ye nasıl ve ne boyutta aktarıldığını ortaya koyduğu için de önemli. Dolayısıyla AKP bu devletten nemalanma sisteminde değil sistemden yararlananlarda değişime vesile olmuştur…
AKP’nin geleneksel İslam’ın dayatmacı devlet laikliğine haklı tepkisi olduğu ifade edildi. Topluma tek bir kimlik dayatan merkeze karşı, farklı kimliklerin temsilciliğini üstleneceği umudu yaygınlaştırıldı. Ama bu partinin uyguladığı politikalarla alttan alta sivil toplumu öldürdüğü görülemedi. Demokratikleşmeyi güvence altına alan sendikal örgütlenmeler, çevreci örgütlenmeler, kadın örgütlenmeleri, Alevi örgütlenmeleri spontane sivil tepkiler AKP iktidarınca sürekli bir tarzda saldırıya uğradı. Başbakan kendisine ters gelen örgütlenmeleri “taraf ya da bertaraf” olmak ikilemiyle karşı karşıya bırakarak; kitle örgütlerini iktidara bağlamaya çalıştı. Alevi taleplerine yönelik “Alevilik Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim!” demegojisini yinelemek dışında hiçbir ciddi adım atılmadı. AKP’nin Kürt politikasının da, kimliksel taleplere yanıt vermekten ziyade islami kimlik ekseninde Kürtleri yedeklemeye dayalı olduğu görüldü.
AKP’nin varoşların, yoksul kesimlerin temsilciliğini üstlendiği iddia edildi!
Oysa AKP yeni sağ politikaların tipik ve kararlı bir uygulayıcısı oldu iktidarı döneminde. AKP’nin ekonomik programı da “önce sermayeyi ihya edelim, gelir dağılımına sonra bakarız” biçiminde oldu. AKP iktidarı özelleştirme politikalarının doruğa çıktığı bir dönem olarak yaşandı aynı zamanda.
AKP, Mayıs 2003’te esnek iş saatleri ve geçici istihdam (part-time, sabit dönemli) gibi önerileri kapsayan ve otuzdan az işçi çalıştıran işletmeleri iş güvenliğinden mahrum bırakan yeni iş yasasının mimarı oldu. Küresel piyasa da rekabet gerekçesiyle grevleri erteledi. Avrupa Sosyal Şartı’nın memurların grev ve toplu pazarlık haklarını tanıyan 5 ve 6. Maddesine, çalışma sürelerinin kısaltılması ve çalışanlara yönelik en az dört haftalık ücretli izin öngören ç z2. maddesine ve çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi öngören 4. maddesine (bu maddedeki adil ücret hakkı çalışanları ailesi ile birlikte düşündüğünden asgari ücretin iki-üç katına çıkartılmasını gerektirecekti) çekince koydu.
Vergiler sermayeden az, yoksuldan çok alınmaya devam edildi; dolaylı vergi yükü arttırılarak toplumun yoksul kesimlerinin üzerindeki vergi yükü iyice ağırlaştırıldı. Dolaylı vergilerin payı 1980’de %37’ydi, 1990’da %48, 2000’de %60’dı ve AKP’nin iktidara geldiği yıl %66’ya çıkmıştı. Dolaylı vergilerin payı 2005’te %73 oldu. Karşılaştırılırsa, AB ülkelerinde dolaylı vergilerin oranı ortalama %35’tir. AKP asgari ücretliyi gelir vergisinden muaf tutacak bir mevzuat değişikliği yapmadığı gibi ücretlilerin vergi oranını da düşürmedi.
Sosyal Devletin yerine “cemaat şefaatti”
Zaten zayıf olan sosyal güvenlik uygulamalarını adım adım tasfiye eden AKP, bunun yerine keyfi bir sosyal sadaka sistemini uygulayarak, bağımsız bireyi ve yurttaşı ortadan kaldırıp, onları kendisine bağımlı kılmaya başladı. Toplumda cemaatleşmeyi teşvik etti. Bu yardımları almanın üstü örtülü koşulunun parti örgütlerinin ve belli cemaatlerin şefaatini almaktan geçtiği inancı yaygınlaştırıldı. Bu uygulama yalnızca yoksullar açısından da geçerli değil. Şimdi unutulmaya yüz tutan Ali Dibo olayından öğrendiğimize göre partiyle ve belediyelerle herhangi bir işi olan ya da ihale peşinde koşan insanlar açısından da geçerli. Kısacası sivil toplumcu diye övülen AKP, bir yandan çağdaş sivil toplumu etkisizleştiren, baskı altına alan uygulamalara imza attığı gibi; öte yandan da cemaatleşme doğrultusunda büyük mesai harcadı.
AKP’nin bürokrasiye hakim elitist-Kemalist kadroyu tasfiye edeceği ve böylece bürokratik tahakkümün zayıflatılacağı söylendi. Ne var ki, böyle bir kadrolaşmanın varlığı son derece abartılı bir iddiadır. AKP’den çok önce, 12 Eylül, ANAP, DYP-RP döneminde bugünkü AKP çizgisine yakın bir kadrolaşma gerçekleştirilmiştir ve son 20 yıldır etkin konumlarda bulunmaktadırlar. Son YÖK ve rektörlük atamaları, yargıya dönük kadrolaşma girişimleri, ‘Kemalist kadroların son mevzilerinin de düşürülmeye‘ çalışıldığını göstermektedir. Böyle bir kadrolaşma stratejisi ise, insanda demokrasi umudundan çok diktatörlük kaygısı yaratacak niteliktedir.
İşin garip tarafı “demokrat” ve “anti-militer” olduğu söylenen AKP, Cumhurbaşkanlığını ve yürütme gücünü dizginsiz biçimde güçlendirmeye çalışmakta; seçim barajının düşürülmesi; YHK; YÖK; MGK gibi vesayet kurumlarının kaldırılması konusunda kılını kıpırdatmamakta; militer kurumlarda kadrolaşma doğrultusunda ise özel bir çaba harcamaktadır. Tüm bunlar AKP’nin sistemi demokratikleştirmek yerine kurumları fethetmek derdinde olduğunu göstermektedir. Hele de AKP’nin YÖK pratiği görüldükten s
onra, yargıdaki değişimi hala “demokratikleşme” diye nitelemek “ölüm öncesi iyilik hali” gibi bir şey olsa gerek.
AKP’nin devlete bağımlı basın döneminin de sonunu getireceğini söyleyenler oldu, işin tuhafı hala da var. Türkiye’de devlet ve ihale merkezli bir basın geleneği olduğu ve bunun olumsuz bir tabloya kaynaklık ettiği aşikar. Bu basın kuruluşlarının devletten nemalanmayı bir alışkanlık haline getirdiği; basın kuruluşlarını bu doğrultuda etkili bir silah olarak kullandıkları ve Türkiye’de basın özgürlüğünü sağlamak için köklü yasal düzenlemelere gereksinim olduğu vb. tüm bunlar doğru da… AKP’nin devletten bağımsız basın sürecinin mimarı olduğu da yok, olmaya niyeti de yok. Bazı gazetelerin ve TV’lerin nasıl ve ne koşullarda AKP yandaşlarınca alındığını biliyoruz. Bazı muhalif basın kuruluşlarının üzerindeki çok sıkı mali denetimi biliyoruz. Bu uygulama sonucunda batan muhalif basın kuruluşlarının AKP yandaşlarınca hemen bir çırpıda nasıl ele geçirildiğini biliyoruz. Daha ötesini merak edenler için de Forbes Türkiye ve Medya Takip Merkezi’nin ortaklaşa yaptığı Kamu Reklam Harcama Araştırmasına bakmalarını salık veririm. 2005-2007 arasında parasal kaynak bakımından ikiye katlanan kamu reklamlarının ağırlıkla hangi basın kuruluşlarına aktarıldığı incelenirse, AKP’nin basın özgürlüğü ne kelime, devlet kaynaklarıyla besleme yeni bir basın yaratmakta olduğu çok açık biçimde görülecektir. Sözün kısası, AKP’nin basın politikası, yapıyı değiştirmeye değil ele geçirmeye yönelik “ya benim olursun ya da kara toprağın” politikasıdır.