“Açılım”ın uğradığı başarısızlık, süreci “Habur’a geri döndürmedi”, İnegöl ve Dörtyol’a taşıdı. Bir zamanlar “Türk Solu” gibi uç-ırkçı grupların dile getirdiği “etnik arındırma” alternatifi Ertuğrul Özkök’ün köşe yazılarıyla popüler tartışma gündemine taşındı. Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki köşesinde “Birlikte yaşamak zorunda mıyız?” başlığını attı. Bu noktaya nasıl ve neden gelinmiş olursa olsun; sürecin bugünkü gelişme doğrultusu ne tip […]
“Açılım”ın uğradığı başarısızlık, süreci “Habur’a geri döndürmedi”, İnegöl ve Dörtyol’a taşıdı. Bir zamanlar “Türk Solu” gibi uç-ırkçı grupların dile getirdiği “etnik arındırma” alternatifi Ertuğrul Özkök’ün köşe yazılarıyla popüler tartışma gündemine taşındı. Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki köşesinde “Birlikte yaşamak zorunda mıyız?” başlığını attı.
Bu noktaya nasıl ve neden gelinmiş olursa olsun; sürecin bugünkü gelişme doğrultusu ne tip tehditler içerirse içersin, AKP’nin olduğu söylenen bu başarısız açılım, Kürt sorununu çözüme yaklaştıracak bir “açılım”ın nasıl olabileceği ve nasıl olamayacağını anlamamız konusunda derslerle dolu bir deneyim oldu.
AKP’nin “Açılım”ının içinin boş olduğu; yeterli “hazırlık” yapılmadan, alel acele gündeme getirildiği; söylemde kalan, “sözde” bir açılım olduğu, Kürt sorununda bir açılım isteyen veya istemeyen “AKP açılımı eleştirileri”nin ortak noktası.
“Açılım”ın sözcük anlamından da anlaşılacağı gibi, AKP’nin vaadettiği, tıkanmış, yıkıcı bir kısır döngüye dönüşmüş olan Kürt Sorunu’nu çözüm yoluna sokacak bir bakış ve yöntem değişikliğini gerçekleştirmekti. Erdoğan ve “Açılım”ın devlet kanadındaki diğer sözcüleri, yaşanmakta olan “tıkanmışlığın”, “çözümsüzlüğün”, bugüne dek uygulanan devlet politikalarına hakim faşizan zihniyetten kaynaklandığını ileri sürdüler. Kendilerinin bu zihniyetin zincirlerini kırarak, çözüm sürecinin önünü açacak bir tartışma ve reform düzlemini inşa edeceklerini iddia ediyorlardı. Önce “savaş ortamı/atmosferi” dağıtılıp “barışa yolculuk iklimi” oluşturulacak; bu olumlu ortam içerisinde de, Kürt sorunu bir “kültürel kimlik” sorunu olarak ve TC sınırları içinde çözülecekti.
Birinci amaca ulaşmak için sarsıcı ilk hamle, silah bırakmış PKK gruplarının Türkiye’ye serbestçe girişinin sağlanması olarak tasarlandı. Ancak bu başlangıç hamlesinin, savaşı himaye eden toplumsal iklimi ılımlılaştırmaya yetmeyeceği görüldü.
“PKK’nin silahsızlandırılması”nın “savaşın bitirilmesi”nin zorunlu ilk adımı olacağını düşünenler yanıldılar.
Bu noktada iki önemli engel ortaya çıktı:
Şehit ailelerinin “silahsız çözüm” sürecine kazanılmasındaki güçlük bunlardan birincisiydi. İkincisi ise “silah bırakan gerilla”nın politik ve toplumsal yaşama eşit ve özgür yurttaşlar olarak katılımı sürecinin “normalleştirilememesi” idi.
Böylece savaş atmosferinin dağıtılabilmesi ve bir “barışa yolculuk iklimi”nin oluşturulabilmesinin önemli bir koşulunun “savaşın yaralarının zaferle sarılmayacağının” tüm taraflar açısından anlaşılır ve sindirilebilir hale getirilmesi olduğunu öğrenmiş olduk.
“Akan kanı durdurmak” ile “kanı dökülenin yarasını sarmak” arasındaki yakın ilişki, “Türk cephesi”nde, şehit ailelerinin “Çocuklarımız boşuna mı öldü?”, sakat kalan askerlerin “Ben bu kolu-bacağı boşuna mı verdim” sorularıyla ortaya konuldu.
Şehit aileleri ve sakat kalan askerlerin daha fazla duyulan bu “isyanları”nın öte tarafındaki diğer “isyan dinamiği” ise gündeme dahi gelmedi. Oysa “içi boş açılım” karşısındaki bu isyan dinamiği de daha az önemli değildi. Ölen, sakat kalan, işkencehanelerde, hapishanelerde çürütülen Kürt gençlerinin ailelerinin, köyleri, mezraları yakılan, sürgün edilen Kürtlerin “gerillanın serbestçe silah bırakabilmesi”nden ve “kültürel haklar”dan ibaret bir “uzlaşma”ya rıza göstermeyeceği; “pardon”un onları hiç tatmin etmeyeceği, açılım sürecinde ve sonrasındaki gelişmeler içinde hissedilen bir başka gerçekti. Onlar için de en az birinciler kadar gerçek bir “boşuna mı” sorusunun gündeme geleceğinin kestirilmesi gerekir.
Bu nedenle, Kandil-Mahmur Barış Grubu’nun karşılanmasındaki coşkunun yalnızca “çocuklarımız artık ölmeyecek” sevinciyle izah edilmesi ve “masumlaştırılması” doğru değil. Elbette bu savaşın acılarını çok daha ağır bir biçimde yaşamış olan Kürtlerin de savaşın sona ermesini sindirebilmeleri için bir “zafere” ihtiyaçları var. Karşılamaların “zafer havasında” yaşanmasında, “dönüş”ün bir zafer olarak algılanmak istenmesinin de önemli bir payı bulunuyordu.
Bir savaşın nihai amacına ulaştırılamayacağı kabul edildiğinde, daha önce bu amaçla izah edilen kayıplara ilişkin sorumlulukların ortaya çıkarılmasının ve görülen zararın tazmininin gündemin ilk sıralarına oturacağı açıktır. Gerçekçi bir “açılım”ın, ilk adımda karşısına çıkacağı kesin olan bu soruna ilişkin herhangi bir hazırlığın olmaması ise insanın aklına binbir türlü “tezgah”ı getiren bir tuhaflıktır.
“Silah bırakan gerilla”nın politik ve toplumsal yaşama eşit ve özgür yurttaşlar olarak katılımı sürecinin “normalleştirilmesi”nin gerçekçi bir “açılım”ın çözmesi gereken bir başka “ilk adım sorunu” olduğu da bu süreçte görüldü. Bunu da daha sonra ele alalım.