Bir ülke düşünün ki, tüm yurttaşları dertli.Üstüne üstlük dertlere çare olması gereken başbakan hepsinden dertli. Son günlerde duygu dünyası epeyce kabarmış. Gözlerinde yaş, sözlerinde sitem olarak dışa taşıyor. Duygulu olmakta mahsur yoktur aslında, insanı vicdanlı kılar. Duygu analizi yapacak değilim. Bu alanda çalışan epeyce uzman var. Konunun uzmanları ne düşünürler bilmem, ama duygu ifadesi ile […]
Bir ülke düşünün ki, tüm yurttaşları dertli.Üstüne üstlük dertlere çare olması gereken başbakan hepsinden dertli. Son günlerde duygu dünyası epeyce kabarmış. Gözlerinde yaş, sözlerinde sitem olarak dışa taşıyor. Duygulu olmakta mahsur yoktur aslında, insanı vicdanlı kılar. Duygu analizi yapacak değilim. Bu alanda çalışan epeyce uzman var. Konunun uzmanları ne düşünürler bilmem, ama duygu ifadesi ile takınılan tutum arasında anlamlı bir bağ olması beklenir.
Gündeme düşen gelişmelere baktığımızda ise, kayıtsızlığın daha baskın olduğunu görebiliyoruz. Duygudan, samimiyetten bahsetmek bir yana, reel politikanın gerektirdiği, süreklilik, güvenirlilik, açıklık ve gönüllülük açısından da istekli olduklarını gösteren veriler oldukça sınırlıdır. Sıcak yaz günlerinin çatışma ve ölüm haberleriyle cehennemi bir sıcaklığa dönüşmesine rağmen, meseleyi çözmek yerine, geçiştirici yaklaşımlar ve kışkırtıcı ifadelerle referanduma yönelik pozisyon almak peşindeler.
“Hesabı sorulacak” demekle zaman harcanıyor… Baştan “sorun analizi” yanlış yapılıyor. Evet ortada bir silahlı çatışma durumu var. Fakat meselenin özü bu değil. Çatışmayı ortaya çıkaran nedenlerin üzerinden atlayarak meseleye yaklaşıldıkça “sorun analizi” sorunlu bir hal almış oluyor. Bu nedenledir ki, sıradan her olay Kürt karşıtı şoven bir kışkırtmaya dönüşebiliyor. Başbakanın işkencelere, eski kıyımlara atıfta bulunması tam da “sorun analizine” pragmatik yaklaştığı için samimi ve içten bir duygu ifadesi olarak algılanmıyor.
Türkiye yangın yeri gibi. Toplumun tüm kesimleri durumdan rahatsız, Samimi, içten, demokratik gelişmeden yana adımların atılması bekleniyor. Hükümet, dolayısıyla başbakan ise, iğneden ipliğe her şeyi satan eski zaman çerçileri gibi her konuya değiniyor fakat, asıl meseleler halının altına itilerek illüzyon yaratılıyor. Yangın giderek büyüyor. İnegöl ve Dörtyol’da yaşanan son olaylar, birlikte yaşama kültürünün, duygusunun giderek yok olduğunun işaretlerini veriyor. Irkçı-faşist kışkırtmaya meyilli kütle öfkesini kusmak için fırsat kolluyor. Çare bulunması gereken yakıcı meselelerin başında duran Kürt meselesine uygulanabilir, akılcı çözüm seçeneği görmezden gelindikçe, gelişmelerin varacağı noktayı düşünmek bile insanı ürkütüyor.
Hükümet, her şart altında iktidarını devam ettirmek için destek kuvvetlerini çoğaltmak peşinde. Kürt meselesine de 12 Eylül’de yapılacak anayasa paketi referandumuna da böyle yaklaşıyor. Statüko-değişim ikilemine sıkıştırılarak, toplumun iradesi rehin alınmaya çalışılıyor. İktidar gerçekten demokratik gelişmeden yana olsaydı, okullarda din dersi zorunlu bir ders olmazdı. Cem evlerinin statüsü tartışma konusu yapılmazdı. Çalışanların refah düzeyi önceki hükümetlere göre artmış olurdu. Tüm engellemelere rağmen seçilebilmiş Kürt politikacılar hapse atılmazdı. Savaşçı bir üslup kuşanılmazdı. Gözümüzün içine giren otoriter yaklaşımlara baktığımızda, demokratik bir niyetin izini görmemiz oldukça zordur.
12 Eylül 1980’de Türkiye toplumu atomize edildi. Değer silsilesi yerle bir edilerek, bellek kırımı yaratıldı. Çekilen acılardan, işkencelerden daha beter bir kırımdır bu. Sancılarını halen yaşıyoruz. Hayatımızı zindana çeviren 12 Eylül tarihinde, gelecekte üstümüze giydirilecek elbiseyi onaylamamız isteniyor. Ne yazık ki, elbise dikilirken toplumun geniş kesimi dikkate alınmadı. Provasını yapmadığımız elbiseyi üstümüze geçirmemizi istiyorlar. Sakalla bıyık arasına sıkışmak denen şey bu olsa gerek. Başbakan mesaisini bu sıkıştırmaya adamış görünüyor. İnce ve iş görür bir taktik! Asıl mesele de bu. Değişim beklentisine taktik manevrayla yaklaşmak bu ülke politikacılarının tipik özelliği.
Toplum artık, dertlerine çare bulunmasını bekliyor. Kendilerine sorunsuz bir iktidar alanı açmayı murat ederlerken, göz bağı mahiyetinde bir parmak balı ağzımıza çalmaya çalışıyorlar. Tuzaklarla dolu tarihimizin gerçekleri yüzümüze ayna gibi yansıyorken, rüşvet kabilindeki kırıntılara pirim veremeyiz. Toplumun büyük kesimi, vesayet rejiminin kirinden arındırılmış, özgürlükçü bir anayasa talep ediyor. Barajsız, bariyersiz bir seçim sistemini öngörmeyen her düzenleme “demokratiklik” kriteri açısından baştan sakatlanmış demektir. Kürtler, ülkeyi bölmek gibi bir amaçları olmadığını söylüyorlar. O zaman bunca ölüm neden? Çözümsüzlükte neden ısrar ediliyor? Anayasa değişiklik görüşmeleri yapılırken neden dışlandılar. Neden Alevilerin talepleri görmezden geliniyor? Emekçilerin, örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması ve bütçeden adil bölüşüm sağlanması yönündeki taleplerine neden şaşı bakılıyor?
Altını çizdiğim kesimlerin talepleri yok hükmünde kabul edilirken, oluşturulan anayasa değişim paketine “demokratik” diyebilmek aklın sınırlarını zorlayan bir durumdur. Anayasa değişikliği görüşmelerinde bu kesimlerin talepleri ciddi olarak yansımasını bulmuş olsaydı, 12 Eylül’deki oylama demokratik bir final olabilirdi. Fakat iktidar,12 Eylül’de kendi oluşturduğu orkestranın çaldığı ritme tempo tutarak katılmamızı istiyor. Çok seçeneğimiz yok, alın davulunuzu zilinizi gidin demek kalıyor geriye…