Başbakan’ın gözyaşları kimseyi ikna etmedi. 12 Eylül’de idam sehpasına giden iki eylemcinin mektubunu okuyarak ağlaması kaba popülizm olarak görüldü. Haksız da değildiler hani. Devlet geleneğimiz, vatandaşına karşı hep hoyrat olmuştur. Kimi zaman eziyet etmiş kimi zaman işkenceyle öldürülmesine göz yummuştur. Bu, ne yazık ki hiçbir iktidarda değişmemiş, bir kanun olmuştur. Eğer Başbakan’ın bu çıkışını bir […]
Başbakan’ın gözyaşları kimseyi ikna etmedi.
12 Eylül’de idam sehpasına giden iki eylemcinin mektubunu okuyarak ağlaması kaba popülizm olarak görüldü. Haksız da değildiler hani. Devlet geleneğimiz, vatandaşına karşı hep hoyrat olmuştur. Kimi zaman eziyet etmiş kimi zaman işkenceyle öldürülmesine göz yummuştur. Bu, ne yazık ki hiçbir iktidarda değişmemiş, bir kanun olmuştur. Eğer Başbakan’ın bu çıkışını bir özür ve bir milat olarak kabul edeceksek işimiz çok. Çünkü devletin sicili bir hayli kabarık. Ama Başbakan’a belki yardımcı olur diye, bir aileden söz etmek istiyorum. Fethi Gürcan ve çocuklarından…
EVET, Başbakan’ın gözyaşları kimseyi ikna etmedi. 12 Eylül’de idam sehpasına giden iki eylemcinin mektubunu okuyarak ağlaması kaba popülizm olarak görüldü. Daha dün Engin Çeber, cezaevinde yediği dayakla hayatını kaybetmedi mi? Ferhat Gerçek polis kurşunlarına hedef olmadı mı? Daha birkaç ay önce ‘Amerika def ol’ dedikleri için insanlar göz göre göre linç edilmeye kalkışılmadı mı? Tekel işçilerini hatırlayın… Biber gazlı müdahaleler hepimizin hafızasında… Ya Silivri’de yaşananlar… Bu kadar hukuk ihlali varken ve 12 Eylül’ün felsefesiyle henüz hesaplaşmamışken, kalkıp kısmi bir anayasa değişikliğini özgürlük ve eşitlik nidalarıyla soslamak seçim taktiğinden başka bir şey olabilir mi?
Asıl meselemiz şudur. Devlet geleneğimiz vatandaşına karşı hep hoyrat olmuştur. Kimi zaman eziyet etmiş kimi zaman işkenceyle öldürülmesine göz yummuştur. Bu, ne yazık ki hiçbir iktidarda da değişmemiş bir kanun olmuştur. Eğer Başbakan’ın bu çıkışını bir özür ve bir milat olarak kabul edeceksek işimiz çok. Çünkü devletin sicili bir hayli kabarık. Ama Başbakan’a belki yardımcı olur diye, bir aileden söz etmek istiyorum. Fethi Gürcan ve çocuklarından…
Fethi Gürcan, süvari yüzbaşıydı. Binicilikte milli takım düzeyinde dereceleri vardı. Aynı zamanda kabına sığmayan bir subaydı. 1960 ihtilalinin heyecanını yakından hissetmişti. İki yıl sonra Albay Talat Aydemir’le beraber ‘yarım kalan devrim’i tamamlamak üzere 22 Şubat 1962’de bir ihtilal girişiminde bulundu. Başaramadı. (Fethi Gürcan’ın inanılmaz yaşam hikayesini bir başka yazıya saklayalım.) Ordudan uzaklaştırıldı. Ama o yine ihtilal peşindeydi. Bu kez 21 Mayıs 1963’te yeni bir ihtilale kalkıştı.
“Bizi asın” dedi
İnönü, bu girişimi de alt etmeyi başardı. Ancak bu sefer ne Talat Aydemir’i, ne de Fethi Yüzbaşı’yı affetmek niyetinde değildi. Tutuklandılar. Ankara Mamak Cezaevi’ne atıldılar. Fethi Gürcan’ın mahkemedeki savunması oldukça ilginçti. Kendisiyle beraber yargılanan Harbiyeli öğrencilerin affedilmesini, kendisinin idam edilmesini istedi. ‘Onların bir suçu, günahı yok; onlara yazık etmeyin, bizi asın’ dedi. Sorumluluğu üstlendi. Mahkeme idama karar verdi. Üsteğmen Erol Dinçer ve Yarbay Osman Deniz müebbet cezasına, Yüzbaşı Fethi Gürcan ve Albay Talat Aydemir ise idam cezasına çarptırıldı. Ceza 27 Haziran 1964 günü sabaha karşı infaz edildi.
İdam sehpasından mektup
İdam sehpasında, çocuklarına ve eşine şöyle seslendi: ‘Canım karıcığım ve yavrularım. Ölümümden dolayı üzülmeyiniz. Bu benim alın yazımmış. Kalben müsterih olarak öteki dünyaya göç ediyorum. Kendini vatana ve millete adamış insanların gönül rahatlığı içindeyim. Size şerefimden başka bir miras bırakamadığım için üzgünüm. Bu emanetimi sonuna kadar muhafaza edeceğinizden eminim. Yavrularım, annenizi üzmeyiniz, tahsilinize devam edin vatana ve millete yararlı insanlar olmak için çalışın, Allah sizi fena insanlardan korusun. Hepinizi önce allaha sonra asil Türk milletine emanet ediyorum. Hepinizi ayrı ayrı kucaklar, son defa gözlerinizden öperim. Sizi çok seven babanız Fethi Gürcan.
Baban, ağaneyin, şimdi de sen
Çocukları Ömer, Öner ve Sema devrimci olma yolunu seçti. Ömer Gürcan 12 Eylül’de babasının arkadaşı 21 Mayıs’çı Erol Dinçer’le beraber gözaltına alındı. Suçları TSK’yı TBMM’yi, sendikaları ve öğrencileri örgütlemekti. Evet gerçekten iddia buydu. Ama iddianamede bu tuhaf durumu şöyle açıklamışlardı. ‘Çok profesyonel oldukları için delil bulunamamıştır.’ TCK’nın 141/1 maddesinden yargılandılar. Ömer 8 ay cezaevinde yattı. Kızkardeşi Sema da yine örgüt üyeliğinden tutuklandı. Sema Gürcan’a Metris Cezaevi’nde söylenen bir söz aslında devletin bakış açısını güzel özetliyordu. ’60’larda baban, 70’lerde ağabeyin, 80’lerde sen. Nedir sizin aileden çektiğimiz?’ Sema da işkence tezgahından geçti, demir parmaklıklar ardını boyladı. Gördüğümüz gibi devletin Gürcan Ailesi’yle meselesi bitmemişti…
İşkencenin her metodu Garbis’te denendi
Özellikle 12 Eylül döneminde komünist olmanız başınıza yeteri kadar dert almanız anlamına geliyordu. Bir de ‘gavur’ olursanız, varın siz düşünün…
İşte Garbis Altınoğlu ikisi birdendi. Yani hem Ermeni asıllı hem de uslanmaz bir komünist. Amasyalı bir Ermeni ailenin çocuğuydu. Babası sonradan Orhan adını alarak nüfus kağıdındaki din hanesine İslam yazdırmıştı. Ancak yıllar sonra yeniden bu haneyi sildirtip, Hıristiyanlığını ilan etti ve Ohannes’e döndü. Oğlu Garbis’i İstanbul’daki akrabalarının yanına gönderdi. Garbis, Robert Koleji’nde tahsiline başladı. Sol fikirlerle tanıştı. Kural tanımayan başına buyruk bir kişiliği vardı. İnandığından vazgeçirmek mümkün değildi. Mücadelenin heyecanıyla tahsilini yarım bıraktı. Köylü kalkınmasına inanıyordu, Maoculuğu benimsedi. TKP-ML TİKKO hareketinin yöneticisi oldu. Silahlı eylemlere başladı. Ökkeş Şendiller’e bakacak olursak 1978’deki Maraş olaylarının arkasında o vardı.
12 Eylül’le birlikte gözaltına alındı. İşte asıl ilginç serüven de burada başladı. Çünkü hem ‘azılı’ bir komünistti hem de ‘gavur’. Hiç kuşku yok ki, 12 Eylül’de kimin daha fazla işkenceye maruz kaldığını ölçmek mümkün değil. Ancak 12 Eylül’den nasibini almış herkes kabul eder ki, Garbis Altınoğlu’nun gördüğü işkence ve kötü muamele en sertiydi. Neredeyse bütün metotlar Altınoğlu’nun üzerinde denendi. Filistin askısı, elektrik, kaba dayak, testisleri burma, tazyikli su sıkma, ağzından içeri tuz boşaltma, foseptik çukuruna batırma. Garbis işkenceyle adeta dalga geçiyordu. Onun bu inatçı tavrı sorgucuları da çileden çıkarmıştı. Yepyeni yöntemler icat etmeye başladılar. Onu kaplumbağa hücresi denilen bir yere soktular. Bir insanın ancak iki büklüm durabileceği bu yerde haftalarca kaldı. Çıkartıp tekrar aynı yöntemlerle işkence yaptılar. Sorgusunun 100. gününde burnuna zincir takıp gezdirdiler. Bu hiç denenmemiş bir metottu. Gururunu yerle bir etmeyi amaçlıyorlardı. Evet, Garbis, kimsenin aklına gelmeyen işkence metotlarıyla 12 Eylül yönetiminde karşılaştı.
Sonra ne oldu? Altınoğlu’nun yaşadıkları dilden dile yayılmaya başladı. İşkencedeki tavrı bir efsaneye dönüştü. Cezaevinden çıktığında yapılan bir röportajda kendisine bu sorulduğunda verdiği cevap şaşırtıcıydı. ‘İşkence her devrimcinin göğüslemesi gereken bir görevdir. Abartılacak bir şey yok. Her yurtseverin yapması gerekeni yaptım.’ Yani ’12 Eylül mağduruyum’ demedi. Aynı şekilde bir – iki gün önce NTV’de canlı yayına katılan Oğuzhan Müftüoğlu da aynı şeyi tekrarladı; ‘Biz mağdur değil, 12 Eylül’ün bir tarafıyız.’
Şunu kabul edelim. Her devlet kendini ve rejimini koruma refleksi gösterir. Ama bu, insanlarını ezecek boyuta gelmemelidir. En önemlisi insanlığın en temel haklarını göz ardı etmemelidir. Eğer devlet yüzleşmek istiyorsa ve bugüne k
adar yapılmamış olanı yaparak tüm yaşananlar için özür dileyip herkesle barışmak istiyorsa, önce geçmişini bir temize çekmelidir. Sonrası kolay. Şiir de okunur ağlanır da…
12 Eylül’ün bilançosu
– 650.000 kişi göz altına alındı.
– 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
– Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
– 7 bin kişi için idam cezası istendi.
– 517 kişiye idam cezası verildi.
– Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı).
– 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
– 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
– 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
– 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
– 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
– 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
– 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
– 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
– 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
– 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi.
– 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
– Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
– 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
– 14 kişi açlık grevinde öldü.
12 Eylül arşivini gazeteci Teztel derledi
12 Eylül’le ilgili bu dökümü hemen bütün gazetelerde veya internette bulabilirsiniz. 12 Eylül’de yaşanan insan hakkı ihlallerinin tam ve gerçekçi bir bilançosudur. Ama sıkı durun… Bu önemli arşiv bilgisini derleyip yayınlayan bir gazeteci büyüğümüzdür. Gazeteci Deniz Teztel, yıllarca Cumhuriyet gazetesinin bir muhabiri olarak takip ettiği 12 Eylül davalarının sonunda dönemin bütün bilgilerini derledi. Ne kadar insan gözaltına alındı, ne kadar insan işkenceden geçti, hepsini Teztel’in bu titiz çalışması sayesinde öğrendik. Bakın bu bile devletin hesaplaşma niyetinde olup olmadığının bir göstergesidir. Meraklı ve titiz bir gazeteci olmasa, hepimiz kulaktan dolma ve tahminden öteye gitmeyen bilgilerle koca bir dönemi değerlendireceğiz. Oysa bu dönemin bütün verileri devletin elinde. İstese 12 Eylül’le ilgili kapsamlı bir rapor hazırlayabilirdi Ama Başbakan internetten alelacele bulduğu iki 12 Eylülzedenin son mektuplarının üzerine ‘Ağlama anne’ sosu dökmeyi tercih etti.