“Resmi başlangıç tarihi” 31 Mayıs olan yeni sürecin, ilk başlardaki geçiciymiş gibi görünen özellikleri hızla kalıcılaşıyor. Bunun ilk belirtileri kullanılan dilde görülmüştü; Kürt sorunu tanımlanırken yeniden geçmiş jargon kopyalanmaya başlandı, genelkurmayın dili hakim oldu. Uygulama ise neredeyse tamamen “silahın” emrine girdi. Son iki ayda yaklaşık 200 kişi hayatını kaybetti, üstelik bu sayıya sınır ötesi dahil […]
“Resmi başlangıç tarihi” 31 Mayıs olan yeni sürecin, ilk başlardaki geçiciymiş gibi görünen özellikleri hızla kalıcılaşıyor. Bunun ilk belirtileri kullanılan dilde görülmüştü; Kürt sorunu tanımlanırken yeniden geçmiş jargon kopyalanmaya başlandı, genelkurmayın dili hakim oldu. Uygulama ise neredeyse tamamen “silahın” emrine girdi. Son iki ayda yaklaşık 200 kişi hayatını kaybetti, üstelik bu sayıya sınır ötesi dahil değil. Eski haritalar raflardan yeniden indirilmeye başlandı, yeniden “Kandil çıkartması” naraları atılıyor. Kürt sorununun asıl nedeni PKK’nin askeri varlığıymış gibi bir algı, toplumun tüm gözeneklerine yerleştirilmeye çalışılıyor.
Masa başında yapılan planlar sahaya inince çuvalladı. Türkiye egemenlerinin AKP eliyle uygulamaya koydukları ve asıl ilk ürünlerini genel seçimlerde almayı düşündükleri “Kürt hareketinin siyasal yönlerinin tasfiye edilmesi” planı Kuzey Irak’a indirgenmiş durumda. Daha önce de belirttiğimiz gibi, egemenlerin Kürt sorununa ilişkin “açılım” siyasetinin en önemli noktası, siyasallaşan bu hareketin siyasal temsilcilerinin tasfiye edilmesinde düğümleniyor. Bunu başaramadıkları her durumda ezberleri bozuluyor ve tek “ezber”i olan orduya teslim oluyorlar. Ezberi bozulduğunda Tayyip Erdoğan’ın saçmalamalarına zaten alışmıştık. NATO’yu davet etme saçmalığına, “tek başına inkar politikalarına son vermemiz bile açılım politikamızın yüzde 70-80’inin tamamlanması anlamına geliyor” diye ekliyor. Bu siyaset sahnesi Kürtleri önce inkar edip sonra tanıyan sonra tekrar inkar edenlerle dolu. Demirel “Kürt realitesini tanıyorum” dememiş miydi? Mesut Yılmaz “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” dememiş miydi? Türkeş’in kat ettiği yol sadece biraz daha dolambaçlı olmuştu.
Yani Erdoğan’a göre “Kürt sorunu var” deyince açılımın yüzde 80’i tamamlanıyor. Gerisini de şöyle açıklıyor: “Yasama, yürütme olarak açılıma devam ediyoruz.” Geri kalan yüzde 20 de yargıya değil ama yasama ve yürütmenin koalisyonuna bırakılmış durumda.
Bu dönem Erdoğan’ın dolayısıyla AKP’nin hareket alanı iyice daralacak. Bunun en önemli nedeni genel seçimlere bir yıldan az bir zaman kalması. Ancak ondan önce (ve tabii birlikte) düşünmesi gereken iki kritik gelişme var.
Birincisi, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar ve referandum süreci. Anayasa Mahkemesi gerek kendi yapısında gerekse de HSYK’nın yapısında değişiklik amaçlanan maddelerde kısmen iptal kararı vererek AKP’nin amaçlarına ayar çekmiştir. İptal edilen maddelerin ortak özelliği bu iki kuruma seçilecek kişilerin seçim aralığını daraltmasıdır. Bu durum asıl olarak AKP’nin yargıya yerleşme sürecini biraz daha uzatacaktır. Ancak şimdiden söylenebilecek olan bu iptal kararının, AKP’nin erken seçim kararı alması açısından yetersiz olacağıdır.
İkincisi ise Ağustos’ta ordu kademelerinde yapılacak değişiklik. Genelkurmay Başkanlığı’na Işık Koşaner’in gelmesi elbette “yeni” bir dönemi başlatacak. Bu dönemin en önemli özelliği Koşaner’in 3 yıl görevde kalacak olması. Bu üç yılda olacaklar düşünülürse (genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve ne olursa olsun sözde açılımın ilerletilmesi gerekliliği) “uyumlu” bir birliktelik şart. (Yeni Genelkurnay Başkanı için bilgi notu: 1978 yılında Kara Harp Akademisi’nden mezun olan Koşaner’in, kurmay subay olarak ilk görev yeri Genelkurmay Özel Harp Daire Başkanlığı idi). Balyoz ve Kafes davalarındaki tahliyeler Erdoğan’ın “iyi niyetini” göstermesi bakımından kayda değer.
Bununla birlikte artık Türkiye siyaseti hızla ama özellikle sonbaharla birlikte seçim dönemi politikalarına geçiş yapacak, hatta yaptı bile. Böylesi bir dönem bilindiği üzere olağan dönemleri aşan özellikler taşır. Hele iktidarda kalmak “zorunda” olan bir AKP için bu durum daha da olağanüstü yaşanacak. CHP’nin ciddi olarak sıkıştırmasına, eline yüzüne bulaştırdığı açılım ile birlikte bölgedeki oy kaybı da eklenirse tüm “büyü” bozulabilir. Özellikle Kürt sorunundaki tutum tam bir paradoks. Kürtlerden oy almak için ortamı yumuşatmak zorunda, PKK’yi geriletmek için sertleşmek zorunda. Diğer yandan BDP için de genel seçimler kritik. Barajın düşürülmediği durumda yine bağımsız adaylar gündeme gelecek ve bu kez de çıta en az 20 milletvekili olacak. Zaten bağımsız adaylarla kazanılacak maksimum başarı 25 civarı. Bu baskılanmanın AKP karşısında gerginliği sürdürmeyi zorunlu hale getireceği açık.
Gerek Türkiye egemenlerinin izlediği siyaset, gerekse Kürt hareketinin sıkışacağı yer düşünüldüğünde toplumsal muhalefetin ana talebinin ne olması gerektiği açığa çıkar; Kürt hareketinin siyasal temsiliyetinin yasal, meşru zeminlerde oluşmasının garanti altına alınması ve sorunun çözümünde bu temsiliyetin muhatap kabul edilmesi. Türkiye egemenleri bilmelidir ki bu iş muhatapsız çözülemez. Kürt hareketinin siyasal ve demokratik alandaki temsilcilerinin üzerindeki baskı kalkmadıkça da Kürt sorununun çözümü için gerekli olan demokrasi zemini oluşamayacak, Kürtler için siyaset yapmanın tek aracı “silah” olmaya devam edecektir. Bu doğrultuda “KCK operasyonu” adı altında yürütülen operasyona derhal son verilmeli, seçilmiş belediye başkanları yerel muhataplar olarak görülmelidir. BDP’nin siyaset yapma olanakları ve koşulları genişletilmeli, seçim barajı mutlaka kaldırılmalıdır. (“Seçim yasasında yapılan değişiklik, seçimlerden bir yıl önce yapılmışsa uygulanmaz” maddesi de istenirse değiştirilir.)
Bunlar yapılmazsa ne olur? Her şey ordunun emrine girer, Kardelenler bile. Günlerdir Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un Uğur Dündar’la yaptığı 3,5 saatlik mülakat konuşuluyor, verilen en önemli mesajın ne olduğu derin inceleme konusu. Çok incelemeye gerek yok, Başbuğ’un sorunun çözümüne verdiği yanıt Kardelen Ayşe’ye verdiği yanıtta mevcut. Hatırlanacağı gibi Muş’ta yaşayan 9 çocuklu bir Kürt ailenin kızı olan ve “Kardelen” bursuyla okuyup öğretmenlik yapan Elif İmenç, PKK’nin Halkalı saldırısında uzman çavuş olan eşini kaybetmişti. Bunun üzerine Elif öğretmen, kızını da asker olarak yetiştireceğini açıklamış ve kendisi de genelkurmaya başvurup orduda öğretmenlik yapmak istediğini belirtmişti. Ordunun bir numarası Başbuğ bu isteğe “bizim ordumuz kin ve nefretten beslenen ve intikam almayı amaçlayan bir ortaçağ ordusu değil, o yüzden bu isteğini kabul etmiyorum” yanıtı vermemiştir. Tam tersine bu isteğe çok sevinmiş, derhal yerine getirilmesi ve teğmen olarak bu göreve atanması için hemen talimatlar yağdırmıştır. Elif’in yoksul kimliği de, Kardelen kimliği de, Kürt kimliği de, öğretmen kimliği de artık ordunun lojistiğine alınmıştır. Kuşkusuz bu konudaki özel ilginin bir diğer nedeni de Elif İmenç’in Kürt kimliğidir. Bu “özel ilgi”yi yine Başbuğ’un mülakatındaki bir diğer açıklamayla bütünleştirmek gerek. Başbuğ, köy koruculuğu sisteminin kendileri için kaçınılmaz olduğunu belirttikten sonra bu sistemin sembolik anlamının da çok önemli olduğunu söylüyor. O sembolik anlamını da şöyle anlatıyor: “Dağdakiler yani PKK kim, Kürt, köy korucuları kim, onlar da Kürt”. Yani Kürdü Kürde kırdırmak, en dahiyane çözüm.
Egemenlerin bir başka dahiyane çözümü ise fındık ve çay toplamak için Karadeniz’e giden Kürt tarım işçilerin bölgeye sokulmaması. Geçici ve gezici tarım işçiliğini Kürtlerin ve Türklerin bir arada yaşamasının deneyimlerinden biri olarak değerlendirmek yerine tam tersini yani düşmanlığı yaygınlaştırmanın bir fırsatı olarak görüyorlar. Akıllarınca aynı zamanda Kürt yoksull
arını bölgeye hapsederek sermaye için çok ucuz işgücü haline getirecekler, bölgesel asgari ücreti yasalaştırmalarına bile gerek kalmayacak. Hatta korucu olmak için kuyrukları uzatırlar.
Yeri gelmişken bu konuda Kılıçdaroğlu’nun tavrına değinilmeden geçilemez. Yine bir hatırlatmayla; Erdoğan’ın cephede çömelme görüntülerine çok içerleyen Kılıçdaroğlu, biraz da kendi kendini gaza getirerek “ben de giderim, çömelmem” deyip fotoğrafçısını alıp dağa çıktı. Ama CHP’nin hızını almayan yeni genel başkanı, askerlerin davetiyle korucu köylerini ziyaret edip geçici köy korucularına “sigorta yapma” sözü de verdi. Bu söz çok kritik. Eğer Kılıçdaroğlu’nun o an aklına gelip, günün heyecanıyla ağzından kaçmamışsa “yeni CHP”nin Kürt sorununu hiçbir biçimde çözemeyeceğinin tek başına kanıtıdır. Kürt sorununun gerçek bir çözümü için kaçınılmaz şartlardan biri köy koruculuğunun kaldırılmasıdır. Çünkü bu sistem köy ağalığını yani feodaliteyi kalıcılaştırdığı gibi her türlü hukuksuzluğu ve gayrimeşru faaliyetleri gizlemek için kullanılmaktadır. Tek başına Bucak aşireti bile kanıttır. Kılıçdaroğlu, Bucak aşiretine sigortalı olma ve emeklilik sözü vermektedir. Bunlardan da önemlisi köy koruculuğu sistemi halkı bölmekte, kin ve nefreti kalıcı hale getirmekte, on yıllar sürecek bir kan davasına yasal zemin sunmaktadır. Hangi aklı başında insan köy koruculuğu kaldırılmadan Kürt sorununun demokratik ilkeler çerçevesinde çözeceğini iddia edebilir?
Ayrıca bir başka notu da düşmek gerek. Kılıçdaroğlu’nun cepheye turistik gezisinin tarihi 2 Temmuz’du. 2 Temmuz’u CHP’liler hatırlar herhalde. Kılıçdaroğlu, Sivas’a gitmeyi tercih etmemiştir. Onun yerine Sivas’a AKP çıkartma yapmış, meydan Bakan Faruk Çelik’e adeta teslim edilmiştir. Yıllardır arayıp bulamadıklarını bu yıl başardılar. Doğal olarak bununla da yetinmeyen Faruk Çelik, üç gün sonra da Başbağlar’ı ziyaret etti. Ve bir çırpıda Sivas’la Başbağlar birlikte paketlenip Ergenekon’a bağlanıverdi. Alevilerin demokratik taleplerinin en etkili ve sonuç almaya en uygun bu dönemi ise Muharrem İnce’nin şatafatlı ve uyaklı birkaç sözcüğünün arasında uçup gitti. Aynı dönemde ne hazindir ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Teşkilat Yasası TBMM’den geçti ve ret oyu verenler sadece BDP’lilerdi.
Bu dönemde CHP için yapılan değerlendirmeler ikiye ayrılıyor. Yıllardır AKP iktidarından yılan kesimler “yeni CHP”yi AKP’den kurtulmak için büyük bir umut olarak görürken her türlü eleştiriyi, CHP’yi zayıflatan dolayısıyla AKP’yi güçlendiren bir bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Özellikle solcuları, devrimcileri klasik sol hastalığa tutulmuş yani genelin çıkarları yerine kendi grup çıkarlarını savunan dar zihniyetler olarak yaftalamaya hazırlar. Diğer tarafta ise sadece genel başkanın değişmesinin yılların oluşturduğu kadroların, birikimin, politikaların, ilişkilerin değişmesi anlamına gelmeyeceğini savunan ihtiyatlı bir kesim mevcut.
CHP karşısında iyi niyetli yorum: Kılıçdaroğlu hazır olmadığı bir sürecin sancılarını çekiyor. İçeriden ve dışarıdan kuşatma altında. Erdoğan’ın çömelme pozisyonunu fırsat zannetti ama ordunun kuşatmasına maruz kaldı. Teşkilatı tutmak için Önder Sav’a ihtiyacı olduğunu sanıyor, oysa ki Önder Sav’ın kalmak için Kılıçdaroğlu’na ihtiyacı var. Kılıçdaroğlu birkaç ayda durumu toparlar ve halkın gerçek karaoğlanı oluverir.
Kötü niyetli yorum: Kırk yıllık Kani olur mu Yani misali. Alevilerin ve sosyal demokratların sorgusuz-sualsiz desteğini zaten cepte gören CHP, günlük ve pragmatik politikalarla oyunu arttırmanın peşinde. Bunu zayıf bir liderle yapmaya kalkışınca da savrulmalar kaçınılmaz. Ve bu gidişle de tekelci sermayenin ve ordunun çıkarlarını doğrudan savunan, yeni liberal dönemin yeni CHP’si olur.
Kılıçdaroğlu karşısında toplumsal muhalefete düşen görev, umutsuzluk oluşturmak yerine CHP üst yönetiminin, sosyal demokrat tabanı yeni liberal dönemin politikalarına yedekleme girişimlerine dikkat çekmektir. İktidar olmak için yanıp kavrulan üst kadrolar, tekelci sermayeden ABD’ye, ordudan MHP’ye kadar her kesimle ilkesiz birliktelikler yapmakta engel tanımayacaklar, zaten kendilerine oy verenleri bir baskı gücü olarak değil, maniple edilmesi gerekenler olarak görecektir.
Egemenlerin CHP’ye olan ilgisi aynı zamanda AKP’nin “işleri” eline yüzüne bulaştırmasından kaynaklanıyor. Dış politikada “lafı çok icraatı yok” durumu artık iyice görünür halde. Bölgedeki partnerinden yeterli verimi alamayan ABD, işlere doğrudan müdahale etmeye karar verdi bile. Ve dışişleri bakanını Kafkasya’ya gönderdi. Beş ülkeyi ziyaret eden Hillary Clinton’ın en çarpıcı özelliği, 19 yıl sonra Azerbaycan’ı ziyaret eden bakan sıfatını kazanmasıdır. Bu arada Davutoğlu, “Bu yaz Kafkaslar’da çok kritik gelişmeler olacak” fetvası vermekle meşgul. İsrail ile ilişkilerde ise “eskiye nasıl döneriz” kılıfını bulmaya çalışıyorlar. Kriz ilk başladığında Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin 4 şartı vardı: Özür dilenmesi, Tazminat, Uluslarası Soruşturma Komisyonu kurulması, Gazze ablukasının kaldırılması. Şimdi sadece ilk ikisi kaldı, diğerleri unutuluverdi. Amerika ise Türkiye’yi hangi özelliğinden dolayı önemsediğini atayacağı yeni büyükelçiyle yeniden göstermiş durumda. Yeni büyükelçi Avrupa’da görev yapanlardan değil, Afganistan’dan geliyor.
Ekonomik alanda işler istendiği gibi gitmiyor, her ne kadar sayılarla her biçimde oynayıp tersini kanıtlamaya çalışsalar da milli gelirin bu yılın birinci çeyreğinde yüzde 11,7 büyüdüğünü böbürlenerek açıklamalarına karşın, 2008’deki seviyeye bile ulaşamadığı bilgisini ekleyemiyorlar. Üstelik bir önceki krizin Amerika merkezli yaşandığı oysa şimdiki olası krizin merkezinin Avrupa olacağı düşünülürse Türkiye’yi bekleyen gelecek hiç de parlak olmayacak. Yaz aylarında zaten yaşanan enflasyon düşüşü AKP için sadece geçici bir propaganda malzemesi.
Her şeye rağmen bu yaz çok daha fazla kar biriktirecek, tipi ise sonbaharda. “Eee o zaman sonbaharı bekleyelim” demek bir tercih elbette. Bir başka tercihse “sonbaharı erkene çekmek”. Yazın yapılacaklarla birlikte. Çünkü karşıdakiler sonbahara hazırlanırken yazı da boş geçirmiyor. Nükleer yasası geçiriliyor, HES inşaatları tüm hızıyla sürüyor, enerji alanının kapıları sermayeye ardına kadar açılmış durumda, taşeronlaşma tam gaz ilerliyor, madenciler hala toprak altında.