AKP’nin 8 yıllık iktidarının iddialı “Kürt Açılımı” projesinin ardından Kürt sorununda ülkeye sunduğu şey yeniden kanlı çatışmaların tırmanması oldu. Her gün farklı kentlerden cenazeler kalkıyor. Üstelik sorun askeri çatışmaların ve Kürt halkının siyasal kültürel taleplerinin yerine getirilmeyişinin de çok ötesine geçmiş durumda. 30 yıllık savaşın oluşturduğu birikim, her an tehlikeli patlamalara gebe bir toplumsal travma […]
AKP’nin 8 yıllık iktidarının iddialı “Kürt Açılımı” projesinin ardından Kürt sorununda ülkeye sunduğu şey yeniden kanlı çatışmaların tırmanması oldu. Her gün farklı kentlerden cenazeler kalkıyor. Üstelik sorun askeri çatışmaların ve Kürt halkının siyasal kültürel taleplerinin yerine getirilmeyişinin de çok ötesine geçmiş durumda. 30 yıllık savaşın oluşturduğu birikim, her an tehlikeli patlamalara gebe bir toplumsal travma ortamı yaratmış durumda. Bu noktada tek umut iki halkın da omuz omuza yürüteceği bir barış ve kardeşlik mücadelesi olabilir. Halkın Sesi gazetesi, bu anlamda önemli bir çıkış yaparak umut verici girişimlerde bulunan Türkiye Barış Meclisi’nden Metin Bakkalcı, Abdullah Aydın ve Yüksel Mutlu ile görüştü. Halkın Sesi gazetesinin 110. sayısında yer alan söyleşiyi yayınlıyoruz.
Metin Bakkalcı: “Ortak bir Türkiye tahayyülünü ortaya çıkarmalıyız.”
2010 Temmuz’u itibari ile bir yol ayrımındayız demek uygun düşecektir. Gelinen noktada ya tahayyül bile etmekte zorlandığımız çok büyük acılarla karşılaşacaz ya da sonuç olarak insanca yaşanabilecek bir Türkiye’nin önünü açma becerisi gösterebileceğiz. Bu bizim tercihimiz olacak, 72 milyonun büyük çoğunluğunun tercihi olacak. Neden böyle bir yol ayrımı? Türkiye devleti onlarca yıldır sorunları esas olarak Türkiye toplumundan yana çözmeyen, sorunları geçiştiren ama o arada aslında kendisinin önüne koyduğu hedefler doğrultusunda mesafe kat eden bir geleneğe sahip. Şu son olan bitenlere bakıldığında içtenlikli bir çözüm iradesi yok. İktidar odakları açısından baskı, unutturma, idari pratikleri ile sorunun üstünden atlama tarzında bir yaklaşım var.
Özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden sonra açılım, demokrasi vb. sevimli kavramların kullanıldığı bir dönem başladı. Ama 29 Mart sonrası Türkiye yakın tarihinde insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönem olmuştur. Milyonlarca insan demokratik bir şekilde kendilerini temsil etme tutumu sergilediler. İnandıkları bir partiye oy verdiler ve bu parti, o zamanki adı ile DTP; yaklaşık 100 belediye başkanlığı kazandı. Bu seçimlerden hemen 2 hafta sonra, tarihi hatırlamakta yarar var, 13 Nisan’da PKK o zamana kadar aslında fiilen sürdürdüğü ateşkes kararını resmileştirmişti. Demişti ki; “Bu yerel seçimler demokrasi alanında bir imkan sunmuştur. Bu imkanın önünü açmak açısından biz tek taraflı ateşkes ilan ediyoruz.” Hemen birgün sonra, 14 Nisan 2009’da ise KCK diye nitelenen bir operasyon dizisi başlamıştır. Son zamanda basında KCK operasyonunun, 19 Ekim 2009’da Barış Grubu’nun Habur’dan Türkiye’ye girişini takip eden gelişmelerin ardından başladığı gibi bir izlenim yaratılıyor. Bu doğru değil. KCK diye nitelenen operasyon yerel seçimlerden hemen 15 gün sonra başlamıştır. Bu operasyon sonucunda ne olmuştur? Kendilerini demokratik yollardan ifade etmek isteyen milyonlarca insan baskıya maruz kalmıştır.
DTP’nin başkan yardımcıları, merkez yönetim organlarında yer alan kişiler, il ve ilçe teşkilatlarının ilgilileri, yetkilileri göz altına alınmış, tutuklanmıştır. Daha sonra bu parti resmen kapatılmıştır. Daha sonra bunun yerine kurulan BDP de baskılara maruz kalmıştır. Bugün itibari ile gözaltına alınan binlerce kişiden yaklaşık 1500-1600’ü cezaevlerindedir. Yakın tarihle karşılaştırdığı zaman 12 Eylül’de bile bu kadar çok sayıda belediye başkanının cezevinde olduğu bir döneme rastlamıyoruz.
Bu sürecin iki tane daha baskın olayı vardır. Bir tanesi çocuklar meselesi. Türkiye yakın tarihinde bu kadar çok çocuğun toplantı gösteri ve yürüyüş yasasına aykırılıktan gözaltına alınıp tutuklandığı, çocuk başına nerdeyse on yıl ceza aldığı bir dönem de yoktur.
İkinci gayri ahlaki tutum da şu: Başbakan dahil hükümet yetkilileri yurt dışından, Kandil’den ya da Mahmur’dan insanların gelebileceğini ifade ederek çeşitli çağrılarda bulunmuştu. Toplumun değişik kesimleri de “Ne güzel işte silahlar bırakılacak. Barış içerisinde beraber yaşayacağız” gibi özlemleri dile getiriyordu. Çağrı üzerine 19 Ekim’de Kandil’den bir grup insan silahlarını bırakarak, Mahmur’dan, bir grup mülteci olarak yaşadıkları kamptan, geri döndü. Savcılar, hakimler gittiler; AKP’nin açılım süreci ile ilgili kitapçığında söylendiği gibi suçsuz bulundular. Arkasından aynı savcılar, aynı yargıçlar, aynı başbakan bir süre sonra atmosferi değiştirdiler. Ortada başka hiçbir eylem yokken bu kişiler hakkında iddianame hazırladılar, yargılama süreci başlattılar, dahası tuttukladılar. Sonra da başbakan ben mi tutukladım diyor. Tabii ki sen tutukladın sayın başbakan. Senin yarattığın ortam, senin yaptığın yasalar çerçevesinde bu iş gerçekleşti. Bu da çok gayri ahlaki birşey. Olağan üstü bir travma. Doğal olarak bu travmayla güven kaybı yaşandı bütün Türkiye için. Şu anda en büyük ihtiyacımız güven duygusu. Birbirimize güvenimiz yok oldu. Türkiye Barış Meclisi gibi kurumlar “Yapmayın, bu gidiş gidiş değil. Bu kadar baskı, demokratik hayatın bu kadar kapatılması, daraltılması, silahlı birtakım operasyonların hazırlıklarının yapılması, adımlarının atılması patlakverir bir yerden” çığlıkları atıldı. Nitekim bütün bunların sonucunda kahredici şekilde Mayıs’tan itibaren çatışmalar yükseldi.
AKP hala, “8 yıl kısa, zamana ihtiyacımız var” diyor. Bunun 8 yıl sonra hiçbir anlamı yoktur. “80 yıllık meseleyi biz nasıl çözeceğiz” diyorlar. 80 yıllık meselenin bile onda birini bunlar kapladı ya da 30 yıldır Kürt sorunun son turunu kastettiğimizde zaten nerdeyse üçte birinde bunlar var.
Hangi tarihte İHD Başkan Yardımcısı cezaevindeydi. Bu dönemde işte. KESK’in konfederasyon düzeyinde güvenlik güçleri tarafından saldırıya uğradığına şahit olduk. 12 Eylül’de DİSK’e, bu dönemde de KESK’e. Yakın tarihte başka örneği yoktur. Tekel işçileri direniyor, itfaiye işleri direniyor şiddete maruz kalıyor. Son dönemde hele bir furya başladı. KCK operasyonundan etkilendi heralde. Yok efendim Mahir Çayan’ın anmasına katıldı, yok bir insanın cenazesine katıldı, yok şu gösteriye katıldı. Yani deniyor ki bu milyonlarca insan, birileri istediği zaman göz altına alınır.
Bugün geçmişten neden farklı? “90’lara geri dönülecek” deniyor. Geri dönülmez. Tarih buna izin vermez. 2010’un koşulları başka. 2010’lar çok başka olur. 90’larda bu mesele iki silahlı gücün çatışması gibi algılanıyordu. Toplum içindeki gerilim kat sayısı düşüktü. Şimdi yaşanan 30 yıllık bir travma. Travma diyorsanız bunun sonuçları var. Travma toplumları böler, parçalar. Bu bir birikim. Patladığı zaman kimse önünü alamaz.
İktidar “Aman ben bunu kontrol ediyorum, sokaklarda da çok fazla tepkisel hareketlerin önü açılmıyor” gibi sözlerle kendisini avutmasın. Bu potansiyel patladığında ne iktidar kalır ne başka bir şey. Deniyor ki “Yugoslavya gibi olmaz” Tabii Yugoslavya gibi olamaz ama bilin ki Maraş, Çorum katliamlarının yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Çorum ve Maraş Yugoslavya’da değildi. Türkiye’deydi. Ne olduğunu gördük. Muğla’da gece ikide eğer birileri sokakta gösteri yapıyorsa, tepkimi ifade ediyorum, diye. Hayal edin gece ikide onlar bir evi işaret etseydi. Gece ikide o evlere girilir, tarumar edilirdi.
Biz bu noktalardayız bu sınırdayız. İki silahlı güç arasında gibi gözüken mesele şimdi bütün toplumun hücrelerine yayılmış vaziyette. Ayrıca, bu ülkede bir duygusal kopuş oldu. Zihinsel bir kopuş oldu. Coğrafi kapanmalar başlıyor diyoruz.
Şimdiki kuşaklar şu gördüğümüz “genç
kuşak” geçmişlerinde ortak yaşama deneyimi olmayan kuşak. Zaten Kürtler olağanüstü hal koşullarında doğup büyüdü. Birlikte yaşama deneyimi benim kuşağımdaki gibi yok. Böyle deneyim yoksa gelecekte de böyle bir birlikte yaşama tahayyülünde zorlanıyor onlar. Koparsa kopsun duygusuna hemen gelinir. Batı için de bu böyle.
Barış Meclisi’nin çıkıştaki cümlesi şuydu: “Türkiye’de yaşananların hepimizin ortak acısı olduğundan hareket ettik.” Öyle söyledik. Bunu kaybettiğimiz zaman zaten elimizde hiçbir şey kalmaz. Eğer birisinin acısı başkasının sevinci olmuşsa bugün gözüktüğü gibi; birinin kaygısı diğerinin beklentisi olmuşsa ya da birinin beklentisi diğerinin kaygısı olmuşsa bütün bunun sonucunda. Türkiye bölünmüştür.
Biz bölündük o halde gönüllü olarak batısı ile doğusu ile, Kürdü ile Türkü ile bir ortak Türkiye tahayüllünü ortaya çıkartmak zorundayız. Batıda çıkışın yolu bu. Bu mesele Kürtlere yardımcı olmak, demokratik haklara destek olmak meselesi olmaktan çıktı. Türkiye’de birlikte yaşama projesi ön açacaktır. Bu birlikte yaşama projesinin öznesi Türkiye’deki çoğunluktur.
Bu Türkiye ortak gelecek hayalinin bütünsel bir toplumsal perspektifi olacak. Sadece bir kimlik meselesi değil. Adaleti, hukuku, ekonomik hayatı, sosyal diğer bileşenleri bir gelecek hayali böyle bir şeydir. Artık biz bu noktadayız. Bunun önünü açmak zorundayız.
Tekel işçileri orda haykırdığı gibi “İş ekmek yoksa barış da yok” derken böyle bir mesajı veriyorlardı. Kürt Tekel işçileriyle Türk işçilerin dayanışması bize bir şey gösterdi. Silahlar susmalı, ölümler son bulmalıdır. Ama bunun için bir güven ortamı yaratılmalıdır. Bunun için diyalog gereklidir. Bu diyalog sahici olmalıdır, müzakereye dayalı olmalıdır. Tüm tarafları mutlak içermelidir.
Eğer bu ülkede yaşayacaksak tüm taraflar hele hele de bu sorun algılayanlar başta olmak üzere tabii ki bir ortak Türkiye hayalinin önünü açılması gereklidir.
“Kürdün yaşadıklarını Türk’ten saklıyorlar”
Barış mücadelesinin Türk tarafını örgütlemek için sizce ne yapmalı?
Yüksel Mutlu: 100 yıllık bir bölünme fobisi var. Aslında bu fobiden vazgeçmek lazım. Bu duyguyu halklarda yaratanlar bence Türkiye’deki egemenlerdir. Böyle bir bölünme falan yok. Kimsenin ayrılma isteği, talebi yok. Ben inanıyorum ki, Türk halkı barışa hazır. Yeter ki devlet, hükümet bu konuda arzulu olsun. Ben halkların bu konuda, Kürt halkıyla sorunu olduğunu düşünmüyorum. Bunlar suni şeyler. Yani sıradan bir Türk yurttaşın bir Kürt komşusuyla bir sorunu olamaz. Ama ne yapıyor bu milliyetçi politikalar? Görsel ve yazılı medyanın kışkırtması. Mesela asker cenazeleri geliyor. Ama bir de karşı taraf var. Bu çatışmalar olurken gerillalar da ölüyor. Onu vermiyor. Öbür tarafın acısını Türk halkı görmüyor. İşte mesele de burada. Yani acılarımızın ortak olduğu fikrini yaymamız lazım. Barışın dilini yaygınlaştırmamız lazım. Demokrasi güçlerinin çok güçlü bir şekilde barışı haykırması ve bunu Türkiye halklarına anlatması lazım. O yüzden de Barış Meclisi, İç Anadolu’da, Ege’de, Karadeniz’de örgütlenmeyi oralarda barışın dilini yükseltmeyi çok önemli görüyor. Bizim sözümüzü görünür kılabilmemiz için çoğalmamız, hayatımızın her yerinde, her şekilde anlatmamız gerekiyor.
Barış Meclisi ne hedefliyor?
Abdullah Aydın: “Herkesin bu konuda çaba sarf etmesi lazım.”
Türkiye Barış Meclisi savaştan, sömürüden uzak herkesin eşit ve kardeşçe yaşayabileceği bir ülke talebini dile getiriyor. Barış meclisi diğer tüm dost kurumlarla demokrasi güçleriyle birlikte sadece söylem olarak değil, pratik eylemliliklerle de barış konusunu ülkemizin gündemine sokuyor. Tabii sorun yalnızca Barış Meclisi’nin çalışmaları ile çözülmüyor. Kürt sorunu etrafında yaşanan çelişki ve çatışmaların yarattığı acılar çok büyük ve derin. Ayrıca sorun sadece barış meclisi ile çözümlenemez.
Öncelikle barış talebinin özellikle sol bir seçenekle içeriklendirilmesi gerektiğinene inanıyorum. Bu aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin bir biçimiyle barış talebiyle; barış mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesinin talepleriyle ilintilendirilmesi anlamına geliyor. Tabii şöyle bir açmazımız da var, ülkemizde gerçekten bu sorunlara yön verecek, bu sorunları çözebilecek bir işçi sınıfı mücadelesi yok. Kaldı ki yetkin bir işçi sınıfı örgtülülüğünden de söz edemiyoruz. Ama bu yok diye bunun önemi ve gerekliliği göz ardı edilemez, yadsınamaz.
Herkesin, Kürtlerin, kadınların, gençlerin, çocukların, işçilerin, ezilenlerin bu doğrultuda çaba sarfetmesi gerekiyor.
Erdoğan Azrail’ini gördü
Başka bir seçenek yok mu? Sol da bir şey yapamaz mı?
Yavaş yavaş, sol da ayağa kalkıyor. Abartmayalım çok cılız ama bugün Tekel işçilerinin, itfaiye işçilerinin en önemlisi de taşeron sağlık işçilerinin ülkemizde ortaya çıkardıkları görünüm hiç küçümsenecek bir şey değil. Sol değerleri yükselttiler. Ve zaten bu sol değerlerin yükselişiyle, toplumun emekten yana kesimleriyle; bunlar Kürt emekçileriyle Kürt sol kadrolarının ve örgütlerini bakış açıları da dahil bu söylediğim dinamiklere bakışı değişti. Orada bir umut, kıvılcım var.
Erdoğan Azraili’nin bu olduğunu gördüğü için söylemlerini değiştirdi. Bugün, solun değerlerine sahip çıkan gençleri gizli örgüt üyesi diye suçluyor ve polisin, savcının, yargıçların önüne atıyor. Sadece gençleri değil, kamu emekçilerinin mücadelesine, Türkiye’de barış ve demokrasi mücadelesi verenlere saldırmaya başladı. Bu sürecin diğer süreçlerden ne farkı var sorusuna bu cevabı da verebilriz. AKP savaş aygıtlarına bürünerek solcu, emekçi düşmanlığı yapıyor, bunu yükselteceği de belli.
Türkiye Barış meclisi’nin hazırlamış olduğu AKP Hükümeti’nin hazırlamış olduğu “Miili Birlik ve Kardeşlik Projesi” ya da ” “Demokratik Çözüm Programı” Eleştirisi kitapçığına buradan ulaşılabilir