Binlerce kaybın akıbetinin belli olması için aileler yürüyordu… Yolda binlerce şehidin upuzun, kıpkırmızı cenazesine rastladılar. Cenazeden dağılanların kimi Sivas katliamında yakılanları anmaya gitti… Orada, oğlu dağda öldürülmüş analara da rastladılar. Cenazeden dağılanların bir kısmı Başbağlar’ı anmak için yola çıktı. Onlar da yol üstünde, Çorum’da katledilenlerin yakınlarıyla karşılaştı. Çorumlular Maraşlılara gidiyordu taziyeye. Bir kısmı İstanbul’dan gelmişti […]
Binlerce kaybın akıbetinin belli olması için aileler yürüyordu…
Yolda binlerce şehidin upuzun, kıpkırmızı cenazesine rastladılar.
Cenazeden dağılanların kimi Sivas katliamında yakılanları anmaya gitti…
Orada, oğlu dağda öldürülmüş analara da rastladılar.
Cenazeden dağılanların bir kısmı Başbağlar’ı anmak için yola çıktı.
Onlar da yol üstünde, Çorum’da katledilenlerin yakınlarıyla karşılaştı.
Çorumlular Maraşlılara gidiyordu taziyeye.
Bir kısmı İstanbul’dan gelmişti ve bir süre önce, 1 Mayıs’ta katledilenleri anmıştı.
Taksim’de toplananlar arasında Beyazıt’ta 16 Mart katliamında arkadaşlarını, kardeşlerini kaybeden de vardı.
Onların kimisi de zaten İpekçi, Öz, Kaftancıoğlu… ve yakınları katledilmiş diğer ailelerle buluşuyordu.
Ceylan‘ın ailesi gelemedi ama Serap ile Buse‘ninkiler aynı acıda koklaşıverdi. Güngören’de katledilenlerle toplaştılar.
Uğur‘unkilerin yanına Hatay’da, Kars’ta, Lice’de öldürülenler de düştü.
Belki herkes farkında değildi ama…
Çok kişi bir eliyle bir cenaze kaldırırken öteki elini başka bir duaya hazır tutuyordu.
Yüz binlerce çocuk; öldürülmüş, kaybolmuş, yakılmış büyüklerin hatıralarıyla büyüdü.
Büyüdü ve yüzlercesi de kendi cenazelerinde sıraya dizildi.
Belki herkes farkında değildi…
Acısını ötekininki karşısına, nefretini ötekininki üstüne koyuyordu ama…
Aslında herkes aynı cenazeyi kaldırıyordu.
Çünkü…
Bir toprak, bu kadar çok evladını başka evlatları marifetiyle kana kana, kanaya kanaya yutmak zorunda bırakılmışsa, ayırt etmez, edemez.
Nasıl etsin ki… her bir kurbanı bir ötekinden nasıl ayrı koysun ki.
Hakikat arayan…
Takat arayan…
Özür arayan…
Hukuk arayan…
Teselli arayan…
Belki intikam arayan…
Belki akıl arayan…
Ceset arayan…
Bir iz arayan…
Babadan, kocadan, evlattan son bir söz arayan…
Son resmi solmasın diye üstüne titreyen…
Kanlı bir gömlekte kokusunu arayan…
Onca yıldır her gün acısını yüklenen ve onlara her gün daha da çok eklenen koskoca bir “kan ülkesi” var ülke içinde.
Koskoca bir acıyı bal eylemiş ya da balı acı bellemişler ülkesi.
Belki herkes farkında değil ama…
Kayıpları hangi safta olursa olsun, hepsi aynı safta aslında!
Hiç bitmeyen toplu cenazenin önünde, boynu bükük, duası sonsuz, iyi bilirdiklere sığınmış, hiç olmazsa orada bir huzur dileyen o safta.
Başlarını sağa sola çevirdiklerinde gördükleri kendileridir işte!
Çömelince de sözde dandik dimdik durunca da, kiminin göremediği kadar.
Ölüme kadro
Bakın yüce devletin müjdesi şu:
Kocan şehit olursa, kadro alırsın kızım!
Koca uzman çavuş; eş kadrosuz, sözleşmeli öğretmen.
Dipsiz Kuyu’da her iki grubun kölelik halleri üstüne onca yazı çıkt. Devletin onca utancı üstüne.
Birincileri insandan sayma yönünde bir adım atıldı nihayet…
İkinciler ise kolay kolay ölmedikleri için, kölelik şartlarına devam!
Ama şu oluyor:
Yıllarca sözleşmeli süründürülen, kaderi iki dudak arasında köle gibi görülen “sözleşmeli” öğretmen, asker kocası şehit olunca, “kadro” kazanıyor.
Buna itiraz edemem tabii ki… Ama itirazım zihniyete.
Hayatı zehir eden ve ölüm karşısında apar topar ikramiye salan, “acıyı kadro eyleyen” devlete. Ölümü piyasalaştıran kadere.
Öğretmenin ya da başkasının kadro yolu, “Terörle Mücadele Kanunu” uyarınca, kocanın, babanın, kardeşin şehitliğinden geçiyor.
Ve devlet tek bir hak veriyor: Bir şehit için bir yakına memuriyet!
Tabii anamuhalefet de çalışıyor. Kilitlenmiş zihniyete isyan yerine…
Ölü başına kadro sayısında açık arttırmaya çıkıyor:
Köylüler “şehit başına iki kadro” istiyor, o “iki de yetmez, üç veririz, söz” diyor.
Böyle işte!