Ülkede gündem o kadar hızlı değişiyor ki Erdoğan bile takip etmekte, bağlantı kurmakta zorluk çekiyor. “Ortadoğu fatihi” havasından kurtulamadığından PKK eylemlerini de bir çırpıda İsrail’e bağlayıverdi. Ama neyse ki her zaman yaptığı gibi hızla ülke içindeki rakiplerine döndü. Taşeronluk müessesesi Türkiye egemenlerinin vazgeçemedikleri bir demagojik argüman. 500 yıllık devlet geleneğinin mirası, iktidarlarının tehlikede olduğunu hissettikleri […]
Ülkede gündem o kadar hızlı değişiyor ki Erdoğan bile takip etmekte, bağlantı kurmakta zorluk çekiyor. “Ortadoğu fatihi” havasından kurtulamadığından PKK eylemlerini de bir çırpıda İsrail’e bağlayıverdi. Ama neyse ki her zaman yaptığı gibi hızla ülke içindeki rakiplerine döndü.
Taşeronluk müessesesi Türkiye egemenlerinin vazgeçemedikleri bir demagojik argüman. 500 yıllık devlet geleneğinin mirası, iktidarlarının tehlikede olduğunu hissettikleri anda başvurdukları ezber. “Solu” yıllarca kökü dışarıda olmakla, başkalarının piyonu olmakla suçladılar. Onlara göre bu ülkede sömürü yoktu ve sömürülenlerin mücadelesi de olamazdı. Aynı ezber yine yıllarca Kürtler için tekrarlandı. Onlara göre Kürt yoktu, olmayan şey de ezilemez, baskı görmezdi. Kah Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın taşeronu oldular, kah Yunanistan’ın, Kıbrıs Rumlarının, Ermenistan’ın. ABD’nin hep açık taşeronuydular, Avrupa ülkelerinin gizli. İsrail’in bu kadar doğrudan taşeronu olduklarını keşfetmek ise Tayyip Erdoğan’a kısmet oldu. Oysa ki daha düne kadar İsrail ile yaptıkları “Heron uçaklarının alımı” anlaşmasının ne kadar büyük katkı yaptığını anlatıyorlardı.
Bu “taşeron” meselesini Erdoğan’ın her zamanki patavatsızlıklarından biri olarak değerlendirip diğer patavatsızlıklar silsilesine geçmek gerek. Önce Öcalan’ın “ben çekiliyorum” ifadesi, ardından PKK yöneticilerinden Karayılan’ın “şiddeti arttıracakları ve metropollere yayacakları” açıklamasından sonra gerçekleşen Şemdinli ve Halkalı eylemleri yeniden “savaş naralarının” atılmasına neden oldu. Akıl yeniden dağa kaçtı, sadece siyasetçilerin değil, stratejistim deyip ortalığa dökülen tüm zevatın aklı da. Kürt sorununu, basit bir asayiş ve güvenlik sorununa indirgenip yine aynı ezber askeri keşifler piyasaya sürüldü; sınırötesi operasyon, Kandil’in havadan ve karadan işgali, olağanüstü hal ilanı, hemen helikopter siparişi, profesyonel ordu inşası, “kendi robot uçağını kendin yap” kampanyası, “istihbarat vermedi şerefsizler” acındırması, vs. vs. vs. (askeri anlamda bile olsa hiç özeleştiri yok)
Akıl bir kere kaçtı mı, çaresi yok! Kandil 8 bin kilometre karelik derin vadilerin bulunduğu dağlık bir alan, 10 bine yakın silahlı militanın olduğu söylenen bölgede aynı zamanda sivil köylü halk yaşıyor. Diğer yandan ABD istihbarat işini bu kadar iyi yapabilse Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da, Times Meydanı’nda yapardı, hatta Bin Ladin’i bile yakalardı.
Hadi diyelim “sorun” askeri yöntemlerle çözüldü ve başarılı oldu. Yani PKK’ye büyük darbe vuruldu, yöneticilerin büyük bölümü yok edildi, Kandil işgal edildi, PKK dağıtıldı. Sonrasında açığa çıkacak durumu kim tasavvur edebilir? Şiddetin hem kontrolsüz hem çok daha pervasız yayılması nasıl engellenebilir? PKK yerine çok daha fazla silahlı örgüt ve BDP yerine çok daha fazla yasal parti oluşursa bu durum daha iyi mi yönetilebilir? Yaklaşık 30 yıldır süren savaşın hala kendine özgü bir iç mantığı var, neyse ki.
Bugün gelinen noktayı anlamak için BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın sözleri yeterlidir; “Bugün çatışmalar yeniden başlamışsa bunun en baş sorumlusu açılım adı altında bir tasfiye politikası yürüten hükümettir. Siyasi kanatları tıkayan hükümet bu çatışmalı sürecin altyapısını hazırladı”. Bu değerlendirmeye kanıt olarak sunulabilecek gelişmeleri hatırlamakta yarar var. Erdoğan’ın açılım sürecini resmen başlattığı tarih 23 Temmuz 2009’du. Geçen 11 ay içinde Kürt hareketinin silahlı olmayan siyasal faaliyetlerine ciddi operasyonların yapıldığı görülebilir. Bu durumun başlangıçı 19 Ekim’de Kandil ve Mahmur’dan gelenleri karşılayan on binlerce insanın siyasal süreçte inisiyatif alma isteğinin engellenmesidir. Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetine darbe vurmak için 11 Aralık 2009’da DTP kapatıldı. Yerel siyasetini zayıflatmak için 24 Aralık’ta KCK operasyonu başladı, 100’e yakını belediye başkanı olmak üzere 1300 kişi hala cezaevinde. 4 Mart 2010’da hareketin Avrupa temsilcileri Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar tutuklandı, böylece Avrupa’daki siyasal temsiliyet de engellendi. Ahmet Türk’ün ve Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesi yetmiyormuş gibi siyasetten tamamen uzaklaştırmak için 12 Nisan’da Ahmet Türk’e Samsun’da gözdağı verildi. Silahını Kandil’de bırakıp “ova”ya siyaset yapmaya gelen 34 kişiden 10’u 17 Haziran’da tutuklandı, 3’ü hakkında da gıyabi tutuklama kararı çıktı. Geriye ne kaldı? Abdullah Öcalan ve Kandil. Buna verilen yanıt da 150 bin askerin Nisan ayında bölgeye kaydırılarak operasyonların başlatılması oldu.
Bu gelişmeler egemenlerin süreci nasıl planladıklarını kanıtlamakta; açılım süreci “asıl olarak” PKK’yi tasfiye planıdır. Bu plan başarısızlığa uğramıştır. Plan böyle kurulduğu için de geri kalan kısmi adımlar bile atılamamaktadır. “Taş attığı” için yıllardır hapishanede olan 1500 civarındaki çocuğun durumu bile bu süreçte çözülememiştir. Diğerlerini saymaya bile gerek yok. Ancak “yeni süreci” sadece bu haliyle değerlendirmek doğru değil. Çünkü bu durum, Kürt sorununun çözümüne ilişkin farklı dinamikleri de barındırabilecek bir başka süreci de geliştirmektedir. PKK de tam da bu yüzden hala bu düzlemin tamamen dışına çıkmamaktadır. Girişilen eylemler de asıl olarak misilleme ve pazarlık sürecini zorlama amacı taşımakta. Samsun’un Ladik ilçesinde yapılan eylem Ahmet Türk’e yapılan saldırıdan 6 gün sonraydı. 19 Haziran’da PKK’nın Şemdinli’de saldırdırdığı birlik, on bir yıl önce 1 Haziran 1999’da Öcalan’ın “Barış Grubu” olarak nitelendirdiği 8 PKK’lının dağdan gelip teslim olduğu birlikti. Bu kişiler daha sonra uzun yıllar cezaevinde kaldı. Şemdinli’deki saldırı Mahmur’dan gelenlerin tutuklanmasından iki gün sonra yapıldı. Halkalı ise neler yapabileceklerinin işareti.
BDP’nin de benzer bir mantıkla yani pazarlık sürecinin sürdüğünü varsayarak davrandığı görülebilir. Yoksa doğrudan AKP’nin işine yarayacak ve kendilerine ilişkin doğrudan hiçbir düzenlemenin yeralmadığı “Anayasa değişiklik referandumunda” boykot tavrı nasıl açıklanabilir? Kürtlerin “hayır” demediği bir referandumdan büyük oranda “evet” çıkar ve sadece Kürtleri ilgilendirecek yeni bir anayasa değişikliği daha çok zaman alır.
Süreci, “hükümetin siyasi kanatları tıkaması” olarak değerlendiren Kürt Hareketi’nin bu durumu değiştirecek politikaları yeterli midir? Buna “evet” demek mümkün değil. Başta BDP olmak üzere söylenen “sürece Öcalan’ın ve Kandil’in katılması” önerisi anlaşılabilir. Bu konuda özellikle burjuva siyasetçilerinin Öcalan’la BDP’yi ayırma girişimlerinin mantıksızlığını belirtmek gerek. Demirel’in, Erbakan’ın, Türkeş’in hatta Ecevit’in siyasi yasaklı olduğu dönemde onların kapısını aşındıran kendileri değilmiş gibi şimdi, sözde bağımsız siyasetten dem vuruyorlar. Hatırlanacak olursa o dönem Demirel’in kod ismi “bir bilen”di. BDP’ye tekrar dönersek asıl eksikliğinin farklı yol ve yöntemleri, araç ve biçimleri yaratamadığı söylenebilir. Gerek merkezde gerek yerelde ve gerekse de yurtdışında siyaset yapma kanallarının engellenme girişimlerine verdikleri yanıtlar yetersizdir. “Silahın” doğası gereği zaten sahip olduğu belirleyici bir gücü vardır. Ancak bırakın tek başına tüm süreci “silaha” havale etmeyi, argümanlardan biri olarak kullanıldığında bile şiddet kontrolsüz sonuçlar yaratabilmektedir. Üstelik bunun örnekleri tarihimizde bolca mevcut; Mavi Çarşı’yı, molotoflanan belediye otobüslerinde hayatını kaybede
nleri, sola karşı pervasızca kullanılan şiddeti… Bunların “kendiliğinden” tekrarlanmayacağını kim garanti edebilir? Üstelik bunlar olduğunda siyasetin tüm kanallarının zorunlu olarak kapandığı ortadadır. Ayrıca AKP hükümeti ile ordunun özellikle Mart ve Nisan ayıyla birlikte Kürt sorunu üzerinde tam bir mutabakat sağladığı da aşikardır. İsrail’e karşı tutumdan ordunun yeniden techizatlandırılmasına, MİT müsteşarının seçimiden Balyoz soruşturulmasına son vermesine kadar.
***
Ülke seçim gündemine doğru hızla ilerliyor. Her ne kadar ara bir durak gibi gözüken referandum olsa da. PKK eylemleri yapılmadan önce AKP, Anayasa Mahkemesi’nin alacağı iptal kararının paniğine düşmüştü ve en büyük sorunu yargıyla arasındaki dalaş olarak gözüküyordu. Tüm bu toz duman arasında bu süreç hala tüm hızıyla işliyor. Şimdiki raundda karşı taraf üstün. Haberal’a ceza veren yargıçların tazminat ödemeye mahkum edilmesi, Başsavcı Cihaner’in tahliye edilip görevine dönmesi, Balyoz soruşturmasının kapanması. Bunlara Anayasa Mahkemesi’nin olası bir iptal kararının eklenecek olması Erdoğan’ın kimyasını yine bozmuşa benziyor. Her fırsatta “seçim zamanında yapılacak” iddiasını tekrarlasa da bu durumu değiştirecek en önemli gelişme referandum sürecinin AKP’nin istemediği bir biçimde gelişmesi olabilir. Bu sonuç karşısında yine mağduru oynayıp sonbaharda sandık kurulur. Böyle bir durum gerçekleşmese bile yani normal işleyişte bile genel seçimlere artık bir yıldan az bir süre kaldı. Erdoğan işleri artık sıkı tutmalı.
Bu gerekçelerle Meclis, yeni dönemi bekleyemeyecek kadar “önemli” yeni tasarıları yasalaştırmakla uğraşıyor. Çünkü AKP sonbaharda bunlarla uğraşmak istemiyor. “İller Bankası AŞ” unvanıyla belediyelere finansman sağlayacak bir kalkınma ve yatırım bankası (İLBANK) kurulmasınndan Askeri Mahkemeler Kanunu’nda değişikliğe, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu yıl içinde 5 bin açıktan atama yapılmasına imkan tanıyan yasadan boş bulunan 25.000 öğretmen kadrosuna 2010 yılı içinde atama yapılabilmesini öngören kanuna, Maden Kanunu’nda değişiklik yapan tasarıdan Gelir Vergisi Kanunu’ndaki değişikliklere, “suça itilen çocuklar”la ilgili yasa teklifinden Kamu Personel yasasındaki köklü değişikliğe kadar geniş bir yelpaze mevcut. Bunların yanında, Topbaş ve Gökçek için özel olarak hazırlandığı görülen, Büyükşehir Belediyelerinin yetkilerini artıran yasa değişikliği de var…
Bu gündemlere BDP’nin verdiği yanıt ”Hükümet programında verilen sözleri yerine getirmediği, hedefleri yakalamada başarısızlığa uğradığı, ‘açılım’ derken ‘ayrımcılık’ yaptığı, gizli dinlemelerle yargıyı siyasallaştırdığı, muhaliflerine baskı kurduğu” iddiasıyla Erdoğan hakkında gensoru vermesi! CHP ise hala zafer sarhoşluğu yaşıyor. Sarıgül’ün konjonktürü gerekçe gösterip tilki inine çekilmesi CHP saflarında ikinci bir Meksika dalgası yarattı. MHP ise sürekli “acil kan anonsu” yapmakla meşgul.
***
Anlaşıldığı üzere AKP’nin önümüzdeki yıla ilişkin kumpasları içinde sadece Haziran’da çıkaracağı yasalar yok. Toplumsal muhalef de AKP’nin saçma, gerçekdışı düzenbazlıklarından nasibini alacak. En kırılgan en zayıf dönemini yaşayacağının bilinciyle AKP şimdiden “suç uydurma, suçlu yaratma” icraatlarına girişmiş durumda. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı yeniden yargılamaya başladılar, 30 Mart etkinliklerini gerekçe gösterip (bu gerekçeyi bu yıl icat ettiler) 15-16 yaşındaki gençleri cezaeviyle korkutmaya başladılar. Adını koymaya bile gerek duymadıkları örgütlerin üyesi olmakla suçlayıp hukuksuz tutuklamalara başladılar. Kendi yaptıkları her iş “suç”, referans gösterdikleri herkes “suçlu” iken toplumsal muhalefeti işlevsizleştirmek için “suç ve suçluyu övme fiili” dedikleri bir düzenbazlık tertip etmişler. Toplumsal muhalefetin etkin bileşenlerini sözüm ona kendi iç gündemlerine hapsedip rahat rahat at oynatacaklar. Taşların hepsini bağlamaya güçleri yeter mi? Bu şark kurnazlarına verilecek en iyi yanıt; kullanabilecekleri hiçbir malzeme vermeden oyunu onların sahasına yıkmaktır.
Oyunun nerede oynandığı zaten belli; güvencesizlik koşullarının ağırlaştırılmasında, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılmasında, kamusal hak gasplarının tüm hızıyla devam ettirilmesinde. Yeni oyun sahalarını Erdoğan işaret ediyor zaten: “2011-16 dönemi için stratejik önem arz eden üç alanı; enerji, su ve gıdayı himayem altına aldım”. Yeni sahaya da girmek gerek…