Küresel kriz üzerine çok konuşuldu, çok yazıldı çizildi. Krizi daha çok sistem krizi olarak açıklayan Marksist iktisatçıların yanında krizi bir denetim ve yönetişim sorunu olarak açıklayan neo-klasik iktisatçılar da oldu. Krizin birçok alanda yarattığı olumsuz sonuçlar hala şiddetini korumaktadır ancak krizin ilk zamanlarında beklenen sistem yıkımı, düzen değişmesi gibi kapitalizm dışı unsurlar hayat bulmadı ya […]
Küresel kriz üzerine çok konuşuldu, çok yazıldı çizildi. Krizi daha çok sistem krizi olarak açıklayan Marksist iktisatçıların yanında krizi bir denetim ve yönetişim sorunu olarak açıklayan neo-klasik iktisatçılar da oldu. Krizin birçok alanda yarattığı olumsuz sonuçlar hala şiddetini korumaktadır ancak krizin ilk zamanlarında beklenen sistem yıkımı, düzen değişmesi gibi kapitalizm dışı unsurlar hayat bulmadı ya da bulamadı. Sistemin sonu geldi söylemleri henüz gerçekliğe kavuşamadı ya da büyük bir yanılgı olarak tarihteki yerini aldı. Ancak, hiç kuşkusuz ki “Das Kapital” satışları arttı, insanlarda bir Marks haklıymış algısı oluşmaya başladı. Bunları söylemekle kriz koşullarında sınıf mücadelesinde yaşanan önemli çıkışlar yok sayılmıyor, düzen değişimi yönündeki beklentilerin gerçekleşmeyişi vurgulanmak isteniyor.
Kriz ile birlikte neo-liberal politikalar şiddetini daha da artırarak devam ediyor ve bunların sonucunda da güvencesiz gayri insani koşullarda çalışma, çalışırken yoksulluk çekme, eğitim ve sağlık haklarından parasızlık nedeniyle yararlanamama hızla artıyor. Tüm bu olumsuz tabloya rağmen sistem kendisini korumaya devam ediyor. Peki, bunu nasıl açıklayabiliriz?
Kapitalizm, kendi doğası gereği, sürekliliğini bir şekilde sağlamayı başarmış bir sistemdir. Her durumda kendi bekası için bir yol bulabilme kapasitesine sahip bir yapıdadır. Belki de kolay kolay yıkılamamasının en temel sebebi budur. Altın çağını yaşadığı 1945-1970’ler döneminden sonra yaşanan tıkanmayı sermaye birikimini daha geniş bölgelere ve kitlelere yayarak aşmaya çalışmıştır. Neo-liberalizm hızla güçlenmeye başlamış, devlet ekonomiden uzaklaştırılarak piyasalaşmanın önü giderek her alanda açılmıştır.
Türkiye özelinde bu sürecin daha da hızlanması ve piyasalaşma ile özelleştirmelerin tamamlanması 2001 krizi ile birlikte IMF destekli uygulanan programın AKP tarafından sıkıca takip edilmesi ile mümkün olmuştur. Tüm bu süreç boyunca en temel haklar olan eğitim, sağlık, ulaşım vb. giderek piyasalaştırılmıştır ve bu süreç hızla devam etmektedir. İşsizlikten dolayı yaşanan yoksulluk ve çalışırken yaşanan yoksulluktan dolayı insanlar gerek insani yaşam koşullarını sağlamakta gerekse en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaktadır.
Ancak, sistemin devamlılığı için piyasalaşan tüm alanlarda ve ekonominin kendisinde üretilen mallara, hizmetlere yaratılacak talebin karşısında artan bu yoksun kitleler tehlike oluşturmaya başlamıştı. Bu noktada sistem kendi bekası için işsiz, düşük gelirli insanları borçlandırma yolu ile hem de bunu çok kolaylaştırarak sistem içine çekmeye çalıştı. İnsanların gelir ve harcama dengelerine baktığımız zaman sistemin ne kadar başarılı olduğunu görebiliyoruz. Bu şekilde hem insanlar borçlandırılıyor yani daha zor koşullarda daha düşük ücretle çalışmaya mahkûm bırakılıyor hem de sistem kendi devamlılığını, sürekli genişleme zorunluluğunu koruyor.
Yukarıda kısaca özetlenen bu yapı aslında son yaşamakta olduğumuz krizden önce de var olan bir yapıydı. Ancak, son dönemin temel farkı artık çok düşük ücretle çalışan insanların gelirlerinin bile finansal sistemin aracı, unsuru haline gelmiş olmasıdır. Ulaşımı kolaylaştırılan tüketici kredileri, ev kredileri, otomobil kredileri, kredi kartı sahibi olma ve nakit çekme gibi birçok faktör insanları hem tüketime hem de sisteme davet ediyor. Bağ-kur maaşı ile kredi çekip otomobil alan bir çiftçi emeklisi, 10 ay taksitle maaşının iki katı değerinde cep telefonu alan bir süpermarket kasiyeri, kredi kartının nakit hesabından para çekip harcayan işsiz kısacası hem bugün hem de yarın için borçlanan insanlar istemeyerek de olsa sistemin devamına katkı sağlamış oluyorlar. Bunu çaresiz olduğu için yapan insan sayısı çoğunluktadır ancak sırf reklâm ve pazarlama tuzaklarına düşüp borçlanan insan sayısı da az değildir.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, gelirinin çok üstünde harcamaları çok sayıda taksit imkânı ve uzun süreli krediler ile yapan insanlar artık finansal sistemin bir parçasıdır. Onlara verilen paralar bankaların yurtdışından buldukları uzun vadeli ucuz krediler, tasarruf fazlası olanlardan topladıkları mevduatlar, hazine bonolarından ve borsa kâğıtlarından elde ettikleri paralardır.
Sistemin kendisini korumasında kuşkusuz sadece borçlandırma ve finansallaşma etkili değildir. Birçok faktör (siyasi, askeri, dini) sistemin yani neo-liberal kapitalist düzenin devamlılığında etkilidir. O konularda ayrıntılı değerlendirmelere özellikle vurgulanmak istenen “borçlandırma ve finansallaştırma” olgusunu gölgeleyebileceği için değinilmemiştir.