“Sen türküler söyle ve gülümse küçüğüm çünkü sesinin ırmağıyla yeşerecek hasretin bozkırları” AHMET TELLİ Yağmur aralıksız yağıyor. Yağmurlu Haziranlara alışık değiliz oysa… Sanki tüm acıları biran önce temizlemek için yağıyor. Yanımda kızım, karşımda deniz, tepemde yağmur ve beynimde binlerce soru. Damlalar burnuna düştükçe gülüyor. O güldükçe ben gülüyorum. Gözlerindeki sevinç umudum oluyor… Ya acılar? Ya […]
“Sen türküler söyle
ve gülümse küçüğüm
çünkü sesinin
ırmağıyla yeşerecek
hasretin bozkırları”
AHMET TELLİ
Yağmur aralıksız yağıyor. Yağmurlu Haziranlara alışık değiliz oysa…
Sanki tüm acıları biran önce temizlemek için yağıyor.
Yanımda kızım, karşımda deniz, tepemde yağmur ve beynimde binlerce soru.
Damlalar burnuna düştükçe gülüyor. O güldükçe ben gülüyorum.
Gözlerindeki sevinç umudum oluyor…
Ya acılar? Ya yitirilen canlar ve ardında bıraktığı hüzün?
İhale yolsuzluklarıyla nam yapan ülkemde 300 liralık borç uğruna öldürülen babası için feryat eden çocuk geliyor aklıma.
Bahçesinde özgürce oynadığı, küçük, lükslerden uzak ama ona ait olduğu için sevdiği, o sıcacık evinin dozer gürültüleriyle yıkılışına isyan eden Armutlulu küçük kızı hatırlıyorum.
Minik Sude’nin bombalı saldırıda ölen 17 yaşındaki ablası Buse için döktüğü gözyaşlarını ve canımızı bir evlat kaybetmenin acısıyla yakışını düşünüyorum.
Lice’de koyun otlatırken havan mermisiyle vurulan kızı için “Ceylan’ım paramparça oldu. Neden çocuğum durduk yere öldürülüyor? Ben kime hesap soracağım?” diyen babaya ne yanıt vereceğim?
Sude’nin acısı Ceylan’ın acısından daha mı farklı?
Kaç can daha yitecek bu şiddet için?
Acının memleketi olur mu? Dil, din, ırk ve renk farkı dinler mi yürek yangını?
Mayın tarlalarında yitirilen canlar, kopan kol ve bacaklar daha ne kadar zevk verecek silah kaçakçılığıyla beslenen kan emicilere?
Bütün çocuklar benim, bizim değil mi?
Onlar gülsün diye değil midir bu ekmek kavgamız? Onlara onurlu bir gelecek ve insanca bir yaşam bırakmak isteğimiz sürmüyor mu?
Neden hala Güneydoğu’dan gelen şiddet ve ölüm haberleri yüzünden oraları ayrı bir coğrafya sanıyor çocuklarımız ve neden soruyorlar “Bu savaş hep sürecek mi?” diye.
Nasıl tepkisiz kalabilirim Filistin’de acıya doğan ve umutları işgal altına alınmış çocuklarıma?
Ve yardımseverliğin iyi bir şey olduğunu öğrettiğim evladıma yardım götürenlerin katledilişini nasıl açıklarım?
Rant emelleriyle insanı doğaya düşman eden, o doğanın hidroelektrik santralleri ve nükleer enerji ile yerle bir edilişine “Bana nasıl bir çevre bıraktın? Bu mu mirasın?” derse ne yanıt vereceğim.
Gazetede okuduğu ve daha telaffuzunu bile beceremediği “slikozis”in ne olduğunu sorduğunda derin bir “of” çekişime anlam verememişti zaten.
O çok sevdiği kot pantolonunun insani çalışma şartlarından uzak derme çatma atölyelerde kot taşlama işçilerinin ölümüne neden olduğunu duyunca nasıl üzülmüştü.
Ölen işçilerin çocuklarının acı çektiğini anlayınca çekip çıkartmış, atmıştı kotunu.
Tuzla tersanelerinden gelen ölüm haberlerine ise kabaca bir “oha” diyerek eklemişti:
“Neden hala Tuzla var, madem bunca insan ölüyor, sen solcu değil misin, engel ol!”
1 Mayıs günü Taksim’deki binlerce emekçiyi gören ve gözlerini kocaman açarak
“Bak Türkiye’de ne kadar çok solcu varmış, sevindin mi?” diye soran hali geliyor aklıma. Gülümsüyorum…
Hangi mutluluk değiştirilebilir çocuklarımızın mutluluğuyla?
Çocuklar savaşın ve şiddetin en masum kurbanları.
Son 10 yılda savaşlarda ölen çocuk sayısı 2 milyon. 6 milyonu sakatlandı.
12 milyonu evsiz, 1 milyondan fazlası ise kimsesiz kaldı.
10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı yaşarken, binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğradı.
İnsanlık tarihi acımasız katliamlarla dolu ve şiddet kalıcı hasarlar bırakıyor.
Acımasızlık acımasızlıkla karşılık bulsa da insanca yaşam için mücadele edenler de artıyor.
Umut oluyor, pankart oluyor, isyan oluyor ve haykırıyorlar: “Bu şiddet bitsin!”
Her zaman söylüyorum, hiçbir ayrım gözetmeksizin, bu memleket, bu çocuklar bizim!
Onlar umudumuz, onlar yarınlarımız ve onların sesinin ırmağıyla yeşerecek hasretin bozkırları!