Obama, ABD Başkanı olduğunda Bush döneminden farkının ne olacağı “merak” ediliyordu. Obama’nın başkan olmasıyla birlikte Amerikan emperyalizminin stratejisinde değil ama bu stratejiyi gerçekleştirme taktiklerinde bir dizi değişiklik yaşandı. Bu değişikliklerin en belirgini ise “ABD artık uluslararası sorunların çözümünde sorumlulukları farklı aktörlerle daha fazla paylaşacak” yaklaşımıydı. AKP iktidarının “durumdan vazife çıkarma” ya da başka bir ifade […]
Obama, ABD Başkanı olduğunda Bush döneminden farkının ne olacağı “merak” ediliyordu.
Obama’nın başkan olmasıyla birlikte Amerikan emperyalizminin stratejisinde değil ama bu stratejiyi gerçekleştirme taktiklerinde bir dizi değişiklik yaşandı. Bu değişikliklerin en belirgini ise “ABD artık uluslararası sorunların çözümünde sorumlulukları farklı aktörlerle daha fazla paylaşacak” yaklaşımıydı. AKP iktidarının “durumdan vazife çıkarma” ya da başka bir ifade ile “kendisine verilen yeni misyona uyum sağlama” başarısı/başarısızlığı bu değişiklikte aranmalıdır. Kasım 2008’de başkan seçilen Obama, Mart 2009’da Türkiye’yi ziyaret etti. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na atanmasının tarihi ise Mayıs 2009. Ve bu tarihe kadar Babacan ile Avrupa’da AB hedefi için kulis faaliyetlerine yönelmiş olan AKP, bu tarihten sonra stajını Malezya’da yapmış, hükümetin milletvekili olmayan tek bakanı sıfatını da verdiği Davutoğlu ile “doğu”ya açıldı. Yola çıkarken yani bir yıl önce buraya gelinme amacı taşınmadığı açık çünkü tanımlanan ilk misyon Afganistan ve Ermenistan’dı. Şimdi ise, çok değil bir yıllık faaliyetin en önemli iki sonucu bir arada yaşanıyor; İran ve İsrail.
İlk başta İsrail ile ilişkilerde asıl tanımlanan misyon “arabuluculuk”tu. Bu arabuluculuk ilk önce Suriye ile ilişkilerinde sonra Filistin ile İsrail arasında gerçekleşecekti. Aralık 2008’de Erdoğan’ın doğrudan yürüttüğü arabulma faaliyeti dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile Suriye Devlet Başkanı Başar Esad arasında idi. Durum tam imza aşamasında iken İsrail’in Gazze saldırısı başladı. 22 günde 1500 Filistinli öldürüldü. Erdoğan kazıklanmıştı, yağdı gürledi. Süreç durdu, arabuluculuk sona erdi. İkinci kritik olay Davos’taki “one minute” çıkışı oldu. Bunu büyükelçi Oğuz Çelikol’a yapılan “alçak koltuk” tezgahı izledi. Bu tezgahı düzenleyen dışişleri bakanı Lieberman’a değinmek gerek. Kendisi de bir göçmen (Moldova) olan Lieberman, İsrail’in saf bir nüfusa sahip olması için bütün Arapların (1,5 milyon) sınırdışı edilmesini savunmasıyla ünlü. İsrail’in son dönem tarihindeki en gerici hükümetinin en gerici bakanı. “Alçak koltuk” tezgahından sonra gelen kriz ise İHH’nın Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan gemilere yapılan İsrail saldırısı ve dokuz kişinin öldürülmesi.
Gazze’ye yardım konvoyunun saldırıya uğraması AKP iktidarı için beklenen bir durum değildi. Büyük ihtimalle, Saadet Partisi’nin bu girişiminden dolaylı olarak yararlanmayı düşünüyorlardı. Mavi Marmara’da dokuz kişi öldürülürken Erdoğan Şili’de, Davutoğlu Rio’da, Başbuğ Mısır’daydı. Olaya müdahil olabilecek iki kişi vardı; Abdullah Gül ve yeni MİT müsteşarı. Aslında bu konuda suçlu/sorumlu aranacaksa her nasılsa gözlerden kaçıyor ama o da yeni MİT müsteşarıdır. Her olayda parmağı olan MİT, bu olayda parmaksız mı kaldı? İsrail’e bu saldırısı nedeni ile Türk mahkemelerinde dava açılamamasının nedeni, Mavi Marmara’nın sicil kaydının bu sefere çıkmadan önce Komor Adalarına geçirilmesi. Yani İsrail Türk gemisine saldırmış değil. İsrail’in gemiye müdahalesinin ise acemice olduğu aşikar. Buradaki soru bu acemiliğin planlı mı, plansız mı olduğudur?
***
AKP iktidarı bütün hazırlıksızlığına rağmen çok hızlı bir manevra yaptı. Aslında bugünden bakıldığında Erdoğan’ın böyle bir olay karşısında başka bir seçeneğinin olmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Büyükelçi geri çağrıldı, üç tatbikat iptal edildi, BM’ye acil çağrı yapıldı, sert açıklamalar birbirini izledi. Erdoğan iyi bildiği şeyi yapmaya, krizi fırsata çevirmeye çalışıyordu. Erdoğan gibi pragmatist birinin saf insani değerlerle bu tavırları gösterdiği düşünülemez. Bu süreçteki amaçları da gayet belirgin. İlk olarak Ortadoğu halkları içindeki popülaritesini arttırmak, Arap yöneticiler için dikkate alınması zorunlu bir şahsiyet haline dönüşmek. Çünkü bu etiket ve konum bölgede yapacağı emperyalist taşeronluk için kendisini (taraflar için) kaçınılmaz hale getirme planının parçası. İçeride ise ikili bir amaç taşıyor. Bu olayı, Saadet Partisi’nin sahiplenmesinin önünü kesmek, İsrail karşıtlığının tüm parsasını AKP’ye toplatarak kitle desteğini sabitlemek. Bununla birlikte hegemonik gündem sayesinde toplumsal sorunların (Kürt sorunu, işsizlik, maden kazasıyla yeniden tartışmaya açılan taşeron sistemi, anayasa, v.b.) geri plana itilmesi ve özellikle CHP’nin yeni havasının bastırılması.
Ancak ilginçtir, Erdoğan’ın karizmasını en ciddi çizme girişimi hiç beklenmedik yerden geldi; Fethullah’tan. Çok değil daha 2-3 hafta önce bütün İslami çevrelere birlik-beraberlik çağrısı yapan Fethullah, “Otoriteye (yani İsrail’e) başkaldırmak doğru değildi” diyerek Erdoğan-Davutoğlu ikilisinde bütünleşen yapıya çomak sokuyordu. Bu müdahale ile de Erdoğan’dan “rol çalmakla” birlikte asıl sahipleri için de “neden önemli” olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Fethullah’ın bu konum alışının önümüzdeki döneme ilişkin yansımaları mutlaka olacaktır.
Erdoğan’ın o kadar yağıp-gürlemesine rağmen İsrail’den kolay vazgeçmesi mümkün değil. T.C.’nin İsrail ile kurulan ekonomik, askeri ilişkileri AKP’ye rağmen kurulmuş da değil. İptal edilen tatbikatların yapılma kararı yine AKP tarafından alınmıştı ya da Ceyhan-Hayfa enerji boru hattının Çalık grubuna verilme girişimi yine AKP’nin icraatı idi. Kendi içinde müthiş çelişkileri barındırmasına rağmen doğrudan çarpıtma üzerine söylem kurmak her burjuva siyasetçinin ortak özelliğidir ancak, Erdoğan bu türün nadide örneklerinden.
Bugün Beşar Esad ile Erdoğan “Türk kanı Arap kanıyla birdir” derken, çok değil Eylül 2007’de İsrail savaş uçakları Suriye’de nükleer tesis olduğundan şüphelendikleri yerleri Türk hava sahasını kullanarak bombalamıştı. İsrail savaş pilotları Gazze’yi bombalamadan önce eğitim vesilesiyle önce Konya’yı bombalıyordu. AKP olmasa İsrail OECD üyesi olamayacaktı. Sudan diktatörünün yine Müslümanlara uyguladığı katliamlara alkış tutan da aynı AKP. Hele yanı başında, yıllardır Kürtlere uygulanan terörü görmezden gelip benzerlik kurmaması başka bir aymazlık. “Hamas’ın halk iradesiyle seçildiğini ve muhatap alınmasını gerektiğini” söylerken BDP’li milletvekillerini dışlayan, muhatap almayan da aynı Erdoğan. İsrail’e “18 yaşındaki bir çocuğu katlettiniz” derken son dönemde öldürülen üç Kürt üniversite öğrencisini görmeyen, onlarca çocuğun hapislerde yıllarını geçirmesine sessiz kalan da aynı Erdoğan.
***
Lafın önde gittiği ama içeriği çelişkilerle dolu olan sürecin bir benzeri de İran’la yaşanıyor. Bu arada İran ile yaşananların İsrail sorunundan “tamamen” bağımsız olduğunu söylemek mümkün değil. Gerek Ortadoğu’daki güç dengeleri gerekse nükleer güç konusu önemli ortak noktalar. Gelişmeleri kısaca özetlemek gerekirse kritik adım; 17 Mayıs’ta İran, Türkiye ve Brezilya’nın imzaladıkları nükleer takas anlaşması. Anlaşmanın içeriği şöyle; İran, düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kilogramlık uranyumu bir ay içerisinde Türkiye’ye teslim edecek, karşılığında da tıbbi bir araştırma reaktöründe kullanılmak üzere, %20 oranında zenginleştirilmiş 120 kilogram uranyumu da bir yıl içinde alacak. Bununla birlikte anlaşma İran’ın uranyum zenginleştirme hakkını teslim etmekteydi. Anlaşmanın tarihsel önemi ise 3000 yıllık devlet geleneğine sahip İran’ın, devrimden beri rehineler krizinin çözümü dışında yani 30 yıldır ilk kez bir yazılı anl
aşmaya imza atmasıdır. Bir başka not ise aynı anlaşmayı İran’ın geçen Ekim’de reddetmiş olmasıdır. ABD’nin bu anlaşmayı “İran’ın tipik zaman kazanma taktiği” olarak değerlendirmesi ve ciddiye almaması da bir karşı adım. Ayrıca eklemekte yarar var, bu anlaşmanın yapıldığı sırada Birleşmiş Milletler Daimi Üyeleri, İran’a yaptırımlar konusunda bir tasarı üzerinde anlaşmak üzereydiler ki bu tasarı da bu hafta karara bağlandı. Yaptırım kararı da İran’ın yurtdışındaki finans hareketlerinin kontrolüne ve İran’a giriş çıkış yapan uçakların, tırların ve gemilerin denetlenmesine odaklanmış durumda. 5’i daimi 15 BM üyesinin yaptığı oylamada Türkiye’nin “hayır” oyu kullanması bu konudaki inisiyatif aralığını göstermektedir. İran ise “yaptırım kararı çıkarsa anlaşmayı iptal ederim” diyor.
Tüm bu gelişmeler aslında İran’ın inisiyatifinde gelişen bir sürecin açık kanıtları. Sürece İran yön veriyor. Yani ortada bir başarı ya da başarısızlık varsa bunun İran’a ait olması gerekirken, İran’ın da izniyle (bu kez) rolü çalan Erdoğan oldu. Sanki İran’a yapmak istemediği bir şey Erdoğan faktörüyle yaptırılmış gibi fotoğraf oluşturdular. Yardımcı role de Obama’nın “dünyanın en popüler politikacısı” diye tanımladığı Brezilya devlet başkanı Lula’yı yerleştirdiler. Bu arada hatırlatmakta yarar var Ekim’de Brezilya’da seçimler olacak ve Lula, yasalar gereği tekrar aday olamayacak, yani Erdoğan en popüler olmak için en güçlü aday artık.
Brezilya, bu konuda önemli bir seçim. Dünyanın en büyük 8. ekonomisi. Yani G7’den sonra gelen. Türkiye de 16. ama arada kayda değer bir fark var. Türkiye’nin GSMH’si Brezilya’nınkinin yarısı kadar. Çıkardığı petrolü kendisine yeten hatta ihraç eden, uranyum zengini ve hatta uranyum zenginleştiren bir ülke. 200 milyonluk bir nüfusuyla önemli bir pazar aynı zamanda. Sendikacılıktan gelme başkanıyla da “örnek” bir model. (Tayyip de sık sık “ben de sendikacılık yaptım” diyor ya). Kısaca “uluslararası sorunların çözümünde sorumlulukları farklı aktörlerle daha fazla paylaşma” taktiğinde ideal aktör..
Gerek Brezilya’nın gerekse Türkiye’nin yeni durumunu bağımsız bir düzen oluşturma çabası olarak değerlendirmemek lazım. Yani bu durum “bağlantısızlar hareketi” ya da yeni bir üçüncü dünya inisiyatifi oluşturma çabası değil. Tam tersine varolan emperyalist sistemi koruma, geliştirme, büyütme göreviyle tanımlanabilir. Obama, Lula ve Erdoğan durum değerlendirmesini de bu ayın 26’sında Kanada’daki G20 toplantısında yapacaklarmış
***
Sonuç olarak; Türkiye, ana taşeron Tayyip ve taşeron işçisi Davutoğluyla birlikte emperyalizmin yeni dönem politikalarından “ihale almış” durumdalar. Bu durumun ülkemiz halkları açısından da bölge halkları açısından da anlamı; daha da içselleşmiş emperyalist paylaşım ağı, kapitalist pazarın insafına terkedilmiş ekonomik ilişkiler ve ucuz popülizmle kandırılarak yoksulluğa, işsizliğe ve biat kültürüne mahkum edilen milyonlarca insan demek.
Bölgedeki başarısı, başarısızlığı bir yana ülke içinde geldiği yer açısından Tayyip’in başarısını teslim etmek gerek. Kişisel karizmasının ve partisinin politikalarının en ciddi yıpratılacağı dönemi geçiştirebiliyor. İşsizlik oranlarının tarihin en yüksek seviyelerine çıktığı, taşeron sisteminin sorgulanmasının her alanda yapılmaya başlandığı, yıllardan beri neredeyse ilk kez icraatlarına karşı ciddi bir muhalefetin sesinin duyulduğu, Kürt sorunundaki sözde politikalarının tam bir fiyaskoyla sonuçlandığı bir dönemde işini kolayca yürütmenin rahatlığını yaşıyor. Ancak bunun kısa dönemli bir saadet olacağı ve AKP’nin panik yapmaya başladığı da ortada. Bir taraftan Kılıçdaroğlu’na “kedidir kedi” muamelesi yaparak sözde önemsemediğini kanıtlamaya çalışırken diğer taraftan öne çıkarılan iki muhalefet konusunda acilen adım atma ihtiyacı hissediyor. İşsizliğe ve emeklilere sözde çözümler uygulamaya başladı bile. Devlete 50 bin civarında yeni kadro alacağını açıklayan AKP, emeklilere de şimdiye kadar devletin el koyduğu, maaş ödemelerinden kaynaklı banka promosyonlarının %70’ini dağıtacağını açıkladı. Kılıçdaroğlu’nun iki mitingde emeklilere seslenmesi yetti. Elbette bu Kılıçdaroğlu’nun başarısı değil, CHP’nin şimdiye kadar bu konuda laf etmemesinin başarısızlığıdır. Kürt sorunundaki fiyaskosunu kapatabilmenin yolunu ise apar topar Barzani’yi Türkiye’ye çağırmakta buldu. Ağzına bir parmak bal çalıp, BDP’lilerin onun sözünü dinlemesine umut bağlayan, aciz bir taktik. Bir taraftan da İran’a verdikleri hizmete karşılık Kürtleri katletmelerini izliyorlar. Kürt sorunu hızlı bir biçimde tekrar eski “çözümsüzlük dönemine” ilerliyor. Ancak herkes biliyor ki bu sefer eskisinin aynısı olmayacak.
İçerideki sorunlarını, dışarıdan aldığı “güçle” gidermeye çalışan AKP iktidarının politik zayıflığı her geçen gün daha belirgin hale geliyor. Kötü günleri, krizleri yönetebilme kapasitesine sahip değiller. Ezberlerini bozan her gelişme her sürpriz daha derin çatlaklara yol açacak. Yeter ki güçlü muhalefet konuları ve odakları yaratılabilsin.