İsrail’in Gazze’ ye yardım için giden Mavi Marmara gemisine saldırması ve dokuz Türkiye vatandaşını öldürmesi ülke gündeminin baş sırasına oturdu. Bu saldırının yarattığı tepki ve sokağa yansıyan protesto gösterilerinin dozu azalsa bile konu ulusal ve uluslararası çeşitli platformlarda tartışılmaya devam ediliyor. Bütün dikkatler Türkiye-İsrail ilişkilerine çevrilmişken tam da bu toz duman içinde AKP iktidarı tüm […]
İsrail’in Gazze’ ye yardım için giden Mavi Marmara gemisine saldırması ve dokuz Türkiye vatandaşını öldürmesi ülke gündeminin baş sırasına oturdu. Bu saldırının yarattığı tepki ve sokağa yansıyan protesto gösterilerinin dozu azalsa bile konu ulusal ve uluslararası çeşitli platformlarda tartışılmaya devam ediliyor. Bütün dikkatler Türkiye-İsrail ilişkilerine çevrilmişken tam da bu toz duman içinde AKP iktidarı tüm emekçileri ve toplumsal yaşamımızı derinden etkileyecek olan bir saldırı programını uygulamaya hazırlanıyor. AKP iktidarının “kamu yönetimi reformu” olarak adlandırdığı program yeniden gündeme alındı. 2003 yılından beri zaman zaman gündeme getirilen ve parça parça gerçekleştirilen bu program kuşkusuz emekçi halka ve topumsal yaşamımıza yönelik çok yönlü bir saldırı programıdır.
Bu programın asıl amacı; kamusal hizmetleri özelleştirerek piyasanın acımasız iradesine sunmak ve emekçileri güvencesiz/örgütsüz bir yaşama mahkum etmek olarak özetlenebilir.
Bu konu elbette tüm ayrıntıları ile tartışılacaktır. Ancak ben bu geniş ve çok kapsamlı konunun emek hareketine dair olası etkilerine değinmek ve tartışmayı bu cepheden sürdürmek istiyorum. Artık emek hareketi ve mücadelesi ile ilgilenen hemen herkes biliyor ki; sermayenin toplumu baştan aşağı yeniden dizayn ederken yapmak istediği şey; ülkeyi uluslararası sermaye için açık pazar, işçileri de bu pazarda esnek ve güvencesiz çalışmak zorunda olan köleler haline getirmektir. Bu proje gerçekleştiğinde ülkemiz güvencesiz ve örgütsüz bırakılan işçilerin iş ve ekmek davası için birbiriyle kıyasıya çekişme, rekabet hatta kavga içinde olacakları ucuz işgücü cenneti haline gelecektir. Bu kötü gidişin olumsuz etkileri şimdiden görülmektedir.
Peki bu durum karşısında sendikacılar ve işçi önderleri ne düşünüyor, neler yapıyor? Uzunca bir zamandan beri geleneksel-kadrolu işçi kitlesi içinde çalışmaya alışık olan sendikacılar ve emek hareketi örgütleyicileri kadrosuz, güvencesiz ve taşeron işçileri karşısında ayaklarının altındaki toprağın kaydığını (işten çıkarmalar, statü değişikliği vb. nedenlerle hızla üye kaybına uğradıklarını) gördükçe ısrarla erimekte ve küçülmekte olana sarılmaktan yanı geçmişi temsil edene ve onun örgütlenme modellerine sarılmaktan geri durmuyorlar. İşler eskisi gibi olmadığını bile bile sorunlara eski pencereden bakıp, eski yöntemleri klavuz ediniyorlar. Oysa sermaye özelleştirme-taşeronlaştırma yolu ile iktisadi alanın tamamında (özel-kamusal) köklü bir değişime giderken, çalışan işçileri de kadrosuz, güvencesiz ve esnek çalışmaya mahkum köleler haline getirmeyi amaçlamaktadırlar.
Uygulanan neo-liberal ekonomik programlar sonucu sendika üyelerinin ve kadrolu çalışan işçilerin sayısı her geçen gün hızla azalırken işçi sınıfının nicel yapısında ise tarihinde olmadığı kadar büyük bir artış görülmektedir. Ancak işçi denilince; işe başladığı işyerinde emekli oluncaya kadar kadrolu çalışan, grev ve toplu sözleşme hakkı yasalarla tanınmış, ikramiyeler ve sosyal haklarla donatılmış geleneksel işçi modelinden başka bir şey anlamayanlar işçi sınıfının yapısında yaşanan bu çarpıcı değişimi görmemekte ısrar ediyorlar. Oysa bu durum çoktandır değişmeye başladı bile. Artık birçok işyerinde sözleşmeli ve taşeron işçilerin sayısı kadrolu işçileri geçmiş vaziyette. Sendikasız, sigortasız çalıştırma hızla yaygınlaştı. Bu durum özel ve kamu sektöründe kolayca gözlenebilir.
Bir gerçeği görmek zorundayız, tarih sahnesine yeni işçi kitleleri çıkmaya başladı . Bunlar genç, kadın, çocuk, göçmen, sözleşmeli, güvencesiz işçilerdir. İşçi ve emek hareketini ögütlemeye soyunanlar ve sendikacılar bu gerçeği görmeden yola devam etmekteki ısrarlarından vazgeçmelidirler
Bu konu kuşkusuz geniş, kapsamlı ve derinlikli bir konu olarak daha çok tartışılmaya muhtaçtır. Biz yine bu yazı ile amaçlanan konuya dönelim. Bu yazı esas olarak son günlere yeniden ısıtılıp gündeme getirilen “kamu yönetimi reformu” tartışmalarına dikkati çekmeyi amaçlamaktadır. Bu konuda özellikle kamuda örgütlenen veya örgütlenmeye çalışan sendikaların sözkonusu tasarının birinci dereceden muhatabı olduğunu düşünüyorum. Daha şimdiden eğitim ve sağlık başta olmak üzere birçok kamu alanı sermayeye açılmış ve bu alanlarda hizmetin şimdilik bir bölümü özel sektör tarafından paralı olarak verilmeye başlanmıştır. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere bu alanlarda çalışanlar daha şimdiden kadrolu, sözleşmeli, taşeron işçisi olarak hizmet üretmektedirler.
Gündeme getirilen tasarı ile problemin daha da büyüyeceği bilinmektedir. Bu nedenle daha fazla geç olmadan emek hareketi derlenip toparlanarak kendisine yönelik bu saldırı programını durdurmalıdır. Ancak bunun nasıl olacağı üzerine ciddi tartışmalar yapmak ve bir an önce harekete geçmek gerekmektedir.
Tekel işçilerinin güvenceli iş mücadelesinin konfederasyonların sözde desteği ile büyüyüp ve bir genel greve, genel direnişe yol açacağını sananlar fena halde yanıldılar. Bu ayrı bir değerlendirme konusudur. Ancak şu kadarını belirtmeden geçemeyeceğim . Nerede ve hangi işkolunda ve statüsü ne olursa olsun, işi sınıfının mücadelesini kendi mücadelesi olarak görmeyen işkolu sendikacılığı anlayışı ile gerçek sınıf dayanışması yaratılamaz. “Dışarıdan” sözde sınıf dayanışması içine giren, niteliği ve zihniyeti belli konfederasyon başkanlarının yanyana gelişi bırakın mücadeleyi büyütmek bir yana; Tekel’de yanan mücadele ateşinin daha fazla büyümeden söndürülmesine hizmet etmiştir. Çünkü bu konfederasyonların mücadele ve örgütlenme anlayışı işçi sınıfının mücadele birliğini yaratmaya değil oturdukları koltukları korumaya hizmet etmektedir. (Burada KESK’i diğerlerinden kısmen ayırmakla birikte onların da kendilerini var eden noktadan hızla uzaklaşarak geleneksel-bürokratik sendikalar kervanına katılmaya yöneldiğini söylemeliyim.)
Bilinmelidir ki; AKP hükümeti eliyle gündeme getirilen bu saldırı programı aynı zamanda ve esas olarak IMF programının bir sonucudur. AKP hükümeti “IMF ile anlaşmadan” IMF programı uygulayacak kadar pervasızlaşmış bir hükümettir. Bu program karşısında tüm emek güçlerinin güçlü bir barikat oluşturmaları bir zorunluluktur. Bunun gerçekleşmesinin en temel hareket noktası ise saldırının şu veya bu iş koluna değil toplumsal yaşamımıza ve tüm emekçi halka dönük bir saldırı olduğu gerçeğinin görülmesidir.
Kamu yönetimi reformu olarak sunulan bu saldırıya karşı oluşturulacak bir mücadele programı yeni ve gerçek bir emek hareketi yaratılmasının da ilk ve anlamlı bir adımı olabilir. Bu programın eksenine güvencesiz çalışma problemi konularak emek hareketinin ve topumsal yaşamımızın diğer sorunları ile olabildiğince genişletilebilir. Böyle bir adımın atılmasından yana olan sendikalar öncelikle zihniyet olarak düzenin kendilerini sürüklediği toplu görüşme-toplu-sözleşme ile sınırlı çerçevesinin dışına çıkmalıdırlar. Bu sendikalar içine hapsoldukları çerçevenin dışında da milyonlarca işçi ve işssiz emekçinin güvenli bir iş ve insanca bir yaşam için mücadele ettiklerini görerek, kendilerini yeni- ortak ve daha geniş bir mücadele alanının birer kurucusu olarak konumlandırmalıdırlar. Bu sendikalar bağımsız örgütsel varlıklarını-tüzel kişiliklerini koruyarak enerjilerini işkolu ve statü ayrımı yapmadan tüm işçilerin ortak mücadelesini yürütecek örgütlenmelerin yaratılmas
ı süreçlerinin oluşmasına akıtmalıdırlar.
Böyle bir adım sendikaları toplu sözleşme-görüşme zemininde ve kendi alanlarının sorunları mücadelesinde de daha güçlü kılacaktır. Ancak böyle bir anlayışla gerçek sınıf dayanışmasının olumlu sonuçları alınabilir. Yoksa Tekel eyleminde olduğu gibi işçilerin ve kamuoyunun baskısı sonucu zorunlu olarak yan yana gelerek genel grev gibi kendi boylarını bile aşan büyük eylem kararlarını deklare eden konfederasyon başkanlarının yanyana gelişi ile başarı sağlanamaz. Türkiye işçi sınıfı tarihinde bu fotoğraflardan onlarcasını bulmak mümkündür ve bunlar birer ibret fotoğrafı olarak kalmıştır. Mevcut zihniyetlerle yanyana gelerek ortak açıklama yapan konfederasyonların sayısı dört değil, on dört de olsa sonuç değişmeyecekir. Mevcut konfederasyonların yan yana gelişi işçilerin birliği olarak sunulamaz. Artık bu beyhude çabalardan ve beklentiden kurtulmak gerekir. İşçi sınıfını mücadelesi ancak, işçilerin gerçek iradelerinin sendika yönetimlerine yansıdığı örgütlerle büyür ve başarıya ulaşır. Emek hareketinin samimi öncüleri ve neferleri sendika ağalarının ve devlet sendikacılığının egemen olduğu adı konfederasyon olan bu kuruluşların yanyana gelişi ile işçilerin birliğinin sağlanmış olacağı ve mücadelenin böyle bir yolla başarıya ulaşacağı hayallerini terk etmeli ve pembe bile olmayan bu rüyadan uyanarak bir an önce işçi ve emekçilerin gerçek ve ortak örgütlerini oluşturma seferberliğini başlatmalıdırlar.
Bu konuda birinci derecede görev KESK ve bağlı sendikalar ile oralarda mücadeleyi örgütleyen kamu emekçilerine düşmektedir. Onların içinden çıktıkları tarih ve süreç yeni ve ortak bir emek hareketinin yaratılmasında bir avantaj olarak değerlendirilmelidir. Bu durum ülkemizde ve dünyada işçi sınıfının yüz yılı aşan mücadele tarihini görmezden gelmek ve tarihi kamu emekçileri ile başlatmak gibi akıl, bilim ve izan dışı bir tespit olarak anlaşılmamalı. Tam tesine onları var edenin işçi sınıfının ülkemizde ve dünyada yarattığı birikim olduğu bir an bile akıllardan çıkarılmamalıdır. Dünya ve Türkiye işçi sınıfının tarihi ve özel olarak da; KAVEL direnişi, 15-16 HAZİRAN direnişi, DGM direnişi, TARİŞ, YENİ ÇELTEK direnişleri, ZONGULDAK işçi yürüyüşü, BAHAR EYLEMLERİ olmadan ve iyi okunmadan kamu emekçileri hareketi anlaşılamaz. KESK’i ve kamu emekçilerini işaret etmemizin nedeni tamamıyla konjonktüreldir.
Yazıda da belirtildiği gibi kamu yönetimi reformu adıyla işçilere ve toplumsal yaşamımıza yönelik saldırı karşısında YENİ ve ORTAK bir EMEK HAREKETİ yaratılması bir kalkış noktası olma potansiyeli taşıyorsa, ki öyledir; daha şimdiden sözleşmeli, ücretli çalışanların önemli bir sayıda olduğu kamusal alanın ve bu alanda örgütlü bulunan KESK ve bağlı sendikaların karşı karşıya kaldığı görev ve sorumlulukları açısından dikkati o yöne çekmiştim.Yoksa daha bugünden bu yeni emek hareketinin ve kurucu unsularının örgütlenmesi ve mücadelesini sürdüren DEV-SAĞLIK-İŞ, LİMTER-İŞ başta olmak üzere DİSK ve TÜRK-İŞ içinde yer alan birçok sendika ile işçi önderinin misyonları ve varlığı/önemi yok sayılamaz. Gerçek emek hareketi işçi ve emekçilerin parçalanmış, farklılıklar arzeden, değişik statülerde çalışan tüm potansiyeli ve sorunları harmanlanarak oluşurulan bir programla yaratılır. Geleceğe yürürken işlevini tüketmekte olan dünün araçları ile değil, yarının araçları esas alınmalıdır. Geleneksel sendikacılık işçi sınıfı mücadele tarihine şanlı zaferler ve ağır yenilgilerle dolu bir miras bırakarak ömrünü tamamlamaktadır. Yönümüzü yeni sorunlarla boğuşacak ve yeni zaferler kazanacak yeni bir emek hareketine çevirelim. “Kamu yönetimi reformu” adı ile gündeme gelen saldırılar karşısında yakacağımız mücadele ateşi neden yeni emek hareketinin işaret fişeği olmasın?