1 Mayıs’ın üzerinden henüz on beş gün geçti. Ülkede 74 ayrı noktada kutlanan ve en önemlisi 32 yıl sonra Taksim’de yaklaşık iki yüz bin kişinin gövde gösterisinde bulunduğu 1 Mayıs üzerine gerek sınıf mücadelesi açısından gerekse de ülke siyasetine etkisi açısından kapsamlı değerlendirmeler yapılmadı / yapılamadı. Yapılmadı çünkü asıl değerlendirmeyi yapması gerekenler yani 1 Mayıs’ın […]
1 Mayıs’ın üzerinden henüz on beş gün geçti. Ülkede 74 ayrı noktada kutlanan ve en önemlisi 32 yıl sonra Taksim’de yaklaşık iki yüz bin kişinin gövde gösterisinde bulunduğu 1 Mayıs üzerine gerek sınıf mücadelesi açısından gerekse de ülke siyasetine etkisi açısından kapsamlı değerlendirmeler yapılmadı / yapılamadı.
Yapılmadı çünkü asıl değerlendirmeyi yapması gerekenler yani 1 Mayıs’ın “asıl sahibi” olduklarını iddia eden konfederasyonlar acz ve dalalet içerinde. Yaptıkları ortak açıklama bugünü, bugünün mücadelesini ne ölçüde kavradıklarının tarihsel belgesi niteliğinde. İşçi sınıfı mücadelesinin yeni dinamiği olan güvencesiz işçileri ve dolayısıyla güvencesiz çalışmayı kendi kapsama alanlarından “tecrit” ettiklerini deklere ediyorlar. Bu yılki 1 Mayıs’a yükledikleri anlam bu. Asıl hazin olan DİSK ve KESK yönetiminin, Türk-İş’in kuyruğuna takılmakla düştükleri durum.
Yapılamadı çünkü ülke gündemi kural tanımaksızın değişiyor/değiştiriliyor. En azından temmuz sonuna kadar (YSK kararıyla artık eylül)gündemin referandum merkezli anayasa tartışmalarında sabitleşeceği düşünülürken çok çarpıcı sonuçları olabilecek yeni bir gündem servis edildi; Deniz Baykal ve CHP’nin geleceği.
Baykal’a “tezgah”ı kimin kurduğu hafiyelerin işi. İster kendilerince “olumsuz” olabilecek her olayı Ergenekon’a bağlayan Taraf gazetesinin dediği gibi bu da Ergenekon işi olsun, ister sosyal demokrat kulvarda boşluk yaratmak isteyen Sarıgül’ün işi ya da Baykal’ın dediği gibi AKP içindeki bir kanadın yani Nakşibendilerin işi olsun, bu gelişmelerden “tartışmasız sonuçlar” çıkarmak mümkün.
* Bu durum ülkenin yüksek siyasetine doğrudan müdahale amacı taşımaktadır. Ayırt edici olan siyasete müdahale için siyaset dışı araçlardan şimdiye kadar pek kullanılmayan, kullanılsa da pek ortalığa dökülmeyen bir aracın devreye sokulmasıdır. (En son buna benzer bir durumu iddia odur ki Melih Gökçek, eski Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altıok için kullanmıştı.) Ancak hatırlamakta yarar var, bu ülkede siyaset hiçbir zaman burjuva siyasetin var olduğu iddia edilen evrensel kurallarıyla yapılmadı/yapılmıyor.
* Fethullah Gülen, buna “benzer” olaylar açısından belki de ilk kez “temize çıkmıştır”. Baykal’ın sayesinde. Kuşkusuz Baykal’ın bugüne ve yarına dair ince hesapları mutlaka vardır. Ama bugün için prim Fettullahçıların: “Her şeyi yapabiliriz ama namahreme girmeyiz”.
* Baykallı ya da Baykalsız, CHP en azından kısa dönem için güçsüzleştirilmiştir. Baykal, 1000 delegenin değil 100.000 delegenin oyunu alarak yeniden Genel Başkan seçilse de olayın tamamen hayal mahsulü olduğunu kanıtlamadığı sürece artık eski Baykal olamayacak. Baykalsız bir seçenek ise en azından orta vadede yenilenmiş bir siyaset ve yenilenmiş kadrolar oluşturamaz. Kılıçdaroğlu gibi isimler ise ancak geçici çözümler oluşturabilir. AKP önümüzdeki dönem çok daha rahat olacak.
* CHP ve AKP kitlesi bu olayla birlikte, birbirlerine karşı daha da kemikleşecek ve daha da uzaklaşacaktır. “Namussuz” ve “komplocu” terimleri kendi iç propagandalarında bolca kullanılacaktır.
* Son gelişmeler bir başka gerçeği tekrar açığa çıkarmış durumda: CHP üst kadrolarının yapısı ve sorun çözmedeki zafiyetleri. CHP’nin yönetim kadrosu statükocudur, korkaktır, mutlak sadakate göre oluşturulmuştur. Sorun çözme yöntemleri de bu özelliklere uygun geliştirilmiştir. Sorunları kökten çözemezler. Yeni, farklı çözümler üretemezler. Birbirlerinin hatalarını örterler, birbirlerinden vazgeçemezler. Onur Öymen’in Dersim zihniyeti ya da Baykal’ın 53 yıllık kader arkadaşı Önder Sav’ın örümcek bağlamış düşünceleri hiçbir zaman kapsamlı bir özeleştirel sürece tabi tutulamaz. Birbirlerinin zaaflarını ve suçlarını örterek, birbirlerine muhtaç halde ilerlerler. CHP’ye oy veren, umut bağlayan milyonlarca insan için kendilerini velinimet sanırlar. Bu yönetim kadrosu ve CHP, CHP’yi destekleyen emekçi halk kesimlerinin çıkarlarını gözeten bir siyaset izlemediği gibi, iyi niyetli desteğini de hak etmiyor. Unutulmamalıdır ki bu ülkede sosyal demokrat kitle bu kadrolara muhtaç değildir, tersine bu kadrolar sosyal demokrat kitleye muhtaçtır. Bugüne kadar sosyal demokrasiye umut bağlayan halk kesimleri, mücadelelerini bu köhne kadrolara havale ederek değil, ancak sol ve emek eksenli bir mücadelenin öznesi olarak geleceği belirleyebilir.
Zayıflamış, kendi gündemine çekilmiş bir CHP, kaçınılmaz olarak bu dönemin en kritik siyasi gelişmesinde yani anayasa değişikliklerinin referanduma gideceği bir dönemde olması gereken performansı sergileyemeyecek. Bir maddesi eksiltilmiş anayasa değişiklik paketi Gül’ün onayından geçti. Bundan sonraki ilk durak Anayasa Mahkemesi. Mahkemenin, bu iki ay içerisinde karar vermesi imkansız. Ancak sürecin işleyişinin yani yürütmenin durdurulması kararını verebilir. Bu da mahkeme karar verene kadar referandumun ertelenmesi anlamına gelebilir. Ancak bunların hiçbiri olmaz ve süreç Erdoğan’ın istediği gibi ilerlerse ülkede 12 Eylül’de halkoylaması için sandıklar kurulacak.
Halkoylamasının sonucunu şimdiden görebilmek olası değil. AKP’nin yaklaşık yüzde 40 oyunun karşısında CHP ve MHP’nin toplam oyları da yaklaşık yüzde 40. Dolayısıyla evet ve hayır arasında büyük fark olmayacak. Bu noktada Kürtlerin, BDP’nin tavrı kritik olacak. Evet ya da hayırda yaklaşık yüzde 6’lık bir fark yaratacaklar. Boykot tavrı ise “bu koşullarda” doğrudan evete yazacaktır. Toplam seçmenin ya da seçime katılanların yarısından fazlasının oyu değil, “geçerli oyların yarısından fazlasının kararı” sonucu netleştirecektir. Dolayısıyla sandığa gitmemek ya da geçersiz oy kullanmak, AKP’nin olası zaferi lehine oy kullanmak anlamına gelecektir.
BDP’yi bu konuda zorlayan etkenleri anlayabilmek mümkün. Bunların başında; CHP ve MHP ile ve Ergenekoncular ile ve aynı zamanda 12 Eylül anayasası ile aynı safta görülmek, Kürt siyaseti açısından varlığını inkar etmekle özdeş denebilir. Ayrıca AKP’yi doğrudan karşısına almak da uzlaşarak pazarlık yapma taktiğinden vazgeçmek demek. Elbette AKP’nin BDP’ye karşı daha da sertleşmesini (daha ne kadar sertleşebilirse) getirecektir.
Ancak bu süreç BDP’ye yeni bir siyaset yapma alanı sunmaktadır: “Doğrudan” Kürt sorununu ilgilendirmeyen konularda “aktif” politika oluşturma çizgisi. Örneğin, grev hakkı bulunmayan toplu sözleşme imzalama hakkının kamu çalışanlarına verilmesinde, özelleştirmelerde kamu yararının gözetilmesi şartının kaldırılmasında, cumhurbaşkanının atamalarda gücünün arttırılmasında vb.
Anayasa değişikliklerinin tartışıldığı süreç boyunca BDP’nin aktif katılım isteği AKP tarafından sürekli görmezden gelinmişti. Gelinen nokta AKP’nin “verdikleri” ile sınırlıdır. Daha ilerisi AKP tarafından engellenmiştir. Halkoylamasından çıkacak evet oyu, bu sınırların ilerletilmesini değil tam tersine yeterli görülmesini ve uzun bir zaman için de tekrar gündeme gelmemesine neden olacaktır.
Önümüzdeki dönem hem siyasete müdahale açısından hem de yeni dönemin siyasal sürecine hazırlanmak açısından kritik öneme sahip. Anayasa değişikleri bitmiş, tamamlanmış noktada değil. Üstelik gerek AKP’nin sorgulanmasında gerekse de halkın gerçek taleplerinin güçlü bir biçimde örgütlenmesinde ciddi olanaklar sunuyor. Ayrıca referandum sürecinde ve sonucunda yaşanacak gelişmeler hemen ardından gelecek siyasi süreci doğrudan belirleyecek. Bu gelişmelere bağlı olarak bir erken seçim bile gündeme gelebilir. “Erken” olmasa bi
le önümüzdeki yıl seçim yılıdır. Dolayısıyla bu süreç hem müdahaleyi hem de yeni dönemin politik ve örgütsel hazırlıklarına şimdiden girişmeyi zorunlu kılıyor.
Müdahale ederken hazırlanmak gerek…