Kaldırımda yatan küçücük bir kedi yavrusu… Henüz 2 haftalık. Annesi bizim mahallenin yaramaz tekiri. Henüz gözünü açmayı başaramamış yavrusunu diliyle ve büyük bir özenle temizliyor. Bir yandan da bu manzarayı ilgiyle izleyen bizlere her an üstümüze atlayacakmış gibi bakıyor. O an bunlardan habersiz ve sahibinin çekiştirdiği tasmaya şiddetle direnen küçük bir köpek geçiyor. Bizim tekir […]
Kaldırımda yatan küçücük bir kedi yavrusu… Henüz 2 haftalık. Annesi bizim mahallenin yaramaz tekiri.
Henüz gözünü açmayı başaramamış yavrusunu diliyle ve büyük bir özenle temizliyor.
Bir yandan da bu manzarayı ilgiyle izleyen bizlere her an üstümüze atlayacakmış gibi bakıyor. O an bunlardan habersiz ve sahibinin çekiştirdiği tasmaya şiddetle direnen küçük bir köpek geçiyor.
Bizim tekir atlamıyor adeta yavrusuna zarar vereceği korkusuyla saldırıyor köpeğe. Biz şaşkın, köpek şaşkın, sahibi şaşkın…
İlk kez bir kedinin en anaç haliyle bir köpeğe ilk hamleyi yaparak, saldırışına şahit oluyorum…
İnsan yaşamında da böyle güçlü bir duygu annelik.
Sebepsiz ve olanca gücüyle sevilerek yapılan bir gönüllülük projesi adeta…
Öpe koklaya büyütmek, gelecek sahibi olmaları için didinmek ve topluma karışıp şekillenişini izlemek. Ona bakıp mutlu olmak. Güzel duygu anne olmak…
Ama bir o kadar da acı…
“Ben anayam, bu sözümde yerin göğün derdi var… Sulhe gelin ey insanlar, yoksa dünya mahvolar…”
Aklımda kalan bir çığlıktı sanki ağıtın son cümlesi…Galatasaray’da asfaltın üstüne adeta mıhlamıştı beni. Kalkamıyordum. Omuzumun başında ağlıyordu bir anne, ağlıyor ve oğlunun solmuş resmini bastırıyordu göğsüne. Sanki çerçeve geçecekti göğsünden ve içine, yüreğine akacaktı…
O, çocuğu gözaltında kaybolan değil, kaybettirilen bir Cumartesi annesi…
95 yılında başlayan, her türlü baskıya, darp ve gözaltlarına karşı yılmadan usanmadan süren bir direnişin günüydü Cumartesi.
Galatasaray, her Cumartesi cunta sonrası Arjantin sokaklarında, Plaza Del Mayo’daki annelerin yüreklerine tıpatıp benzeyen analarımızın faili belli ama kayıp çocuklarını arayışlarına, onlar için yakarışlarına sahne oluyordu.
Bu yakarışlar sessiz çoğunluk tarafından önce tepkisizlik sonra ise büyük bir destekle karşılaşıyordu. Her hafta bu yüreklerdeki acı ve endişeyi taşıyan destekçi yürekler ekleniyordu onlara. Gazeteler, televizyon programları hatta şiirler yazılıyordu analara dair.
“Kemiğim, etim kapı önlerinde… Can kayıp, can kayıp… Allah’ım bu nasıl bir dünya… Bu nasıl bir ayıp?” diye soruyordu şarkılar…
Baskı ve işkenceyi varlıklarının yegane garantisi gören yönetenler bu çığlıklara kulaklarını tıkamaya son hızla devam ediyordu.
İlletli irade sivil itaatsizliğin başarılı örneği Cumartesi Anneleri’nin, Galatasaray’a yaklaşmasını dahi istemiyordu.
Gözaltına alınmalar, yerlerde sürüklenerek dövülmelerle bedellenen baskı trafiği hüküm sürüyordu.
İstek netti; gözaltındaki kayıplar bulunsun, suçlular cezalandırılsın.
Ama illetli irade bu netliği anlamaktan acizdi hem de tüm dünya gözaltında kayıpları insan hakları ihlalleri arasında sayarken.
Oysa Arjantin sokaklarındaki anaların eylemleri sonunda analar, darbenin dokuz generalini yargılatmayı başarmışlardı. Genelkurmay Başkanı kayıplardan mesul olduklarını kabul etmek zorunda kalmıştı.
İşte bizim analarımızda bu konuda bir kamuoyu yaratmanın mimarı olmayı başarmışlardı.
Yürekteki acı eylemde birliği ve hedefe kilitlenmeyi becerebilmişti.
Yıllar sonra, kimi zaman kesintiye uğrasa da “Failler Belli, Kayıplar Nerede?” haykırışının simgesi Cumartesi anneleri…
Anneler gününü gösterişli kutlamalarla, pahallı hediyelerle kutlatan illetli iradeye inat annelik en çok onlara yakışıyor.
Ey bu anaların yüreklerine basa basa ve her türlü baskıyla hakimiyetlerini sürdürenler, bir gece ansızın yaşamlarına dair her izi sildiğiniz gencecik bedenlerin hesabını nasıl vereceksiniz?
Ey sesini çıkarmaktan çekinen çoğunluk, zerre kadar duyarlılığınız varsa söyleyin bu nasıl bir ayıp?