1 Mayıs’ı ve 1 Mayıs meydanını anlamına ve içeriğine yakışır bir biçimde 1977’den teslim almanın onurunu ve gururunu yaşıyoruz. Kutlu olsun! Ancak, bu onuru ve gururu yaşamak bizlere bir dizi sorumluluk ve görev yüklüyor. Onun için yaşananları doğru değerlendirmek, nedenlerini ve sonuçlarını doğru okumak ve önümüzdeki günlere doğru yerden ve doğru bir perspektifle bakmak gerek… […]
1 Mayıs’ı ve 1 Mayıs meydanını anlamına ve içeriğine yakışır bir biçimde 1977’den teslim almanın onurunu ve gururunu yaşıyoruz. Kutlu olsun!
Ancak, bu onuru ve gururu yaşamak bizlere bir dizi sorumluluk ve görev yüklüyor. Onun için yaşananları doğru değerlendirmek, nedenlerini ve sonuçlarını doğru okumak ve önümüzdeki günlere doğru yerden ve doğru bir perspektifle bakmak gerek…
KISA BİR TARİHSEL HATIRLATMA (Bazıları için gerekli olabilir!)
1 Mayıs’lar işçi sınıfının kendi taleplerini ifade ettiği, üretenlerin yöneten olduğu bir ülke ve bir dünya iddiasının haykırıldığı gündür. Ve bunun yolunun en basit ve en duru ifadesidir 1 Mayıs. Tıpkı 1 Mayıs marşında söylendiği gibi: “1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı, devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı.”
Bu nedenle siyasal iktidarlar ve yandaşları, dönemin özelliğine göre, 1Mayıs’ı kana bular, yasaklar, içeriğini boşaltarak ehlileştirerek bir devlet töreni haline getirmeye çalışır. Aslında ülkemizde de 1 Mayıs’ın 100 yıllık tarihine baktığımızda, simgesel olarak, sınıflar mücadelesinin tarihini görürüz.
1909’larda başlayan 1940’lar sonrasında sınırlı biçimlerde sürdürülen eylemler ve 1976’da DİSK öncülüğünde ilk kitlesel 1 Mayıs, 1977’de Taksim’de yaşanan katliam, 1978’de yine yüz binlerin katıldığı anma ve kutlamalar, ardından 1 Mayıs’ın yasaklanması, askeri darbe…
Yasaklı yıllarda 1988-1989-1990 ve 91’de ilerici sendikacıların, aydınların ve devrimcilerin çeşitli bedeller ödeyerek, gencecik canların toprağa düşmesi, sakat kalması, gözaltılar, tutuklamalar pahasına 1 Mayıs’ı özgürleştirme mücadelesi sonucu 1992’de ilk yasal 1 Mayıs mitingi, 1996’da Kadıköy’de üç işçinin öldürülmesi ve Kadıköy’ün mitinglere kapatılması, 2004’te Saraçhane’de ilerici emek örgütlerinin, demokratik kitle örgütlerinin ve siyasi partilerin Taksim talebiyle ilk fiili kutlaması ve Kadıköy’ün yeniden miting alanı haline gelmesi…
2007’de, 77 Katliamı’nın 30. yılında artık tarihin bir sayfasının açılması gerektiğinin yüksek sesle söylenişi ve iki taleple, 1 Mayıs 77’nin faillerinin bulunması ve 1 Mayıs’ın resmi tatil olması talebiyle Taksim iradesinin başta DİSK olmak üzere en geniş cepheden kurulması, tertip komitesi başta olmak üzere bine yakın gözaltı, içerisi ve dışarısının kararlı duruşuyla çatışmalar sonrası binin üzerinde insanla ilk Taksim’ çıkış… 2008, Taksim iradesinin güçlenerek sürdürülmesi, DİSK binasına, sokaklara gaz bombaları…
2009 1 Mayıs’ında bir yandan ekonomik kriz diğer yandan başta Kürt sorunu olmak üzere bir dizi kıskacın içine girmiş ve yerel seçimlerde oy oranı azalmış bir AKP iktidarı karşısında alınan insiyatif. Nisan ayının ortasında hükümetin bir hamle yaparak kazanılmış olan inisiyatifi kendi adına dengelemeye çalışması ve 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi. Tüm alanlarda kitlesel kutlamalar ve gaz bombaları eşliğinde “makul” sayıda ama muazzam bir coşkuyla Taksim’e çıkış. Tüm bu tarihsel süreç ve kazanımlar temelinde 2010’da 32 yıl sonra Taksim’de yüz binlerin katıldığı 1 Mayıs…
TAKSİM’DE 1 MAYIS HÜKÜMETİN İRADESİ Mİ?
Hak-İş Başkanı Salim Uslu “Taksim’de 1 Mayıs hükümetin iradesidir. Bu karar için birilerinin söke söke aldık, diz çöktürdük diye caka satmasına gerek yok. Yani tek başına 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesini değerlendirmek yetmez. Bu arada diğer demokratik açılımlarla birlikte değerlendirmek gerek bu kararı“(abç) (3 Mayıs 2010, Yeni Şafak) sözleriyle hükümetin yaklaşımını özetliyor.
2010 1 Mayıs’ı, yukarıda kısaca hatırlattığımız tarihsel sürecin bir sonucu olarak, Taksim’in mekansal anlamıyla ve içinde yaşadığımız dönemin politik belirleyenleri ve içeriğiyle Taksim’de kitlesel bir biçimde gerçekleşti.
Anayasa tartışmaları ve AKP açısından bir güven oylamasına dönüşecek olan olası referandum süreci, genel seçim öncesi sondan bir önceki düzlüğe girilmiş olması, demokratik açılımın geldiği nokta ve en önemlisi AKP hükümetinin yedi yıldır tavizsiz uyguladığı neoliberal programın krizle birlikte emekçiler açısından daha da ağırlaşan sonuçlarının yoksulluk, işsizlik ve güvencesizlik olarak artık açığa çıkmış olması bu 1 Mayıs’a giden sürecin politik belirleyenleri oldu. AKP hükümeti başta DİSK ve KESK olmak üzere ilerici emek ve halk örgütlerinin ve devrimcilerin Taksim ve 1 Mayıs konusundaki kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Sadece İstanbul’da değil yasaklı meydanların açılması ve 1 Mayıs’ın özgürce kutlanması talebi Mersin’de Cumhuriyet Meydanı, Bursa’da Fomara Meydanı gibi birçok yerde karşılığını buldu. Zaten sınıflar mücadelesi de böyle diyalektik bir bütün içinde gelişir ve şekillenir.
Burada görülmesi gereken ikinci nokta, bugün siyasal iktidarın 1 Mayıs ve Taksim konusunda attığı/atmak zorunda kaldığı adımların işçi sınıfı hareketi ve toplumsal muhalefet açısından taşıdığı anlamdır. Siyasal iktidar tüm dünyada sermayenin kar derdine bir çare olarak stratejik biçimde uygulanan yeni liberal politikaların sonuçlarının artık yıkıcı bir biçimde yaşandığını görmekte ve çözümler(!) aramaktadır. Tüm dünyada son 20 yıl içinde 2,5 milyar insanın mülksüzleşerek işçileştiği, bu işçileşmenin güvencesizlik temelinde yaşandığı, eğitimden sağlığa, barınmadan içtiğimiz suya kadar her şeyin paralı hale geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye açısından bakarsak her üç gençten birinin işsiz olduğu, kayıt dışı çalışmanın resmi rakamlarla bile %50’leri aştığı, temel yaşamsal hizmetlerin paralı hale geldiği, çalışanların neredeyse tamamının 4/b, 4/c, sözleşmeli, ücretli, taşeron çeşitli biçimler altında güvencesiz çalıştırıldığı, kamunun tümüyle tasfiye edildiği, 20 milyondan fazla çalışan olmasına rağmen toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi sayısı 700 binlerde olan bir ülkede yaşıyoruz. Diğer taraftan son yirmi yılın en büyük direnişlerinden birisinin yaşandığı, hastanelerden okullara, üniversitelere kadar güvencesizliğe karşı seslerin yükseldiği, tüm 1 Mayıs alanlarında “güvenceli iş ve insanca yaşam” taleplerinin öne çıktığı, Tekelden, İtfaiyeye, Kent A.Ş’den Çemen’e, İSKİ’den Samatya’ya kadar örgütlü/örgütsüz, sendikalı/sendikasız parça parça da olsa direnişlerin olduğu dönemdeyiz. Daha da önemlisi emekçilerin güvencesizleştirmeye karşı yürüttüğü mücadele emekçi halkların insanca yaşam ve demokrasi talebiyle bir ve aynı mücadele düzleminde buluşabiliyor. 25 Kasım’da ve Tekel direnişinde bunun olanaklarının açığa çıktığı görüldü.
Bu nedenle sermayenin temsilcileri ve TÜSİAD bağırıyor, işsizlik tehlikesine işaret ediyor. Aslında söyledikleri şey, sistemin sürekliliğinin güvence altına alınmasıdır. Bu nedenle AKP hükümeti her alanda yaptığı gibi (Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi açılımı, Roman açılımı vb) yürütülen mücadelenin kararlılığı ve ortaya çıkan örgütlü/örgütsüz tepkiler karşısında içermeye ve etkisizleştirmeye dönük bir sahte demokrasi alanı yaratıyor. 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan ediyor, kırmızı karanfiller dağıtıyor, Taksim’i biz açtık diyor. Bu nedenle 1 Mayıs’ı Yahudi bayramı olarak gören Hak-İş’i, konuyla uzaktan yakından alakası olmayan Memur-Sen ve Türk Kamu-Sen’i Taksim’e çıkartıyor. Daha düne kadar Taksim iradesini kırmak için uğraşan Türk-İş yönetimi sürece katılıyor ve Kazancı Yokuşu’ndaki anmada konuşmayı Türk-İş başk
anı yapabiliyor. Üstelik bütün bunlar “birlik” adına yapılıyor.
BİRLİK NEDİR, NASIL YAPILIR?
Sendikal hareket, işçi sınıfı hareketi ve toplumsal muhalefet açısından birlik kavramı son derece pozitif ve sihirli bir kavram. Çoğu zaman başarısızlık ya da yürütülen mücadelede sonuç alınamamasının nedeni birlik zeminlerinin yaratılamamasında aranır. Birliğin sınıf hareketi açısından anlamını ve sonuçlarını belirleyen ise, kimlerle, hangi zeminde ve hangi hedeflerle yapıldığıdır.
Tabii ki mücadele alanları ve 1 Mayıs herkese açıktır. Ancak Türkiye tarihinin emeğin kazanımlarını ortadan kaldırmak açısından belki de en saldırgan dönemlerinden birisini yaşadığımız bu günlerde, bu politikaların doğrudan ya da dolaylı destekçisi olan örgütlerle, 1 Mayıs’ı gereksiz ve anlamsız, Taksim’i nostalji, Taksim ısrarını işçi sınıfına zarar vermek olarak görenlerle hangi ortak mücadele hedefiyle hangi birlik zemininde yan yana gelineceği sorgulanmalıdır. Ayrıca gerçek birlik sadece 1 Mayıs’ta değil, mücadelenin her alanında ve her anında yapılır. Bu açıdan bakıldığında önümüzdeki günlerin ve 26 Mayıs eyleminin önemli dersler ortaya çıkaracağı bu günden görülmelidir.
1 MAYIS VE SONRASI…
2010 1 Mayıs’ı üzerine çok konuşuldu, çok yazıldı, daha da konuşulacak ve yazılacak kuşkusuz. “Emekten yana bir kırılma noktası, yeni bir milat ” gibi tanımlamalar yapıldı. Birkaç yüz bini bulan örgütlü/örgütsüz katılımı, alanda coşku ve hüzün, öfke ve tedirginliğin kolkola oluşu, sendika kortejlerindeki gençleşme, kadın oranındaki artış ve militanlık. 1 Mayıs’ın bugünkü güncel anlamının ve taleplerin, biraz kürsü yetersizliği biraz da 32 yıl sonra Taksim’e çıkmış olmanın yarattığı duygusal atmosferle geri planda kalmasına rağmen ortaya çıkan ve umut veren kararlılık. Kürsünün teknik ve politik eksikliklerine rağmen alandaki sessiz uyum ama tavrını ustalıkla ifade eden ve uyaran yüz binler.
DİSK ve KESK’in bu süreçte izleyeceği yol, 1 Mayıs’tan alınan politik güçle ortaya çıkaracağı iddia ve enerji sürükleyici olacaktır. Bu açıdan bakıldığında 10 Mayıs tarihinde altı konfederasyon tarafından yapılan ortak 1 Mayıs açıklaması DİSK ve KESK açısından üzerinden atlanamayacak bir talihsizliktir.
Öncelikle ifade edilmelidir ki, 1 Mayıs kürsüsünde ifadesini bulan “nizami olmayan” tepki kürsüye çıkan ve canı yanmış 30-40 işçiyle sınırlı değildir. Türk-İş ve Hak-İş başkanlarının adının okunmasıyla ortaya çıkan tepki (Türk-İş, ve Hak-İş’in bir kısım üyeleri hariç) alanın tamamına aittir. İşçilerin kürsüde olduğu yaklaşık 45 dakika boyunca alandaki yüz binler vakur ve sessiz bir bekleyiş göstermiş ve ardından konuşan KESK ve DİSK başkanını coşkuyla alkışlayarak tek yürek olmuştur. Bu nedenle yaşananları “Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun şahsında tüm konfederasyonlara yapılmış sayma” tuzağına düşmemek gerekirdi. Çünkü gerçeğin bu olmadığı yaşayan herkes açısından gün gibi açıktır. “Bu tür yaklaşımların teşhir ve tecrit edilmesi gerektiğine inanmak” ise güvencesiz işçiler ve güvencesizliğe karşı direnen işçilerle sendikalar arasındaki açıyı daha da artırmak anlamına gelir ki, bu ilerici bir emek örgütü açısından kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Gerçekten canı yanmış, işsiz kalmış, güvencesizleştirilmiş, aylarca ücretini alamamış, çoğu sendikasız işçilerin ortaya koyduğu tepkinin biçimine takılmadan dinamiğini doğru okumak en azından DİSK ve KESK açısından tarihsel bir sorumluluktur. Çoğu zaman sahipsiz ve sendikasız olan bu dinamiği görmezden gelmemek, örgütlemek, tepkilerini doğru biçimlerde örgütleyerek bir sınıf hareketine dönüştürmek ve böylelikle kendini de yenilemek ise tarihsel bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
GÜVENCESİZLİĞE KARŞI MÜCADELE
Son yıllarda emek hareketinde yaşananlar, özel olarak Tekel direnişi ve 1 Mayıs açıkça ortaya koymuştur ki, bugün güvencesizlik işçi sınıfının temel sorunudur ve güvencesizliğe karşı ortak bir mücadele düzlemi kurmak yalnızca gerekli değil aynı zamanda mümkündür. İşçi sınıfı hareketinin geleceği de buradadır. Yani bugün yıllardır “tarihin sonu, elveda proletarya” diyenlere karşı “merhaba proletarya” demenin zamanıdır. Üstelik bunu söylemek için elimizde çok fazla ipucu var, aklımız var, yüreğimiz var…
“Değişimi anlayın“… Muktedirler, yıllardır, döne döne bize bunları söylüyorlar.
“Artık dünya sizin bildiğiniz gibi dönmüyor“. “Dünyanın yeni düzenine ayak uydurun” diyorlar.
Bu sözlerde bir kötülük olduğunu biliyorduk ama içten içe de dünyanın ezberlerimize uymayan dönüşüne bakıp bir haklılık payına sahip olduklarını da seziyorduk.
Sonra… bir zamandır…
Turuncu, açık mavi, pembe, yeşil tulumlar içinde “kimliği yok sayılanlar, emeği görünmez hale getirilenler”; en ağır işlere koşulup işçiden sayılmayanlar;
Pamuğun, tütünün, domatesin, üzümün, çileğin, fındığın ardından Türkiye’yi mevsimlik dolaşanlar;
Ölüm gemilerinde, şantiye barakalarında, ciğer tüketen kumlamalarda genç bedenlerini bırakanlar;
Üzerlerine düşürülen koyu karanlığı tırnaklarıyla yırtarak gün ışığına çıkmaya başladıklarında…
Anladık ki!.. Anladık ki muktedirler haklılar…
Yeni bir dünyada yaşıyoruz…
Ve bu yeni dünyayı kuran yeni bir güç var!…
Yeni bir işçi sınıfı bu…
Sahipsiz, kimsesiz, genç, acemi, cahil, ürkek…
Ve çok kalabalık…
Türkiye tarihinin bugüne kadar görmediği büyüklükte bir kalabalık…
Büyük işletmelerin esnekleştirilmesinde gördüğümüz bu kalabalığı, artık hastanelerde, okullarda, üniversitelerde, belediyelerde, yani yaşamın her yerinde görüyoruz.
Evet yeni dünyaya ayak uydurmalıyız,
Ama yeni dünyaya “ayak uydurmak” dünyayı değiştirme iddiasında olanlar için, sosyalistler için burjuvazinin dümen suyuna geçmek değil, yeni işçi sınıfının mücadele sürecine sınıf bilinciyle yaklaşmak demek.
Genç ve yeni bir işçi sınıfı bu…
Seslerini ilkin sağlık, tersanecilik ve tekstil sektöründe yükselttiler. Sonra onların sesine “güvencesizliğe teslim olmak istemeyen” örgütlü işçilerin, Tekel işçilerinin, itfaiye işçilerinin direngen sesi eklendi.
“Gör bizi dünya, görsene bizi” diye haykırdılar dört bir yana.
Ve dünya… ve bizler görmeye başladık…
“Güvencesizliğin” Türkiye işçi sınıfının birinci meselesi olduğunu artık hiç kimse görmezden gelemez.
Ve güvencesiz işçiler hareketinin Türkiye işçi sınıfı hareketinin geleceğini temsil ettiğini…
Şimdi sıra bu sürecin ruhunu, dilini ve hayalini keşfetmekte… Örgütlülüğünü ve direncini kalıcı kılmakta…
………
Güvencesiz işçiliği bu topraklardan silelim diye…
*Arzu Çerkezoğlu: Dev Sağlık-İş Genel Başkanı