Siyasi hayatımıza yeni katılan Eşitlik ve Demokrasi Partisi “muhalefet çizgisini” belirleyen önemli bir açıklama yaptı. Açıklama, AKP’nin “Anayasa Reformu” paketine ilişkin. EDP’nin “pakete” karşı yaptığı açıklamaya CHP ile arasındaki farka dikkat çekilerek başlanıyor. EDP, CHP’nin “istemezükçülüğü”nü sol bir muhalefet yöntemi olarak doğru bulmuyor. EDP, “eksik ve yanlış” olarak nitelendirdiği “paketin” birçok yönden eleştirilebileceğini ifade ettikten […]
Siyasi hayatımıza yeni katılan Eşitlik ve Demokrasi Partisi “muhalefet çizgisini” belirleyen önemli bir açıklama yaptı. Açıklama, AKP’nin “Anayasa Reformu” paketine ilişkin. EDP’nin “pakete” karşı yaptığı açıklamaya CHP ile arasındaki farka dikkat çekilerek başlanıyor. EDP, CHP’nin “istemezükçülüğü”nü sol bir muhalefet yöntemi olarak doğru bulmuyor. EDP, “eksik ve yanlış” olarak nitelendirdiği “paketin” birçok yönden eleştirilebileceğini ifade ettikten sonra, paketteki “olumlu” unsurların ayırt edilmesinin önemine vurgu yapıyor. EDP’nin, paketteki olumlu unsurları desteklediği ifade ediliyor. Böylece EDP, “AKP’ye karşı çıkacağım” diye “istemezükçü” durumuna düşmekten paçayı kurtarıyor ve “olumlu muhalefet” yaparak, “sol politikaya” bir başka ufuk kazandırma yolunda bir adım daha atmış oluyor.
CHP’ye alternatif olmak üzere yola çıkmış bir “Sosyal Demokrat – Sosyalist ittifakı”nın, kendisini CHP’den ayrıştırarak işe başlamasının yadırganacak bir tarafı yok. Ama bu “ayrıştırma”nın içeriği de merak edilmeye değer.
CHP’nin AKP’ye karşı izlediği muhalefetin politik içeriğinin “sol” politikayla uzaktan yakından ilgisi olmadığı, aksine “sol karşıtı” bir nitelik taşıdığı bir gerçek. Ancak, EDP’nin CHP ile arasına çizgi çekmek üzere belirlediği çizginin de en temel sol politikalarla başı dertte.
EDP, AKP’nin “Anayasa Reformu” paketinde olumlu bulduğu maddeleri teker teker sıralıyor. Olumlu bulduklarının içinde, örneğin, kamu çalışanlarına tanınan toplu sözleşme hakkını fiilen ortadan kaldıran “uzlaştırma kurulu”na karşı çıkıyor. Ama teklife son dakikada sokulan 23. maddeyi, hakkında herhangi bir soru işareti dahi koymadan onayladığını ilan ediyor.
Paketin 23. maddesinde şöyle deniliyor:
“Madde 23 – Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 166’ncı maddesinin kenar başlığı ‘I. Planlama; Ekonomik ve Sosyal Konsey’ şeklinde değiştirilmiş ve maddeye aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
‘Ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında hükümete istişarî nitelikte görüş bildirmek amacıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulur. Ekonomik ve Sosyal Konseyin kuruluş ve işleyişi kanunla düzenlenir.'”
Yani EDP, işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşacak bir “Ekonomik ve Sosyal Konsey”in anayasal kurum haline getirilmesini onaylıyor.
“Ne var ki bunda, EDP içinde sosyalistlerin de bulunduğu bir ‘Sosyal Demokrat’ parti. Sosyal Demokrasinin varlık sebebi de, sınıflar mücadelesini öngörmekle birlikte, sınıf mücadelesinin ‘sonuna kadar’, yani devrime kadar götürülmesine karşı çıkmasıdır. Sosyal Demokrasi’nin “sınıf uzlaşması kurumları”nı desteklemesinden doğal bir şey de yoktur” denilebilir.
Ancak, “kazın ayağı” öyle değildir.
Doğrudur, Sosyal Demokrasi “genel olarak” sınıf uzlaşmacılığından yanadır; “Ekonomik ve Sosyal Konsey” işleyişi, Avrupa’da özellikle Sosyal Demokrat partiler tarafından gündeme getirilen bir “sınıf uzlaşması kurumu”dur. Ancak Türkiye açısından “Ekonomik ve Sosyal Konsey” kavramı bugün gündeme gelmiş, nasıl işleyeceği süreç içinde tanımlanacak bir kurum değildir. Uzun bir süre önce kurulan ve işletilen ve işçiler açısından büyük sorunlar taşıyan bir mekanizmadır. İşçilerin aleyhinde işleyen bir iktidar kurumu olduğu açıkça ortaya çıktıktan sonra, DİSK’in başındaki Sosyal Demokratların dahi çekilmek zorunda oldukları bir mekanizmanın “Anayasal Kurum” statüsü kazanmasından söz ediyoruz.
DİSK’in Sosyal Demokrat yöneticileri, EDP’ye benzer mülahazalarla Ekonomik ve Sosyal Konsey’e esastan karşı çıkmamak gerektiğini ileri sürerek, alınmış Genel Kurul kararlarına karşın Ekonomik Sosyal Konsey’e katılmışlar ancak burada duramamışlardır. Duramamışlardır, çünkü Ekonomik ve Sosyal Konsey Türkiye’de bir “sınıf uzlaşması” kurumu değil, “işçi sınıfına karşı saldırı kurumu”dur. Sendikal hakların ağır kısıtlamalar altında tutulduğu, 20 milyon işçiden yalnızca 600 bininin toplu sözleşme hakkından yararlandığı ve bu erezyonun her geçen gün ilerlediği Türkiye’de kurulan Ekonomik ve Sosyal Konsey’de yalnızca hükümetin ve işverenlerin borusu ötmektedir.
“Sosyal taraflar arasındaki bir uzlaşma kurumu”nun, üzerinde oluştuğu güçler dengesini değiştirmeyi öngörmesi elbette beklenemez. ESK da öncelikle “mevcut güçler dengesini sürdürme” konusunda bir kararlılığa sahip olmak zorundadır.
Nedir “mevcut güçler dengesi”nin karakterini tanımlayan olgu? Uzun uzun tarif etmeye gerek yok; 30 yıl içinde sendikal örgütlenmeyi 100’den çok işçi çalıştıran işyerlerinde yüzde 80-90’lardan yüzde 5’ler seviyesine getiren ve “hukuki” bir nitelik kazanmış olan, işçi ve sendika düşmanlığı!
Bu temel yapıda herhangi bir değişiklik yapılmadan Ekonomik Sosyal Konseyi bir de Anayasal Kurum haline getirirseniz ne yapmış olursunuz?
EDP içinde bu sorunun doğru yanıtını şahsi deneyimleriyle verebilecek “kurucu sendikacılar” hiç de az sayıda değil!
Ama onların yanıtlamasını beklemeden biz söyleyelim: Çalışma alanının düzenlenmesine ilişkin bundan sonraki mücadelelerin tamamını patronların Anayasal ipoteği altına almış olursunuz! Kendi elinizle kendi ayaklarınızı bağlamış olursunuz! İşçi sınıfına karşı sermaye saldırısının bir parçası olursunuz!
Bu basit bir hata değildir. Bu hatayı yapan partinin yöneticileri, Sosyal Demokrat ve sol politikada uzun yılların deneyimine sahip, bir kısmı sendikacılıktan gelen kadrolardır. İçlerinde Ekonomik Sosyal Konsey tartışmalarına oldukça vakıf kişiler bulunmaktadır. Hatta bunlardan bazıları, başka sosyalistleri, Ekonomik Sosyal Konsey’e kendi inisiyatifleri ile katılan DİSK yöneticilerinin bu tutumundan sorumlu tutan “devrimci sendikacılar”dır. Bu nedenle EDP’nin böylesine fahiş bir hataya niçin düştüğü üzerinde yeniden ve yeniden düşünmekte yarar vardır.
Bunların başında Sosyal Demokrasi’de iktidara uzanacak bir “yenilenme”yi, sermaye ve sağ politika ile “uzlaşmacılığı” öne çıkararak başarabileceğini varsayan mantık bulunmaktadır. Bu mantık uluslararası düzeyde neo-liberalizmin, ülkemizde ise 12 Eylül faşizminin zaferi ile oluşan gerici bir ideolojik iklimin ürünüdür. Bu iklim içinde burjuvazinin sözcüleri, sol ve işçi sınıfı mevzileri en barbar biçimlerle yok edildikten sonra, solun bundan sonraki güzergahını da belirlemeye soyundular. Bu sözcülere göre solun başlıca kusuru “yeni koşullara göre, yeni uzlaşma politikaları üretmemek”ti; aslına bakarsanız, solun kusuru, solcu olmak, sağcı olmamaktı! “Sütten ağzı yanmış” bazı solcular o gün bugün bu utanmazca demagojiyi solun gündeminde tutmayı iş edindiler. 1983’ten bu yana bu misyonla siyaset sahnesine çıkan aktörleri alt alta koymaya kalkıştığınızda epey uzun bir liste oluşturabilirsiniz.
EDP’nin “hata”sının arkasında bu “geleneksel” ideolojik zoka var.
Gerçi Sosyal Demokratlara “uzlaşma” sanatını öğretmek bizim haddimiz değil ama sınıflar arasında bir “uzlaşma” önerebilmeniz için önce bir “tehdit”in, işçi sınıfı tehdidinin oluşması gerekmiyor mu? Herhangi bir tehdit olmadan “uzlaşma”ya çalışmanın beyhudeliği ortada değil mi?
Ama devrimcilere dönüp, “bizim işimiz uzlaşmak, tehdidi de siz oluşturun” diyorsanız, o başka!…
ferdakoc@hotmail.com