AKP’nin anayasayı değiştirmek için hazırladığı “öneriler,” birkaç değişiklik yapılarak TBMM’ye sunuldu. Süreç, bundan sonra şöyle ilerleyecek: Nisan ayının sonuna kadar mecliste işlemler tamamlanacak ve 330’un üzerinde oy alması durumunda taslak haziran sonu ya da temmuz başında halkoylamasına sunulacak. (Bu tarihlerin toplumsal muhalefet için en belirgin etkisi 1 Mayıs’ın içeriğini de kısmen etkileyecek olmasıdır.) Meclis görüşmeleri […]
AKP’nin anayasayı değiştirmek için hazırladığı “öneriler,” birkaç değişiklik yapılarak TBMM’ye sunuldu. Süreç, bundan sonra şöyle ilerleyecek: Nisan ayının sonuna kadar mecliste işlemler tamamlanacak ve 330’un üzerinde oy alması durumunda taslak haziran sonu ya da temmuz başında halkoylamasına sunulacak. (Bu tarihlerin toplumsal muhalefet için en belirgin etkisi 1 Mayıs’ın içeriğini de kısmen etkileyecek olmasıdır.) Meclis görüşmeleri sırasında büyük olasılıkla teklif paketi içinde yeni değişiklikler yapılacak. Hatta, AKP’lilerin bağımsızların peşinden koşmalarından anlaşılacağı üzere 330 oya ulaşamayabileceği de -bazı maddelerin kesin olarak 330’un altında kalacağı- ciddi bir olasılıktır.
Anayasa tartışmalarının önemi, dönemin diğer gelişmelerini gölgede bırakıyor. Irak seçimlerinin sonuçları bölgede yeni bir süreç başlatacak. Bölgeye bağlı bir diğer önemli gelişme bu ay içinde ABD’de yapılacak olan İran gündemli geniş toplantı. Erdoğan’ın “Ermeni soykırımı tasarısının kabulüne” kızıp “Gitmeyeceğim!” dediği toplantı ABD için kritik önemde. Ermenistan açılımının gelişimi başka bir kriz odağı oluşturuyor. Almanya Başbakanı Merkel’in ziyaretinin ise lise eğitim müfredatıyla ilgili olmadığı açık. Başka bir açıklık da Abdullah Gül’ün Pakistan gezisini “uçakta anayasaya ilişkin görüşlerini açıklamak” için yapmadığı.
Ancak anayasa tartışmalarına dönmek kaçınılmaz. Sürecin bugüne gelene dek izlediği rotada bazı önemli noktaları yeniden hatırlatmakta yarar var. AKP, bu dönemi başlatan adımı ocak ayında “referandum süresini 120 günden 45 güne indiren” yasayı çıkarmakla attı. Ancak şubat ayında Abdullah Gül’ün yaptığı açıklama ilginçti. Gül, “bu meclisin sivil anayasa için mutabakat fırsatını kaçırdığını” ifade etmiş ve “keza, parça parça anayasa imkânının hâlâ bulunduğu, ancak bu konuda partiler arası mutabakat gerektiğini” söylemişti. Ve değişikliklere son halinin verilmesinde de Gül’ün “katkı”da bulunduğu görüldü. Buradan Gül ile Erdoğan arasında bir anlaşmazlığın olduğu sonucu çıkarılabilir; ancak bu önemli değil. Çünkü onlar aynı tasa su dökmüş oldukları için nasıl olsa anlaşırlar. Üstelik Anayasa Mahkemesi’ne yedek üye atama konusunda gösterdikleri hükümet-cumhurbaşkanlığı uyumu da takdire şayandı. Ancak kesin olan şudur ki, bu değişiklik paketi iyi hazırlanmamıştır ve bu haliyle yasalaşsa bile sürece son nokta konulmuş olmayacaktır.
İkinci hatırlatma olarak, bu değişikliklerin yapılma nedeni, “T.C. adına yargı erkini kullanan üst kadroları değiştirme” isteğidir. Aşağıdan yukarıya bir değişiklik uzun süreceği için AKP en kısa yolu tercih ediyor; yukarıdan atamanın yöntemini arıyor. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın işlevi, kapsamı değil üyelerinin nasıl atanacağı/seçileceği belirlenmeye çalışılıyor. AKP’nin ihtiyaçlarını doğrudan gidermeye yönelik böyle bir girişime de en ciddi karşı çıkış değiştirilecek yerden yani var olan yargı kadrolarından geliyor. Bir de en demokrat, çok demokrat TÜSİAD’tan. Ancak onların derdi başka. Onlar kendi taleplerinin daha da erteleneceğinden ve asıl olarak da tek ata yani AKP’ye mahkûm olacaklarından endişeliler. CHP ise “gizli güçlerini” yitirecek olmaktan.
Ayrıca teklifte yer alan ve yargıyı ilgilendirmeyen diğer önerilerin ise bir kısmının zaten gecikmiş, bir kısmının ise ciddiyetten tamamen uzak olduğunu tekrar belirtmekte yarar var. Toplumun gerçek ihtiyaçlarını giderecek düzenlemeler hiç olmadığı gibi önerilenler de toplumsal ihtiyaçları karşılayamayacaktır.
Toplumsal muhalefet için bu süreçte izlenecek yolun kolay olmadığı ortada. “Ne olursa olsun 12 Eylül anayasasında yapılan her değişiklik iyidir.” deyip sunulan birkaç kırıntı için de “Eksik; ama bu da bir ilerlemedir.” değerlendirmesi yaparak AKP’nin girişimini destekleyen çıkabilir. Gerekçeleri ne kadar mantıklı olursa olsun bu durumu örgütleyen öznelerin siyasal kimlikleri göz önüne alındığında bir tezgâhın olduğu ortada. Bu sürecin sonunda sağlanacak olan, yargı erkinin kullanılmasında sivil inisiyatifin gücünün artması değil, (AKP’li) gerici kadroların gücünün artacak olmasıdır. Bu sürecin kilit kavramının “sivil inisiyatif” olması da ideolojik zayıflığın göstergesi. Sivil diyerek demokratik olduğu çağrışımına sığınılıyor. Oysa sivil-likle demokratik-lik birbirinden apayrı kavramlar. Demokratiklik kavramı, taleplerin içeriğine, kapsamına, sürecin işleyiş biçimine, karar alma mekanizmasına halkın doğrudan katılımını barındırır. Sadece seçilmiş ve asker olmayan herkesi sivil inisiyatif yani demokratik inisiyatif ilan edip ve üstelik bunların her yaptıklarını da demokrasi mücadelesinin kurallarına uygun ilan etmek nasıl bir mantıksal bütünlük oluşturabilir?
Diğer yandan toplumsal muhalefet için “statükoyu korumak” anlamına gelecek olan “değişime direnme” konumu kendi içinde mantıksal bir çelişki barındırıyor. Muhalefet, değiştirmek için vardır. Hele bir de burada “değiştirilmek istenen” 12 Eylül anayasası olunca. Burada muhalefetin durduğu yer “12 Eylül anayasası mı, AKP’nin anayasası mı?” olduğu sürece bu çelişkiden kurtulunamaz. Burada yapılması gereken durulan yeri değiştirmektir. Toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü kuşkusuz bu durumu zorlaştıracaktır. Ancak güç olmanın yolu, sunulan iki tercihten birini “basitçe” seçmek değildir. Mücadelenin kendi içeriğinde bulunan talepler bu dönemin avantajları kullanılarak büyütülebilir, güçlendirilebilir.
Mademki egemenler kendi krizlerini anayasa değişikliği düzlemine taşıdılar, toplumsal muhalefete düşen görev de sürdürdüğü mücadele için bunu “fırsat”a dönüştürmektir. Sürdürdükleri bir mücadele olmayanlar ikileme mahkûm olur. Halkın Hakları Mücadelesinin onların oluşturdukları düzlemde alacağı biçim “halkın anayasa maddeleri”dir. Tekel işçisinin 4-C’yi kaldırma mücadelesi çok rahatlıkla bu düzlemde karşılığını bulacaktır. Benzer bir durum güvencesiz, örgütsüz çalışanların mücadeleleri için de geçerli. Ancak bu durum “alternatif bir anayasa” hazırlama girişi değildir ve mücadele de madde yazımına indirgenemez. Hak mücadelesi yapılan her konu, hak mücadelesi yapan her kesim sunulanı reddetmek ve kendi sınırlarını belirleme olanağına sahip. Bu yapıldığında, sandık tavrı sadece bir “taktik”ten ibaret olacaktır.
Anayasa tartışmalarının toplumsal muhalefet için en belirgin etkisi de 1 Mayıs’ın içeriğini kısmen etkileyecek olmasıdır. Özellikle meclis oylamasının nisan ayının sonuna denk gelmesi kritik. Kuşkusuz 1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Aynı zamanda toplumsal muhalefet için bu tanım, güncel mücadelesinde karşılığını bulur. Bu dönemde, Tekel işçileriyle özdeşleşen fakat onlarla sınırlı olmayan “güvenceli iş” talebi en belirgin içerik olarak öne çıkıyor. Ancak bu dönemin mücadelesinde bu içerikle birleştirilmesi zaten zorunlu olan bir yön daha mevcut: “insanca yaşam”. Tüm kamusal hakları elinden alınmış emekçilerin, mücadeleyi sadece “güvenceli iş” talebine sıkıştırmaları zaten imkânsız. Şimdi ise anayasa tartışmaları başka bir gündem yaratmış gibi görünse de var olan içerikle birlikte ele alınmalıdır.
1 Mayıs konusundaki “klasik” tartışma ise bitmeyecek. Özellikle EMEP var olduğu sürece. İşte bir alıntı: “Özellikle de İstanbul’da, yıllardır sınıfı bölmenin bir aracı olarak öne çıkarılan “Taksim mi değil mi?” tartışması, bu yıl yapılmamalıdır… Bu süreci ş
u ya da bu gerekçeyle provoke edenler, hem emekçi sınıflar hem de tarih önünde lanetlenmekten kurtulamazlar. Aynı değerlendirme kendileri için yapılabilir, değil mi?
Bir başka alıntı: “1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması… giderek, sendikaların içi boş, kitlesellikten uzak “şov”larını gizlemelerinin aracı haline gelmiştir.” Bu da TKP’den. Acaba bu tartışma da TKP “şov”unun bir aracı haline gelmiş olmasın?
Yeniden hatırlatalım: “Neden Taksim?” sorusunu bir kez daha yanıtlayalım.
1. Tekrar kazanmak için. Taksim 1 Mayıs alanıydı, 1 Mayıs 1977’de Kemal Türkler’in ağzından Taksim 1 Mayıs alanı ilan edilmişti. Katliamlarla ve darbeyle gasp edildi, geri alınmalı.
* 1988-92 arasındaki dört yıl boyunca Taksim zorlanarak, kutlanması yasak olan 1 Mayıs’ın yasal mitinglerle kutlanma hakkı elde edilmiştir.
* 2004 yılında Saraçhane’den Taksim zorlanarak 8 yıl boyunca mitinglere yasaklı Kadıköy Meydanı tekrar miting alanı haline getirilmiştir.
* 2007 ve 2008 yıllarında Taksim tüm teröre rağmen zorlanarak bugün 1 Mayıs’ta tatil hakkı kazanılmıştır.
2. Taksim sembolik de olsa her zaman yeni bir başlangıç noktasıdır. Ve yine sembolik de olsa bir güç gösterisidir.
3. Egemen sınıfların zulmünü ve kirli tezgâhlarını tekrar hatırlatmak için…
4. Bu kirli tezgâhların açığa çıkarılmasını istemek, 1 Mayıs’ta yitirdiklerimizin hesabını sormak için…
5. Dünyanın her yerinde olduğu gibi en önemli günü şehrin en önemli meydanında kutlamak için…
6. Alan tartışmasını sonlandırmak için…
7. Diğer şehirlerin diğer yasaklı meydanlarını 1 Mayıs’a kazandırmak için…
8. Yasağı, zulmü ve sömürüyü geri püskürtmek için…
Elbette sorun, 1 Mayıs’ın en dar anlamıyla hangi meydanda kutlanacağı değil, meydanlara bütün Türkiye’de hangi mücadele içeriğiyle çıkılacağıdır. Anayasa değişikliğiyle AKP, işçi sınıfına, halka ve ezilenlere saldırılarını iyice pervasızlaştırmayı planlamaktadır. Böylece sermaye mantığını İslamcı liberal bir içerikle anayasal düzeyde de tahkim edecektir. 2010 1 Mayıs’ında AKP’nin saldırı programının gerici içeriğiyle, meydanlarda halka yönelik engelleme politikaları birbirini bütünlemektedir. Bu nedenle, 1 Mayıs’ta işçi sınıfının “anayasa maddelerini” göstermek için, “güvenceli iş” ve “insanca yaşam” için meydanlara, Taksim’e, her ilin yasaklı meydanlarına yeni mücadele içerikleri kazandırarak çıkılmalıdır.