Taksim artık “yasal” 1 Mayıs alanı. En son 1978’de 1 Mayıs yasal olarak bu alanda kutlanmıştı. Yani tam 32 yıl önce. 1980’den sonraki ilk girişim ise 1987’de Taksim’e yakın Emek Sineması’nda yapılan “1 Mayıs gecesi” olmuştu. Ondan sonraki her yıl devrimcilerin Taksim “inat”ı sürdü. Yeni kayıplar verdiler, yeni yara izleri edindiler, her yıl yeni öyküler […]
Taksim artık “yasal” 1 Mayıs alanı. En son 1978’de 1 Mayıs yasal olarak bu alanda kutlanmıştı. Yani tam 32 yıl önce. 1980’den sonraki ilk girişim ise 1987’de Taksim’e yakın Emek Sineması’nda yapılan “1 Mayıs gecesi” olmuştu. Ondan sonraki her yıl devrimcilerin Taksim “inat”ı sürdü. Yeni kayıplar verdiler, yeni yara izleri edindiler, her yıl yeni öyküler bıraktı ardında. Sadece egemenler tarafından değil, kendi “yan”larında olanlar tarafından da suçlandılar, eleştirildiler. Ama mücadelenin bu görkemli günü için 23 yıl boyunca Taksim’den vazgeçmediler. Ve sonunda “Taksim miting alanı olmamasına rağmen Emek ve Dayanışma günü için” kutlamaya tahsis ettirdiler.
Başkaları ne derse desin, ister koşullar anca olgunlaştı, ister AB süreci, ister AKP’nin kadirşinaslığı desinler. Devrimcilerin tarihinde yer alacak tanımı belli: Onlar vermedi, biz aldık. Devrimci mücadele için başarı sadece zaman sorunudur!
Neden Taksim sorusunun asıl önemli iki yanıtı var. İlki kuşkusuz 1 Mayıs 1977’de yaşanan katliam. Ve bu katliamın sorumlularının ve tetikçilerinin hala açığa çıkarılamamış olması. İkincisi ise işçi sınıfı mücadelesinin ideolojik ve eylemsel gücü. Bu mücadelenin azla yetinmeyen, sınır tanımayan görkemi. İşçi sınıfının iktidar olma iddiası.
1 Mayıs konusunda söylenecek şeylerin “yeni” olmayacağını bilerek devam edelim. Yer tartışmasının artık yapılmayacağı bu 1 Mayıs’ta asıl tartışma iki noktada sürdürülüyor; içerik ve bileşim. 1 Mayıs’ın içeriği “emek ve dayanışmaya”, bileşimi ise sadece “sendikalı işçiler”e indirgeniyor. “Bizim gibi ülkelerde” kutlanacak bir 1 Mayıs bunlarla sınırlandırılabilir mi? Daha da ötesi sadece kutlama olabilir mi? Elbette Hayır!
Bizim gibi ülkelerde 1 Mayıs, kutlamanın yanında asıl olarak toplumsal muhalefet (etme) günüdür. Ve içeriği de üstelik “birlik, mücadele ve dayanışması”nın içinde bulunulan dönemle bütünleşen “siyasal taleplerce” belirlenir. Tam da bu yüzdendir ki işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın bu yılki siyasal talepleri; “güvenceli iş, insanca yaşam” olmuştur. “Güvenceli iş” talebi Tekel işçileriyle, sağlık çalışanlarıyla simgeleşen ancak onlarla sınırlı olmayan son dönemdeki sınıf direnişlerinin gündemidir. “İnsanca yaşam” talebini ise öne çıkaran yine son dönemlerde yoğunlaşan “hak mücadeleleri”dir. Aynı zamanda bu yıl ki 1 Mayıs gösterilerinde değerlendirilecek olan bir diğer konu, egemenlerin anayasa tartışmalarına hangi “yön”den müdahale edileceğidir.
1 Mayıs’ın bileşimi ise bırakın sadece sendikalı işçilere, güvenceli/güvencesiz tüm çalışanlara bile indirgenemez. İşsizliğin, güvencesizliğin, yoksulluğun, hak-sızlığın her geçen gün daha da arttığı ülkemizde toplumsal sorunu olan her kesim her birey 1 Mayıs günü sokağa çıkacak “ordu”nun bileşenidir.
Artık “alan tartışması” bittiğine göre toplumsal muhalefetin şu anki tek görevi; 1 Mayıs’ı işçi sınıfının tarihine, ideolojisine ve politik gücüne yakışır bir tarzda kutlamak/gerçekleştirmektir.
Daha da ilerisi ise sadece ama sadece “zaman sorunu”.
Bu dönemde 1 Mayıs gündemi toplumsal muhalefet için çok yoğun ve belirleyici olsa da ülkedeki diğer gelişmeler de kritik öneme sahip. Bunların başında Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan saldırı geliyor. Bu durumun en büyük sorumlusu T.Erdoğan ve AKP’dir. Bu sorumluluk sadece gerekli asayiş tedbirlerinin alınmamış olması değildir. Bu sorumluluğun asıl nedeni; sözde “Kürt açılımı yapacağız” deyip süreci tamamen kötü yönetmekten kaynaklanmaktadır. CHP ve MHP’nin madalyonun diğer yüzünü oluşturan ırkçı şoven muhalefeti de bu gibi saldırılara zemin hazırlamıştır. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi “Artık Kürt gençleri ve Türk gençleri daha kızgın”. Burada, saldırıyı yapan çaycının kızgınlığı değil kastedilen. O çaycının, ifadesinden de anlaşılacağı üzere her türlü önlemi önceden alınmış bir provokatör olduğu kesin. Kürt sorununun geldiği yer, AKP’nin Kürt açılımını başlattığı günden daha kritik bir noktadadır. AKP, Kürt halkının beklentilerini karşılamadığı gibi batıda sürecin neredeyse tüm inisiyatifini Türk milliyetçilerine kaptırmıştır. Asıl amacı PKK’yi tasfiye etmek olan plan Kürt halkını kandırmak için birkaç yerleşim yerinin isminin değiştirilmesi ve Kürtçe televizyonla sınırlı kaldı. Habur’dan giriş yapan 34 kişinin 30’u hakkında örgütten dava açıldı, geriye kalan 4’ü de zaten çocuk. Kürt halkının siyasal temsilcilerinin büyük çoğunluğu saçma gerekçelerle hapishanelere kondu. Toplumda meşruluğu kabul edilmiş neredeyse tek konu olan “taş atan çocukların serbest bırakılması” konusunda bile hiçbir adım atmadı. Üstelik Kürt sorununda ABD’ye ve Avrupa’ya çok daha fazla inisiyatif vererek hem “elini” daha fazla zayıflattı hem de sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Erdoğan’ın ve AKP’nin Kürt sorununun çözümüne kendi inisiyatifleriyle yapacakları olumlu bir katkı mevcut değildir.
Erdoğan’ın lafı önde giden, işbilmez ve beceriksiz siyaset tarzı sadece bu konuyla sınırlı değil. Ele aldığı her konuda aynısını görmek mümkün. “Ermeni yasa tasarısı” nedeniyle ABD’ye gürledi, büyükelçiyi geri çağırdı, “ben de gitmeyeceğim” dedi, çark etti. 24 Nisan’da Obama “soykırım” demesin diye kırk takla atıyor. Ermenistan’la sorunları çözüm süreci diye tanımladığı dönem iki halkı birbirine daha da düşman hale getirmekten başka bir işe yaramadı şimdilik. “100 bin Ermeniyi sınırdışı ederim” diyerek hedef haline getirdiği o insanların hiçbir sorumluluğunu üzerinde taşımıyor. 24 Nisan’a kadar idare etsin gerisi Allah Kerim.
Benzer bir sorumsuzluk “nükleer silahlar” konusunda sergileniyor. Arap sermayesine hoş görünme amacıyla İsrail’e laf kabadayılığı yapan Erdoğan, nükleer silah konusunda da “İsrail’in varsa İran’ın da hakkıdır” demeye getirerek, açtığı yolun farkında bile değil. Farkındaysa daha da tehlikeli. İran’ın nükleer silahı olduğunda bölge devletleri ya da Türkiye, nükleer silahsız mı kalacak? Bu durum silahlanmaya hem daha çok kaynak hem de tüm bölge halklarını çok daha büyük bir tehlikeye atmayacak mı? Bu yaklaşım aynı zamanda İsrail’in varolan durumunu da tüm meşruluğuyla kabul etmek anlamına gelmektedir.
ABD’nin son dönemdeki iki girişiminin gerçek nedenini görmek gerek. Rusya ile yaptığı “nükleer silahların azaltılması” anlaşması, Obama’nın barış tutkusundan kaynaklanmıyor elbette. Karşılıklı anlaşmanın asıl anlamı; yeni bir “konvansiyonel silahlanma döneminin” başladığıdır. Tehdit algısına bağlı olarak silahın türü değişmektedir sadece, yoksa amaç tüm dünyanın silahsızlandırılması ve silah tekellerini işsiz bırakmak değil. Benzer bir durum “nükleer güvenlik zirvesi” için de geçerlidir. Buradaki amaç da nükleer güç sahibi olan; ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail’in bundan vazgeçmelerini sağlamak değil. Üstelik bunların bir kısmı (Hindistan, Pakistan Kuzey Kore ve İsrail) uluslararası hiçbir denetim mekanizmasına da dahil değiller. (Diğerleri dahil olsa ne yazar, İncirlik’te kaç tane nükleer bomba olduğunu bilen var mı?) Bu zirvedeki asıl amaç, yeni bir tehdidin tanımlanması ve bu tehdit karşısında, ABD’nin etrafında bütünleşmek. Ancak İran, Irak kadar kolay bir hedef değil. Kolay olmamasının asıl nedeni; bölgesel bir güç olması, askeri gücünün büyüklüğü, nüfusunun fazla olması değil asıl olarak, Rusya ve Çin ile sürdürdüğü ilişkiler. Rusya ve Çin BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip üyeler olarak kaldığı sürece geçici üye Türkiye’nin varlığı hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
ABD, her geçen gün dünya ölçeğindeki gücünün zayıfladığının farkında. Irak’ta işler iyi gitmiyor, Afganistan’da da öyle, Güney Amerika’yla ilgilenemiyor, bir de finans kriziyle uğraşmak zorunda, iç politikası başka bir sıkıntı, üstelik Gürcistan, Ukrayna derken şimdi de Kırgızistan’ı kaybetti.
Ama olsun Tayyip’i var. İktidarda kalmak için kendisine mahkûm. Ama Tayyip’e bu dönem sadece ABD’nin desteği yeterli değil. İç politikaya da ihtiyacı var. Özellikle yargının “başbakanın adamlarınca” yeniden oluşturulması gerek. Yargının mevcut hali hem Tayyip için hem de AKP için çok ama çok tehlikeli. Önümüzdeki seçimde son kez aday olacağını söyleyen, tekrar tek başına iktidar şansı az olan Tayyip Erdoğan’ın (cumhurbaşkanı seçilemediği durumda) burnu mahkeme salonlarından dışarı çıkamaz. Zaten bu öncelik Tayyip’in son dönemlerde her konuda daha çok çuvallamasına neden oluyor.
Ancak hakkını yememek lazım Erdoğan’ın, doğru söylediği bir şey var; CHP için yaptığı “köylü kurnazı” tanımı. Buradaki eksiklik ise CHP köylü kurnazlığını asıl olarak toplumsal muhalefete karşı yapıyor. CHP, sözde AKP’nin yargı operasyonunu engelleme bahanesiyle toplumsal muhalefetin taleplerini sınırlandırıyor. “Yargıyı ilgilendiren üç maddeyi çıkaralım gerisine biz de evet oyu verip yasalaştıralım” önerisi gerçekte toplumsal muhalefete atılmış kazıktır. Kamu çalışanlarına grev hakkı tanımayan, kadınlara pozitif ayrımcılık içermeyen, güvencesiz-sendikasız çalıştırmayı engellemeyen… bir anayasa değişikliğini başarı diye yutturmaya çalışmaktan başka bir şey değildir CHP’nin yaptığı. Kaç tane kongre yaparsa yapsın, hangi kurumunu değiştirirse değiştirsin, CHP ve Deniz Baykal zihniyeti, toplumsal muhalefetin takozu olmaya devam edecek.
Anayasa tartışmaları yapıldı, yapılmaya da devam edecek. Bu gelişmedeki en uygun tanımı ise BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş yaptı; “ideolojiler de değişse statükolar değişmeyebilir, AKP zihniyeti de eski statükonun yerine kendisini rahatlıkla ikame edebilir, gidişat öyle şu anda”.
Egemenlerin gündemi ne olursa olsun, o gündemde halkın haklarına yer verilmeyecek. Zaten haklarımızı onlar vermeyecek, söke söke biz alacağız; Taksim’i aldığımız gibi…