Kürt proleterleşmesini yeni işçi hareketinin gücüne kim dönüştürecek; güvencesiz işçiliğe karşı mücadeleyi bir “barış programı” ile kim taçlandıracak? Ahmet Türk’e Samsun’da atılan yumruklar, “kardeşleşme” sorununu yeniden yakıcı gündem haline getirdi. Bütün partiler olayı kınadılar; gazeteler, televizyonlar saldırganı lanetlediler. Ama saldırganın çalıştığı kahvenin sahibi “Her Türk vatandaşının yapabileceği bir şey yaptı. Onunla gurur duyuyorum.” deyiverdi. Cini […]
Kürt proleterleşmesini yeni işçi hareketinin gücüne kim dönüştürecek; güvencesiz işçiliğe karşı mücadeleyi bir “barış programı” ile kim taçlandıracak?
Ahmet Türk’e Samsun’da atılan yumruklar, “kardeşleşme” sorununu yeniden yakıcı gündem haline getirdi. Bütün partiler olayı kınadılar; gazeteler, televizyonlar saldırganı lanetlediler. Ama saldırganın çalıştığı kahvenin sahibi “Her Türk vatandaşının yapabileceği bir şey yaptı. Onunla gurur duyuyorum.” deyiverdi.
Cini şişeden çıkarmak kolay ama içeri tıkmak o kadar da kolay değil. Cini şişeden çıktığı yerden içeriye sokmanız gerekiyor, “kafasından bastırarak” girmiyor çıktığı yere.
Artık görülmesi gerekiyor, “Türkler” ve Kürtler arasındaki bu ayrışmanın arkasında “provokatörler”, “dış mihraklar” filan da var ama, halk içinde yaratılmış gerçek temellere dayanan çatışmalar da var.
Elbette işçiler de, ezilen halklar da birbirlerinin kardeşleridir. Ama “tarihsel olarak”; ama “nesnel çıkarları bakımından”…
Cephelerde birbirini boğazlayan askerler “kontlar, lordlar, yuppiler ve brokerlar” değil; işçiler, köylüler, işsizler, öğrenciler… Elbette onları cephelere iktidarlar, Genelkurmaylar sürüklüyor. Ama onlar da gittikleri savaşı “vatan görevi” belliyorlar, “En büyük asker!” olarak koşturuyorlar mezbahaya.
Halklar arasında gelişen ayrışma ve düşmanlaşma eğiliminin tersine çevrilebilmesinin sırrı bizim bu gerçeği anlamamız ve kabul etmemizde yatıyor.
Türklerle Kürtler arasındaki ayrışmanın önemli eksenlerinden biri de işçi hareketinde.
Evet yanlış okumuyorsunuz, toplumdaki ırkçılığın kökleri bizzat Türkiye işçi sınıfının içinde!
Şöyle bir bakın, Türk-İş’te (ve hatta DİSK’te) MHP’lilerin yönetiminde bulunduğu kaç genel merkez, kaç şube, kaç temsilcilik var. “Aşağıya” doğru indikçe ırkçılık azalıyor mu, artıyor mu? Irkçılık, yalnızca MHP’li sendikalarla mı sınırlı? “Sosyal Demokrat”, hatta Sosyalist ve Marksist olduğunu ileri süren bazı sendikal yönetimlerin açık veya örtük ırkçı söylemler kullandıklarını da görmüyor muyuz. “Kamu Çalışanları Hareketi” ile adı özdeş olan KESK’in, açıkça bu mücadeleyi baltalamak için kurulan “kontra sendikalar” karşısında azınlığa düşmesinde, örgütlü ve örgütsüz kamu çalışanları içindeki ırkçılığın rolü küçümsenebilir mi?
Türkiye işçi sınıfının Kürt-olmayan kesimleri içinde Kürtlere karşı gelişen olumsuz duyarlılığın temelinde Türkiye’deki işçi sınıfı oluşumunun son 30 yılına damgasını vuran “Büyük Proleterleştirme Süreci”nin ta kendisi bulunuyor.
Bugünkü proleterleştirme sürecinin, “dirençsiz”, “dayanıksız”, “yaralanabilir”, “otorite altına alınabilir” toplum kesimlerine odaklandığı biliniyor. Kürtler, bu özelliklerin birçoğunu birlikte taşımaları nedeniyle, proleterleştirme sürecinin temel bileşenlerinden.
“Kürt Proleterleşmesi”, bir yandan Türkiye’deki bütün yoksul halk sınıflarını konu alan proleterleşme sürecinin genel özelliklerini paylaşırken, diğer yandan da “Kürt sorunu”nun özgün bir yansıması olarak cereyan ediyor. Ulusal baskı siyaseti, Kürtlerin hem mülksüzleştirilmesi, hem emekgücü pazarıyla yüzyüze gelmeleri, hem de istihdam özelliklerinde şekillendirici bir unsur.
Proleterleştirilirken, Türkler de Kürtler de mülksüzleşiyor, ama “mülksüzleşen” Kürdün eline “üç çocuk” değil ortalama “5-6” çocuk ve ölenden gidenden geri kalmış bir o kadar da ek nüfus bakıyor. O yüzden 2000 kilometre yol tepiyor bir işe kapılanmak için; düştüğü kapının dilinden dişinden anlamıyor; bir gitti mi geri dönecek mezarı bile kalmıyor. Bir de Kürt yalnız topraktan ekmek çıkmadığı için düşmüyor “gurbetin yoluna”; yaylaya çıkmak yasak, olan bi gıdım ormanı, merası yanmış, köyü yıkılmış, arkasında ölümlerle bırakıyor bıraktığı yeri.
İşte bu yüzden Kürdün “işçileşme yolu” öteden beri otobandan değil, dağ yolundan geçiyor. Kürt ya “ırgat” oluyor, ya da “amele”.
Irgatlığa giderken çoluk çocuk Diyarbakır’dan, Urfa’dan, Bingöl’den baharın orta yerinde kalkıyorlar, Adana’ya, Mersin’e, Aydın’a, İzmir’e, Balıkesir’e, Bursa’ya, Samsun’dan, Ordu’dan, Rize’den dönüyorlar hazanın orta yerinde.
İnşaata giderken harbe gider gibi gidiyorlar. Kardeş, amca, dayı, yeğen, baba, bazen büyük baba çıkıyorlar yola. Kaçı geri döner bilinmez. Malum, Türkiye’de en çok işçi inşaatta ölüyor.
Irgatlıkta başında “Elçi” var; amelelikte “Çavuş”. Elçi’ye, Çavuş’a haraç vermeden işin kenarına mı yaklaşabilir?
Bu güvencesizliğe, bu sefilliğe, bu vahşi boğazlaşmaya alışkın Kürt işçiyi neoliberal azgınlığın güvencesizlik usulleri havada kapıyor…
Kürt, Çukurova’nın pamuk tarlalarında kurduğu çöp evlerden “daha iyi” buluyor Tahtakale’de, Altıntepe’de 8 çocukla kafasını soktuğu tek göz briket evi. Hem burda küçük oğlanı ilkokula da gönderebiliyor öğlene kadar; öğlenden sonra da mendil satmaya.
Taşeronda da “Allah’a şükrediyor”, Tersanede de…
Sendikalı, sigortalı işçinin gözünde, taşeronda çalışan işçi, büyük patronunun onun yanına verdiği “hizmetli”. İşteyken yükle yükleyebildiğin kadar. Taşeron işçisi Kürt’se çilesini iş bitince de bitirmeyeceksin; İşin dışında da aşağıla ki kafasını kaldıramasın!
İşsiz Türk’ün gözündeyse “dağdan gelip bağdakinin yerini alıyor Allah’ın kıroları; üstelik hepsi de PKK…”
Evet ırkçılık sorunun işçiler içindeki kaynağının bazı çizgileri bunlar.
Önümüz 1 Mayıs. 32 yıl sonra Taksim serbest! Ama DİSK ve KESK Taksim kürsüsüne ancak yanına Türkiye İşçi Sınıfının bütün ırkçı tufeylilerini alarak çıkabilecek! Diyarbakır’da ise 1 Mayıs kutlanmıyor; geçen yıl bölge kutlaması Urfa’da yapılmış, bu yıl Batman’da yapılıyor…
Kürt proleterleşmesini yeni işçi hareketinin gücüne kim dönüştürecek; güvencesiz işçiliğe karşı mücadeleyi bir “barış programı” ile kim taçlandıracak?
Cini şişeye kim tıkacak?