Tekel işçilerinin mücadelesinde bir dönem bitti. Bundan sonrasında Ankara’da bir işçi işgali yaşanmadığı koşullarda konfederasyonların almış olduğu kararların ne kadar etkin biçimde yerine getirileceğini birlikte göreceğiz. Tekel direnişi pek çok yönden hem işçi mücadelesini yürütenlere hem de sermaye sınıfına ve iktidarına önemli dersler bırakarak geride kaldı. Herkes bu süreci kendisi açısından değerlendirecektir. Görünürde Tekel direnişini […]
Tekel işçilerinin mücadelesinde bir dönem bitti. Bundan sonrasında Ankara’da bir işçi işgali yaşanmadığı koşullarda konfederasyonların almış olduğu kararların ne kadar etkin biçimde yerine getirileceğini birlikte göreceğiz.
Tekel direnişi pek çok yönden hem işçi mücadelesini yürütenlere hem de sermaye sınıfına ve iktidarına önemli dersler bırakarak geride kaldı. Herkes bu süreci kendisi açısından değerlendirecektir.
Görünürde Tekel direnişini bitiren karar Danıştay’dan geldi. Yargı henüz 4/C üzerine kesin bir şey söylememiş olsa da işçileri kısa vadede sıkıntıya sokan başvuru tarihindeki sınırlamayı iptal etti. Bu durum tersten şöyle okunabilir: “Madem bütün mesele yargıda bitiyordu da ne diye 3 aydır kendinizi telef ettiniz oralarda?” Bu, egemen sınıfların veya temsilcilerinin de sık sık dillerine doladıkları bir söylemdir: “Haksızlığa uğradıysanız yargıya başvurun, ne diye eylem yapıyorsunuz, burası bir hukuk devleti!”
Oysa hukuk denilen şeyin toplumsal ilişkilerden soyut ve kendi başına kendi hukuk doğrularıyla hareket eden bir işleyişe sahip olmadığını çok iyi biliyoruz. Özellikle bugünlerde yargı bağımsızlığı, tarafsız yargı, bağımlı yargı vs. tartışmalarının gırla gitti bir dönemde bu gerçeğin altını bir kez daha çizmek önemlidir.
Tekel direnişini desteklemek için yapılan genel eylemden sonra Danıştay’a dava açılacağının söylenmesi bende 15-16 Haziran olaylarını çağrıştırmıştı. Bildiğiniz üzere 15-16 Haziran olayları DİSK’i zayıflatmak için getirilen bir yasal düzenlemeyi engellemek amacıyla DİSK’in çağrısıyla başlayan ve kısa sürede on binlerce işçinin Trakya ve İzmit tarafından İstanbul’a aktığı tarihsel bir eylemdi. Hükümet bu ayağa kalkışı engellemek için sıkıyönetim ilan etmiş, DİSK yöneticilerini tutuklamış ve olağanüstü bir baskı siyaseti gütmüştü.
Bu yasal düzenlemeye karşı önce Türkiye İşçi Partisi sonra CHP Anayasa Mahkemesi’ne dava açmış ve Mahkeme başvuruyu haklı bularak söz konusu yasal düzenlemeyi iptal etmişti. Görünüşe bakılırsa onbinlerce işçinin, Türkiye tarihinin en büyük işçi kalkışmasının başaramadığını Anayasa Mahkemesi bir dilekçeyle halletmişti!
Aynı şekilde sendikamız Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası da yaklaşık 5 yıldır sağlık kurumlarındaki taşeron çalışmaya kafayı takmış ve “taşeronu sağlıktan süpüreceğiz” diye üyeleriyle birlikte dişe diş bir mücadele başlatmıştı. En sonunda Çukurova Üniversitesi Hastanesi’ndeki taşeron uygulamasıyla ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne yapılan başvuru sonucu kamu sağlık kurumlarında taşeron sağlık emekçisinin çalıştırılmasının yasalara uygun olmadığı kararı verildi ve taşeronun işletme sicili fesih edilerek işçilerin kaydı asıl işveren olan üniversite rektörlüğüne geçirildi. Bu durum aslında bu alandaki sendikal mücadelenin birincil hedefine ulaşıldığını gösteriyor.
Burada da aslında taşeron sağlık işçileri Dev-Sağlık İş’in önderliğinde oldukça zorlu ve bedeller ödenerek yaşanılan mücadele süreçleri yerine uysal bir vatandaş gibi bölge çalışma müdürlüklerine birer dilekçe verselerdi de yine aynı sonucu alabilirdi diye düşünenler olabilir.
Yukarıda saydığım üç örnekte de çok açık ki hukuk ezilenlerin mücadelesinin önünde boyun eğmiştir. Üç örnek de hak arama mücadelesinin ister sokakta ister mahkeme kapısında tek tek değil sınıf kardeşleriyle birlikte yapıldığında ancak başarıya ulaşabileceğini en iyi şekilde göstermiştir. Eğer Tekel direnişi yaşandığı gibi herkesi şaşırtan bir kararlılıkla gerçekleşmesiydi, eğer 15-16 Haziran olayları ezilenlerin tarihine altın harflerle yazılacak kadar görkemli olmasaydı, eğer taşeron sağlık emekçileri ellerinde dilekçelerle yetkili mercie gidip sonra sırtüstü yatmak yerine mücadelelerini yurdun dört bir yanında taşeron köleliğine göz yuman herkese “illallah” dedirten bir sabır ve kararlılıkla sürdürüp “bizden kurtuluş yok” mesajını bu kadar netlikle vermeseydi söz konusu hukuk kararlarının hiçbiri işçi sınıfının lehine çıkmayacaktı.
Öyle anlaşılıyor ki en güvenilir hukuk mücadelesi sokakta yapılandır. Sokakta kazanılamayan hiçbir davanın mahkeme kapısında kazanılamayacağı gerçeği hukuk fakültelerinin birinci sınıfına başlayan öğrencilerin ders kitaplarına girmeyi çoktan hak etmiş olsa gerek.
*Dev Sağlık-İş Genel Sekreteri