O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler. Yaşar Kemal (Akçasazın Ağaları) O yıllarda (1950’ler) çoğu köy ve kasabada olduğu gibi benim ailem de bildiği kadarı ile dinin gereklerini yerine getirmeye çalışan dindar bir aileydi. Anam ve babam dağda taşta, işte güçte, karda kışta 5 vakit namazlarını aksatmazlardı. Uzun yaz günlerinde kara toprağın bağrından […]
O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler. Yaşar Kemal (Akçasazın Ağaları)
O yıllarda (1950’ler) çoğu köy ve kasabada olduğu gibi benim ailem de bildiği kadarı ile dinin gereklerini yerine getirmeye çalışan dindar bir aileydi. Anam ve babam dağda taşta, işte güçte, karda kışta 5 vakit namazlarını aksatmazlardı. Uzun yaz günlerinde kara toprağın bağrından fışkıran ekinleri tırpan ve orakla biçip, tarlanın ortasına harman yaparak düven denilen ilkel tarım araçlarıyla samanı tanelerden ayırırken bile oruçlarına ara vermezlerdi. Yıl 365 gün yaptıkları çalışmak ve ibadet etmekti. 6 kardeş biz de pek farklı sayılmazdık; 6 yaşındaki kardeşim 2 yaşındaki kardeşime bakar, 12 yaşındaki abim birisi buzağılı inek, ikisi çift öküzü olan sığırların bakımından sorumluydu. Ben kah kardeşlerimin, kah abimin yardımına koşardım. Ayrıca evdeki tavuk ve kurbanlıklardan sorumluydum; Büyük kardeşlerim anam ve babamın yardımcılarıydı. Kimse kimseye şunu yap, bunu yap, diye pek buyruk vermezdi. Herkes sabah erkenden kalkar, işinin başına geçerdi.
Tanrı düşüncesi bir atmosfer gibi her yanımızı sarmıştı; ne yapsak, etsek görürdü tanrı, düşüncelerimizi okurdu. O nedenle onun istemediği bir şey yapmak olası değildi. Bilirdik ki işleyeceğimiz bir günahın hesabını öbür dünyaya gittiğimizde soracak. Minarede elini kulağına koyarak yanık sesiyle ezan okuyan imamdan gözümüzü ayırmaz, ne iş yaparsak yapalım hemen yere oturur, onu huşu içinde dinlerdik. Ezan sesi rahatsız etmeye, gösterişe değil; çağrıya ve huzur vermeye yönelikti. İmam şimdiki gibi devlet memuru değil, geçimliğini vatandaşın ödediği kişilerdi.
Ben namaz surelerini ne zaman ve kimden öğrendiğimi hiç hatırlamadım. Aklım erdiğinde sureleri biliyordum. Belki çok erken yaşlarda öğrenmemden olacak, ilk gençlikten sonra bu sureleri pek kullanmadığım halde bu yaşta hala hepsi aklımdadır. Her kardeş kendi küçüğüne öğretirdi bunları. Din şimdiki gibi devletin maaşlı memurlarından ya da resmi okullarından değil, anadan babadan ve daha yaşlı kişilerden öğrenilirdi. Yani din orijinaline daha yakındı; dönüşüme uğratılarak devlet politikasına, daha doğrusu kapitalist sistemin emrine koşulmamıştı daha. Aydın din adamı yetiştirecektik. Kimi dindarların İmam-Hatip okullarına niçin karşı çıktığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Toplumda oturmuş davranış biçimleri ve ahlaki yargılar vardı. Bir odaya bir kişi girdiği zaman, gelen kişiden küçük olanların hepsi ayağa kalkar. Gelen oturduktan sonra kalanlar yaşına göre sırayla otururlardı. Bunu kimse söylememiştir, böyle yap, diye; ama çocuklar bunu gözleyerek öğrenirler. Her davranış, söz, düşünce ‘sevap veya günah’ olarak belirlenmişti. Yalan söylemek günah, haram yemek, küfretmek, ekmek kırıntısını çiğnemek, başkasının hakkını yemek, adil olmamak, savurganlık günah, düşküne yardım, hayvanlara iyi bakmak sevap, vb Genellikle tarlalara giden yol olmadığından iki tarla arasında sınır olan anlar üzerinden yürürdük. Bırakınız ekili bir tarlaya, boş bir tarlaya basmamıza bile izin vermezdi babam. Basılan yer katılaşacakmış da sürerken hayvanlar zorluk çekecekmiş, dolayısıyla günah işlermişiz. Ayak altında bulduğu bir buğday ya da arpa tanesini bir taşın üstüne veya bir duvarın deliğine koyardı üşenmeden. Orada yok olup gideceğine bir kuşun ya da kurdun kursağına gitsin, diye.
Babamın bir hayvanı dövdüğünü, bir böceği öldürdüğünü hiç görmedim. Çift ya da düven sürerken sopa kullanmazdı. Çok sıkıştığı zamanlarda eliyle hayvanın sırtına ya da kuyruğunun üstüne eliyle vururdu. Onlarla konuşur, “hadi aslanlarım, yürü kızım, acıktın mı kara oğlum” gibi sözler söylerdi. Her hayvanın bir adı vardı zaten. Hayvanlar da onun gelmekte olduğunu yüzlerce metre uzaktan algılar, meleyerek karşılarlardı. Ona göre “dili, ağzı söylemedik..” bu yaratıkları dövmek, aç-susuz bırakmak, fazla çalıştırmak vb. günahların en büyüğüydü. Ovanın ortasında bir ahlat ağacının altında yemek yerken yaklaşan bir akrebi ona zarar vermeden oradan uzaklaştırır, bir ağaçtan inmeye çalışan hamile bir yılanı öldürmeye çalışan çocuklara engel olarak yılanı el değmeyecek bir yere taşırdı. Bundan dolayıdır ki ben de sivrisinek dışında bir hayvanı bilerek ve isteyerek öldürdüğümü hatırlamıyorum. Odamda sürekli tepemde vızıldayan bir sivrisineği öldürürken hep babamı hatırlarım. Onun sivrisinekleri öldürüp öldürmeyeceğini öğrenemedim, zira bizim oralarda o zamanlarda bu hayvana rastlanmazdı. Babama göre bir hayvanı öldürmek Allaha ‘şirk’ koşmaktı.
Ağaçlara bakışı hayvanlardan farksızdı. Bağdaki omçalarımızın ve meyve ağaçlarımızın bakımını yaparken görmenizi isterdim; bakım yapmıyor okşuyordu sanki. Onlarla da konuşurdu, bir sevdalı gibi sevgi sözcükleri kullanırdı. Neden boş yere konuşup okşadığını sorduğumda, “ah oğlum anlamazlar mı hiç..” derdi. “Onlar bize meyve vermese biz nasıl yaşardık?” Bundan mı bilemem, bizim omçalar daha fazla üzüm verirdi komşu bağdakilerden.
Annem okuma yazma bilmezdi, babam askerde öğrenmişti; ama kendilerinden önceki insanlığın tüm kültürünü taşıyor gibiydiler; sağlıktan, insanlık ilişkilerinden tutunuz da çocuk eğitimine kadar nesilden nesile aktarılarak getirilmiş sözlü bir kültürdü bu. Ben öğretmendim, yani çocuk eğitimcisi, üstelik bu konuda ideal ve iddialıydım; gazetelere dergilere yazılar yazar, zamanın milli eğitim bakanlıklarına öneriler gönderirdim. (Teşekkür mektupları gönderirlerdi; ama ezberci eğitimlerine devam ederlerdi.) Büyük oğlum 3 yaşlarındaydı o zaman. Bir yaz tatilinde ailecek geniş bir yer sofrasında yemek yerken bir ara anam beni sofradan kaldırarak öbür odaya götürdü, odanın kapısını kapattı. Müthiş meraklanmıştım ne diyecek, diye. “Biz sizi böyle mi yetiştirdik?” diye çıkıştı. Afallamıştım. Ne oldu anacığım, diye elini tuttum. “Ne olacağı var mı, gözünü diktin çocuğun üstüne, ne yapacağını, nasıl yemek yiyeceğini bilemiyor zavallı. Bırak döksün, dökmeden dökmemeyi nasıl öğrenecek?” Kıpkırmızı kesildiğimi sanıyorum. O gün, bu gündür ailemin çocuk eğitimi konusundaki düzeyine ulaşamadığımı düşünürüm.
Babam için hayvanlardan, bitkilerden daha çok sevilesi varlık çocuklardı. Babamın öldüğü 90 yaşına kadar bana ve kardeşlerime (10 yaşımda iken enseme attığı bir şaplak dışında) bir fiske vurduğunu, yüksek sesle konuştuğunu duymadım. Çocukluğumda tepkiciydim, olmadık şeylere kızar, işler nedeniyle zaman zaman babama sinirlendiğim olurdu. Böyle durumlarda “Ulan sen kime kafa tutuyorsun!” ya da “Sen kendini ne sanıyorsun!” türü bir söz çıkmazdı ağzından. Tam tersine yanıma gelir, elini başıma koyar, sırtıma doğru birkaç kez sıvazlar; gayet yumuşak ve sevecen bir sesle üzülmemi, sakin olmamı söylerdi.
Babam bütün çocukları en az bizim kadar severdi. O zamanlar şeker çok kıttı. Kış aylarında siyah kalın paltosunun ceplerinde daima halkalı şeker ya da leblebi şeker bulunurdu. O nedenle ben ne zaman şeker bulamayacağını sandığım çocuklarla karşılaşsam yanımda şeker ya da çikolata bulundurmadığıma hayıflanır, babamı hatırlarım. Çocukları hiçbir zaman yüzünden öpmezdi. Çocukların minicik ellerini kalın parmaklı, nasırlı iri ellerinin içine alır, okşar sonra kutsal bir eli öpercesine dudaklarını değdirirdi.
O günlerin din algısını ve toplumsal dayanışmayı o günleri görmeyenlere ve yaşamayanlara anlatmak çok zor. Örneğin evi yanan bir kişinin evini tüm köylü ya da k
asabalı imece usulü ile çalışarak yapardı desem? Ya da sakatlandığı için tarlalarını sürüp ekemeyen birisinin tarlalarını komşuları sürüp ekerdi desem? Bugüne göre onca fakirliğin içinde (zira üreticinin ürettiklerine şimdilerde olduğu gibi devlet sermaye lehine el koyuyordu) hiç aç ve açıkta kimsenin bulunmadığını söylesem mevcut sistemin bağrında doğup büyümüş insanlar bunu kavrayabilirler mi bilemiyorum?
Şimdi dindar geçinen kimi insanlara bakıyorum da sormadan edemiyorum: Acaba din denilen şey mevcut toplumsal ilişkiler (üretim ilişkileri ve bölüşüm) üzerine örtülen bir şal mıdır? Babam zamanındaki din o zamandaki toplumsal ilişkileri kutsuyordu, şu zamandaki din de başka toplumsal ilişkileri gizlemiyor mu? Din adına insanları öldürmek, doğadaki diğer canlılara yaşam hakkı vermemek, insanları haksızlığa uğratıp karşı çıktıklarında zulmetmek, yerlerinden-yurtlarından kovmak, kuvvetliye yağ çekmek, zayıfı aşağılamak. Uzatabilirsiniz. Mevcut dinler bunları ya kutsuyor, ya onaylıyor ya da sesini çıkarmıyor. Örneğin Irak, Afganistan ve dünyanın pek çok yerinde on milyonlarca insana zulmeden George W. Bush bir dindardır. En dindar İsrailli yöneticiler aynı zamanda Filistinlilere en çok zulmedenlerdir. Tekel Fabrikalarını uluslar arası tekellere satarak tütün üreticisini ve tekel işçisini aç ve açıkta bırakan, onları sokak ortasında döven gene ülkemizin en dindar yöneticileridir.
Sivas’ta insanları otelde yakanlar ‘Allah Allah’ diye bağırıp, tekbir getiriyorlardı. Hrant Dink ve birçok gayri Müslim din adına katledildi. Daha geçenlerde devletin seyrettiği, Romanların Selendi’den kovulması sırasında insanlar ‘ya Allah, bismillah, Allah-ü Ekber’ diye bağırdılar. Örnekler saymakla bitecek gibi değil.
Soruyu tersinden soralım; babam dindardıysa bunlar neci?
12.02.2010