Ortalık yine toz duman. Belgeler, olaylar, açıklamalar, yorumlar, suçlamalar… An be an izleyenler için bile yorucu, zor bir takip. Fethullahağa mıydı, İsmail Gülen mi? Balyoz muydu, çekiç mi? Birbirinden ayrı gibi duran iki farklı alandaki (yargıda ve darbe planında) gelişmeleri kısaca özetleyelim. Erzincan başsavcısı, İsmailağa cemaatine örgüt davası açtı. Erzurum özel yetkili savcısı ise “bu […]
Ortalık yine toz duman. Belgeler, olaylar, açıklamalar, yorumlar, suçlamalar… An be an izleyenler için bile yorucu, zor bir takip. Fethullahağa mıydı, İsmail Gülen mi? Balyoz muydu, çekiç mi? Birbirinden ayrı gibi duran iki farklı alandaki (yargıda ve darbe planında) gelişmeleri kısaca özetleyelim.
Erzincan başsavcısı, İsmailağa cemaatine örgüt davası açtı. Erzurum özel yetkili savcısı ise “bu cemaat (örgüt) silahlıdır, o yüzden de benim yetki alanıma giriyor” diyerek açılmış davayı Erzurum’a aldı. İlk iş olarak da bu davadan tutuklanmış olanları salıverdi. Bununla da yetinmeyip Erzincan savcısını, hakkında Ergenekon örgütüne üye olmaktan dava açıp tutuklattı. Bu icraatlar üzerine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu devreye girerek (Adalet Bakanı Müsteşarını nasıl kandırıp da kattıkları belli olmayan bir toplantı sonucunda) Erzurum özel yetkili savcısının yetkilerini elinden aldı. Bu noktadan sonra gelişmeler icra aşamasından tartışma aşamasına sıçradı. Başta Adalet Bakanı ve yargının yüksek irtifasındakiler dâhil olmak üzere bilumum siyasetçi, hukukçu, yazar, çizer sahaya girdi. Ve sonunda “taraflı uzlaştırıcı” Abdullah Gül bile rol icabı sahne aldı. Ve süreç, odağında “yargı reformu” olan bir anayasa değişikliği paketinin hazırlanıp Meclis’e sunulması ve Meclis’te gerekli olan 2/3 yani 367 oyun nasıl alınacağı, alınamaması durumunda ise referanduma gidecek süreçte vatandaşlara oylattırılacak paketin içinde nelerin olacağı tartışmalarına evrildi.
Tüm bu karmaşık (gibi görünen) sürecin içinde merkezi öneme sahip kurum HSYK ve bu kurumun varlığı değil ama bileşimi. Yargı erkinin nasıl ve kimler tarafından kullanılacağı konusunda belirleyici olan bu kurum gerek AKP’ye gerekse emperyalist yeni dönem politikalarına uyum sağlayamadı. AKP, yargı alanına müdahaleyi ve değişimi (şimdilik) iki biçimde yapabilmekte; ilki, büyük olasılıkla çoğu Fethullah ilişkilerinden yetişmiş “yeni dönem mezunlar” olan genç yargı kadroları aracılığıyla (ki dikkat edilirse Büyükanıt’a dava açan Şemdinli savcısından Erzurum ve Ergenekon savcılarına kadar neredeyse bu dönemin yargı aktörleri yıllanmış yargı kadroları içinden çıkmış değiller). İkinci biçim ise cumhurbaşkanlığı aracılığıyla Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimine yapılan müdahale. Bu müdahale sayesindedir ki AKP kapatılmaktan kıl payı kurtuldu. HSYK’ya doğrudan müdahale için AKP’nin elindeki tek araç ise Adalet Bakanı ve müsteşarını HSYK toplantılarına göndermemek ve dolayısıyla kurumun karar almasını engellemek. Hatırlanacağı gibi bu yöntemle uzun bir süre hâkim ve savcı atamalarını çıkmaza sokmuş ve neredeyse hâkim ve savcıların çocuklarının hangi okula gideceği belirsiz olduğundan okulların açılma tarihinin ertelenmesi gündeme gelmişti.
HSYK’nın şu anki halinden tekelci sermayenin de hoşnut olduğu söylenemez. Yargıtay ve Danıştay’ın (ki üyeleri HSYK tarafından atanıyor) özelleştirmelerden zamlara, nükleer santralden GDO yönetmeliğine birçok “kritik” dönüşümü engellemesi yeni dönem liberal politikaları baltalıyor. Erdoğan’ın “Ciğerlerimize kadar kan ağlatıyorlar kan” demesi her iki yön için geçerli.
Ayrıca bu gelişmelere AKP’ye yeni bir kapatma davasının açılacağı söylentilerini de eklemek gerek. Bu konuda da Erdoğan, “Siyasetçinin yargılanmasına da parlamento müsaade etsin. Bir siyasi partinin kapatılıp kapatılmaması için müsaadeyi parlamento versin” diyerek sıkıntısını gösterdi.
Tüm bunların gösterdiği şudur ki Erzincan-Erzurum hattında yaşananlar sadece bahanedir. Bunlar olmasa başka iki ilin savcısı ya da başka bir dava konusu bu ateşi büyütecekti. Asıl sorun; yargı erkinin kullanım biçiminin değişme zorunluluğudur. AKP’nin ideolojik ve örgütsel ihtiyacı bu konuda tekelci sermayenin ihtiyaçları ile tam olarak örtüşmektedir.
Ayrıca kapitalizmin yeni dönem tercihleri; yargı, yasama ve yürütme erklerinin birbirinden bu kadar bağımsız şekilde işlemesinden yana değildir. Yönetişim modelleriyle yasama erkini Meclis iradesinden çıkarmaya çalışan yeni anlayış, aynı zamanda yürütme erkinin diğer erkler üzerinde baskın ve belirleyici olmasından yanadır. HSYK’nın ya da Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin bir kısmının meclis tarafından yani hükümet tarafından seçilmesi isteği bunun kanıtıdır. Bir başka işareti de yine Erdoğan veriyor: “Kurumlar arası çatışma yoktur, bunun adı normalleşmedir.”
Erzurum-Erzincan hattında yaşanan bu karmaşada bir başka ilginç nokta, 3. Ordu’nun ve bölge MİT’inin olaya müdahil edilmesi. Ergenekon kapsamında açılan yeni davanın 1 numaralı sanığı, hakkında dava açılan görevdeki (muvazzaf) en yüksek rütbeli subay olarak, 3. Ordu komutanı Orgeneral Saldıray Berk oldu. Kafkasya sınırını “bekleyen” ordu, komutanının hedef tahtasına konduğunu gördü. Emekli orgeneraller (Fırtına, Örnek ve Saygun) için aracı olan İlker Başbuğ’un Berk için aynı şeyi yapmadığı ortada. Berk’in bu şekilde ayrı tutulmasından anlaşıldığı kadarıyla devrede üçüncü bir aktör daha mevcut; ABD. Durumu tersten okursak; bölgeye ilgisinin çok fazla olduğu bilinen Amerika’nın kendisiyle uyumlu çalışacak üst düzey bir askeri kişiliği ne olursa olsun “çizdirmeyeceği” kesin olsa gerekti.
***
Yargıda ortalık toza dumana karışmışken bir başka kargaşa zaten uzun zamandır gündemde olan askerlerin alanında çıktı. Üstelik bu seferki şimdiye kadar olanların içinde en güçlüleri, en apoletlileri kapsadı.
Söz konusu olan; 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın direktifleriyle 5-7 Mart 2003 tarihlerinde 29’u general 121 subayla gerçekleşen “Balyoz Güvenlik Harekât Planı” adlı seminer. Balyoz Darbe Planı: ‘hazırlık’, ‘harekât ortamının şekillendirilmesi’, ‘icra’ ve ‘yeniden yapılanma’ diye 4 aşamadan oluşuyor. Darbe planını destekleyen Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj başlıklı eylem planları, mevcut 12 Eylül 1980 askeri müdahalesini model alıyor.
Soruşturma kapsamında aralarında Çetin Doğan’ın da olduğu tutuklanan subay sayısı (şimdilik) 38 oldu. Eski kuvvet komutanları Fırtına, Örnek ve Saygun (şimdilik) yırttı. Kolay olmadı tabii. Genelkurmay’da bütün üst düzey komutanlar uzun toplantılar yaptı, “istifa edecekler” söylentileri çıkarıldı, Cemil Çiçek ayağa çağrıldı, Gül ve Erdoğan ile üçlü görüşme yapıldı. Bunlar yetmedi, İlker Başbuğ “Türk Silahlı Kuvvetleri 2010 Kış Tatbikatı”na katılacağı gerekçesiyle başbakanla yapacağı görüşmeyi öne aldı (Oysaki bir süre önce bu tatbikata Başbuğ’un, Erdoğan’ın ve Gül’ün katılmayacağı açıklanmıştı. Katılmayacakları tatbikatın komutanı ise o zamandan belli idi; Saldıray Berk).
Bu seferki operasyon ise AKP açısından “biraz” sancılı geçti. Kuvvet komutanlarını içeri tıktıramadı. Fırsattan istifade edenler borsayı %6,5 düşürdü. TÜSİAD bile panik yapıp Çankaya yollarına düştü. Ama her şeye rağmen her iki taraf bu aşamayı da “az hasarlı” atlatmayı başardı. Bu operasyonun artçı karşılığı tam olarak 30 Ağustos’taki YAŞ kararlarında görülecek.
Yine bunların gösterdiği şudur ki “balyoz” da bir bahanedir. Balyoz olmasa çekiç, İstanbul’daki seminer olmasa İskenderun’daki olacaktı. Anlaşıldığı üzere AKP, tüm bu “askeri operasyonlarda” ABD ile çıkar örtüşmesine sahip. Yeni dönemin yeni ordusunu yaratmak ABD’nin yardımıyla gerçekleşecek. AKP de hem kendisi için müzmin bir tehlikeyi bertaraf edecek hem de ne kadar işlevsel bir partner olduğunu kanıtlayacak. Bir ilginç not da buraya; Fethullahçılar tarafından hazırlan
an ve büyük önem verilen “Yeni Türkiye: Bölge ve ABD İçin Ne Anlama Geliyor?” konulu panel ABD Kongresi’nde 25 Şubat günü yapıldı.
Tüm bu süreç aslında Türkiye’de ilk kez yaşanmıyor. Benzerini Turgut Özal döneminde yaşadık. Üstelik bazı gelişmeler daha sert yaşandı. Bu süreçte bir tehdit olarak ileri sürülen “istifa” o dönem kullanılmıştı. 1990’da Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Körfez savaşında Türkiye’nin konumuyla ilgili, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile ters düşüp istifa etmişti. Yürütmenin gücünün artması Özal’ın “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” lafıyla özdeşti. Erdoğan’ın kendisini Özal’la özdeşleştirme çabaları boşuna değildir. Misyon aynıdır: yeni dönem liberal politikalara mutlak bir uyum ve dönemin cüretkâr tetikçisi olmak. Bu benzerlikteki farkları da belirtmek gerek. Erdoğan’ın Özal’a göre çok daha “çapsız” olduğu ortada ancak Özal’da olmayan örgütsel kadrolar ve “bindirilmiş kıtalar” Erdoğan tarafında mevcut.
Bu toz duman içerisinde bir taraf seçilebilir mi? Bu sorunun yanıtı için olayların günlük karmaşasından biraz çıkıp kendi mihenk taşımıza başvurmamız gerek. Sosyalizme giden yolda bunlardan hangisi ya da hangileri veya hangi çizgi katkıda bulanabilir, yararlanılabilir? Yanıt belli, HİÇBİRİ.
Oysa sosyalizme giden yolun kimlerle ve hangi çizgide ilerleyeceği çok açık. Tekel işçilerinin yaklaşık 80 gün boyunca sürdürdüğü mücadele bunu bir kez daha “herkese” kanıtlar nitelikte.
Danıştay, “4-C’ye geçiş için konan süre sınırlamasının” yürütmesini durdurdu. Ve çadırlar kaldırıldı. Bu durumu mücadele bitti ya da mücadeleye ara verildi biçiminde değerlendirmek doğru olmaz. Mücadelenin önemli bir aşaması başarıyla geçilmiştir. Ve buradaki başarı asıl olarak Danıştay’ın aldığı karar değildir. Başarı sürdürülen mücadelenin kendisidir. Ve de sürdürülecek olanın…
Tekel işçileri mücadeleyi yaymak ve 1 Nisan’da Ankara’da tekrar buluşmak üzere ayrıldı. Bu günden belli olan bir başka tarih ise Türk-İş’in belirleyiciliğindeki ekibin 26 Mayıs’a aldığı eylem kararıdır (Türk-İş’in bu sürecin destekçisi değil köstekçisi olduğunu belirtmeye gerek var mı?) ve elbette arada 1 Mayıs. Bu yılki 1 Mayıs’a “güvencesizliğe karşı mücadele”nin damgasını vuracağı aşikâr.
Ancak unutulmamalıdır ki “insanca yaşam” talebinin birlikte anılmadığı bir “güvencesizliğe karşı mücadele” damgası eksiktir. Enflasyonun yeniden çift haneli rakamlara (yüzde 10’un üstüne) çıktığı, zam yapmak için fırsat kollanan, eğitim, sağlık, barınma, beslenme, ulaşım haklarının gasp edilmesi için sürekli atakta olunan bir ortamda sadece güvenceli iş talebi yetersizdir, sınırlayıcıdır.
Mart ayının yoğun ve birbirinden farklı görünen gündemlerinin zorluğuna rağmen bu bahar başarıyla (mücadeleyle) geçecek.
Bitmedi o kavga sürüyor ve sürecek…