İki yıl önce başlayan ve her geçen gün yeni bir hamlesini yaşadığımız siyasi sürecin küreselleşmeci-liberal destekçileri olaylara hemen hemen şöyle bakıyorlar: “Küreselleşen dünyamızda artık askeri darbelere, gladiolara, oligarşilere yer yok. Sivilleşme, demokratikleşme ve hukukun egemenliği bugünün dünyasının olmazsa olmazları. Ülkeler, devletler, eğer kendileri bu yolda ilerlemezlerse, dünya sisteminin etkili merkezleri, ABD ve AB tarafından kaçınılmaz […]
İki yıl önce başlayan ve her geçen gün yeni bir hamlesini yaşadığımız siyasi sürecin küreselleşmeci-liberal destekçileri olaylara hemen hemen şöyle bakıyorlar:
“Küreselleşen dünyamızda artık askeri darbelere, gladiolara, oligarşilere yer yok. Sivilleşme, demokratikleşme ve hukukun egemenliği bugünün dünyasının olmazsa olmazları. Ülkeler, devletler, eğer kendileri bu yolda ilerlemezlerse, dünya sisteminin etkili merkezleri, ABD ve AB tarafından kaçınılmaz olarak ilerlemeye zorlanacaklardır.
Askeri darbelerin ve yönetimlerin, istisna değil kural olduğu Orta ve Güney Amerika ile Asya ülkelerinde sivil yönetimlere geçiş sağlanmış, askeri vesayet ortadan kaldırılmış; politik istikrarsızlıklarda askeri müdahalelerle çözüm yolu neredeyse tümüyle rafa kalkmıştır. Avrupa’da ve çevresinde Gladio tipi örgütlenmeler tasfiye edilmiş ve devletler içindeki kökleri kazınmıştır.
Türkiye’ye de nihayet sıra gelmiştir. Askeri darbelerin hukuki ve toplumsal meşruiyeti ortadan kaldırılmakta; askeri vesayet rejiminin sonunu getirecek bir siyasi ortam hazırlanmaktadır.
Bu süreç, 1980 sonrası Türkiye’sinin yeni jenerasyon siyasi liberalizminin, Turgut Özal’dan sonraki ikinci büyük temsilcisi Tayyip Erdoğan hükümetinin siyasi kararlılığı ve ABD’nin aktif desteği ile yürütülmektedir.”
Yani nihayet “bize de geldiler”! ABD’nin emri AB’nin kavli ile, Askeri vesayet rejiminin sonu geldi; kontr gerilla tarihe karışıyor; hukukun üstünlüğü tesis ediliyor; Allahın izniyle demokrasiye de geçeriz!
Sorgulayanın vay haline! Ne darbeciliğiniz kalıyor, ne milliyetçiliğiniz, ne çağdışılığınız…
ABD’nin rüzgarı arkalarında, devletin sopası ellerinde, cemaat-AB-Açık Toplum fonları ceplerinde, medya borazanı ağızlarında ya, siz istediğiniz kadar “o dedikleriniz öyle yaşanmadı, bu yaşadıklarımız da sizin dediğiniz gibi değil” demeye çalışın gürültüye getiriyorlar.
Ama neyse ki bütün bu şamata halkın hak mücadeleleriyle gelişen iletişim ortamlarında sökmüyor. Demokratik hakları için mücadele eden işçiler, yoksullar, Kürtler gündelik mücadeleleriyle, bütün bu “liberal patırtı”nın arkasında birtakım “uygunsuz gerçek”lerin bulunduğunu birbirlerine hissettiriyorlar, birbirlerinden hissediyorlar.
Bize düşen ise bu “pratik eleştiri”nin bilgisini oluşturmak, güçlendirmek.
O dedikleriniz öyle mi oldu?
Güney Amerika’da 1980’li yılların başından itibaren sivil yönetimlere geçişle (“apertura”) başlayan ve yakın dönemde sol, sosyalist parti ve koalisyonların iktidara gelişleriyle tamamlanan “demokratikleşme” süreçleri ABD’nin ve neoliberal yeni sömürgecilik sisteminin “hediyesi” olarak gelmedi.
Doğrudur, Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Şili’deki sivil yönetime geçiş (“apertura”) süreçlerinde, ABD’nin parmağı vardır. (Arjantin istisnası hariç) ABD’nin yönlendirdiği bu süreçlerin bizdeki 12 Eylül-sonrası durumdan hemen hiçbir farkı yoktur. Askeri diktatörlüklerin doğrudan veya dolaylı denetimi altında hazırlanan “sivil” Anayasalar’ın öngördüğü bir geçiş süreciyle, ağır bir askeri vesayet altında oluşturulan ve demokratik olmayan bu “sivil” yönetimlerin asıl marifetleri, dizginsiz bir neoliberal “yapısal uyum” şampiyonluğu oldu.
Ekonomiler ihracata yönelik olarak “yeniden yapılandırıldılar”, kamusal olan her şey özelleştirildi, son derece yıkıcı yoksullaştırma ve proleterleştirme süreçlerinin önü açıldı. “Sivilleştirilen” siyaset alanında ise iki veya iki buçuk düzen partisine yer bırakan sözde temsili sistemler kuruldu. 1970’li yılların faşist askeri diktatörlüklerine dokunulmazlık kazandırıldı, binlerce, onbinlerce siyasi cinayetin, işkencelerin üzerine sünger çekildi, faşist darbelerin cezaevlerindeki ve sürgündeki kurbanları 10 yıllık, 20 yıllık süreler içinde cezaevlerinden çıkabildiler, sürgünden geri dönebildiler. Neo-liberal sömürgecilik politikalarını uygulamak üzere öne çıkarılan “sivil” yönetimler, faşist diktatörlüklerin “iç güvenlik” aygıtlarını yeni, “sivil” diktatörlüklere” eklemlediler.
“Demokratikleşme” ABD’nin eseri mi?
Güney Amerika “Apertura”ları, ABD’nin ve askeri diktatörlüklerin kontrolü altında olduğu ölçüde “askeri vesayet”i kurumlaştırdı (en göz önündeki örnek Şili ve Brezilya’dır); temsili rejimi açıkça büyük sermayenin manipülasyonuna soktu (tipik örnekleri Brezilya ve Uruguay’dır).
ABD’nin himayesi altındaki “sivil” görünümlü yönetimler, neo-liberal politikalarının iflası ve gelişen halk muhalefeti sonucunda şirazelerinden çıktılar.
Brezilya’da işçi sınıfı hareketi, Arjantin’de süreklilik kazanan halk “huzursuzluğu”, Uruguay’da mali iflasın tetiklediği işçi sınıfı önderliğindeki halk hareketi ve Bolivya’daki köylü ve madenci hareketleri, Amerikancı “apertura”ların hastalıklı yapılarını deşifre etti, köşeye sıkıştırdı. İşçi sınıfı hareketleri ve yerli-köylü hareketleri Güney Amerika’nın tümünde sol için bir yeniden oluşum sürecini tetikledi. Bu gelişmeler, Venezuela’da ortaya çıkan Bolivarcı süreçle birleşince, kıta çapında bir “demokratikleşme dalgası” patlak verdi.
ABD bu demokratikleşme dalgalarını önleyebilmek için “elinden gelen”i ardına hiç koymadı. Ancak Güney Amerika’daki demokratikleşme süreçlerine cepheden barikat kurmayı başaramadı. Chavez’e ve Morales’e karşı, darbe, iç savaş gibi yöntemlerin de içinde olduğu açık savaş politikalarıyla, diğer sol yönetimlere karşı ise kuşatma, yozlaştırma politikalarıyla mücadele eden ABD’nin Güney Amerika’da bir demokratikleşme gücü olmadığı apaçık ortadadır.
Amerikancı Apertura’ların yalıtılabildiği, sol gelişmenin önünün kesilebildiği ülkelerde ve coğrafyalarda oluşan “sivil” rejimlerin evrim biçimleri Güney Amerika’daki “sivilleşme” süreçlerinin demokratikleşme doğrultusundaki gelişmelerinin ABD’ye değil, işçi sınıfı ve halk hareketiyle birleşen sol ve sosyalist hareketlerin eseri olduğunu göstermeye yeterlidir.
Güney Kore, Tayland, Malezya, Filipinler gibi ülkelerde “sivil” yönetimler, zaman zaman, işçi sınıfı ve halk muhalefetlerinin etkisi altında demokratik sekanslar yaşasalar da, sivil rejimler oligarşik ve faşizan bir yönde geliştiler. Bu ülkelerde “darbe”de var, “kontrgerilla” da, “askeri vesayet” de…
Bizde “apertura” yok mu?
Türkiye’nin 12 Eylül sonrasındaki kontrollü “Apertura” süreci de Asya’daki çerçeve içinde yer almaktadır. Bugünlerde “askeri vesayet” olarak tanımlanan “oligarşik-faşist” iktidar organizasyonu, Türk aperturasının “marazı” değil, temelidir. ABD Türkiye’deki yeni sömürgeci egemenliğini, bu kurumsal yapı aracılığıyla sürdürmektedir. 1983’den bugüne Türkiye’nin siyasi hayatına defalarca açık, örtük, “post modern”, “muhtırasal” biçimlerle müdahale eden Askerlerin arkasında hep ABD vardı.
12 Eylül sonrasının “sivil” iktidarlarının hepsi bu Amerikan postalının üzerine oturdular. Kenan Evren, Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan arasındaki “doğal devamlılık” işte bu temel yapının devamlılığını ifade etmektedir. Erdoğan’ın “demokratikleşme” kavramının, ’82 Anayasası’nın 12 Eylül suçlularına ve 12 Eylül yasalarına dokunulmazlık kazandıran Geçici 15. maddesinin semtine uğramaması bu bakımdan karakteristiktir.
Bugün, bu dönemin başarılı “darbeleri” ve “operasyonları”, Özal suikastleri, Refahyol hükümetinin 28 Şubat’la devrilmesi, Ecevit Suikasti, 27 Ni
san muhtırası, çeşitli aydınlara yönelik suikastlerin, bombalamaların değil de “başarısız” (siz “ABD’nin desteğini almayan” olarak okuyun) darbe tasavvurlarının ön plana çıkarılmasının sırrı, “gizli işgal” kavramında yatmaktadır.
Olup bitenler, “askeri vesayet”, “derin devlet” gibi kavramlarla anlatılmaya kalkışılınca, hep gerçeğin bir kısmı açıkta kalıyor. Çünkü Türkiye’de “kerameti kendinden menkul”, devlet iktidarını kendi kendi kafasından elinde tutan bir “silahlı kuvvet” yoktur. “Askeri vesayet”, “derin devlet” gibi kavramlar, sömürge tipi faşizmin eksenindeki zor aygıtlarını gizlemeye yönelik çarpıtmalardır. “Askeri vesayet” adıyla tanımlanan, ordunun (yani “bizim çocukların”) devlet iktidarındaki belirleyici rolü ve “derin devlet” olarak adlandırılan “kontrgerilla” yapılanması, ABD’nin devlete ana nüfuz kanallarıdır. ABD’yi arkasından çektiğiniz anda, bütün bu kurumların “iktidar”larının eridiğini görürsünüz.
Bize gelen ne?
Bugün hergün bir yenisi ortaya çıkan darbeci rezaletleri de bu gerçeğin bir tezahürü. ABD, “Büyük Ortadoğu Alanı”na ilişkin stratejik gereksinimlerine bağlı olarak TSK’yı ve devlet organizasyonunu yeniden biçimlendirme yolundaki en stratejik operasyonlarını gerçekleştiriyor. Mevcut Genelkurmay çekirdeği, bu geçiş sürecinin hedeflediği yeni “yüksek teknolojili ve şirketleşmiş” ordu modelinin sürükleyicisi rolünü benimsediği ölçüde “kalıcı” olabilecek. Ve kimsenin kuşkusu olmasın, ABD’nin “asimetrik savaş doktrini”ne göre yapılanacak olan bu yeni ordunun, devletin tepesindeki “fırtına dinip”, yeni iktidar yapısı şekillendikten sonra, yeni devlet içindeki “nüfuzu”, darbecilik ve kontrgerillacılık performansı, Anayasa ve yasalar ne derse desin en az eskisi kadar güçlü olacaktır (neredeyse “şirketleştirilmiş” denilebilecek Orta Amerika orduları bu bakımdan incelenmeyi haketmektedir).
İçinde bulunduğumuz an bir “geçiş anı”dır. Eski “iktidar bloku”nun çözüldüğü, yeni iktidar blokunun “oluşum halinde” bulunduğu bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla, yeni iktidar blokunun oluşum sürecini “de-mistifiye etmek”, sırrını dökmek bu dönemin sol politikasının temel sorunudur. Örgütlü işçi hareketindeki “otoriter-milliyetçi” yönelimlerin, demokrat-özgürlükçü aydınlar içindeki ve Kürt özgürlük hareketindeki “liberal” yönelimlerin isabetsizliği artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Zararın neresinden dönülse kardır…