Tekel direnişi üzerine çok yazıldı, çizildi. Şu an görünene bakarak yepyeni yorumlar yapmak pek mümkün değil. Öyleyse, yaşananları uzun yılların deneyimine vurarak yorumlayıp daha derin ve geniş bir bakış sunan isimlere başvurmalı. Son 43 yılını sendikacı, araştırmacı, yazar olarak sınıf mücadelesine adayan Şükran Soner de bu isimlerden biri. “İşçinin evreninden” adlı köşesinde, yaşananlara sınıfın penceresinden […]
Tekel direnişi üzerine çok yazıldı, çizildi. Şu an görünene bakarak yepyeni yorumlar yapmak pek mümkün değil. Öyleyse, yaşananları uzun yılların deneyimine vurarak yorumlayıp daha derin ve geniş bir bakış sunan isimlere başvurmalı. Son 43 yılını sendikacı, araştırmacı, yazar olarak sınıf mücadelesine adayan Şükran Soner de bu isimlerden biri.
“İşçinin evreninden” adlı köşesinde, yaşananlara sınıfın penceresinden bakan yazılar yazmayı sürdüren Soner’le Cumhuriyet gazetesindeki odasında bir söyleşi yaptık. Soner, 1963’ten günümüze bütün süreci oldukça duru bir şekilde özetleyerek, soru sormamıza da gerek bırakmadan Tekel direnişine ilişkin gözlem ve analizlerini aktardı. Neydi Tekel işçisini sokağa döken ve direnişini bu kadar önemli kılan şey? Şükran Soner anlatıyor…
Genel olarak hak arama eylemleri, özel olarak Tekel işçilerinin hak arama eylemleri; refleksleri ve biçimleriyle hem örgütlülükler hem de dönemin sosyoekonomik ilişkileri açısından sınıf için bir bağ oluyor.
63’ten 80’e sürekli iyileşme
Türkiye’de 1963 yasalarından, 12 Eylül’e kadar gelen süre çok kısa, 17 yıl. Ama Türkiye’deki o süreç aslında toplumsal bir konsensüs olarak sendikal hakların kabul edildiği, benimsendiği bir süreç. Özel sektör işverenleri tavır olarak “Benim işyerimde olmasın dediler” ama Türkiye’de sendikal haklar konusundaki genel konsensüse onlar da dahildi. Bu konsensüs sürecinde dünya sendikacılığında görülmeyen bir hızla bir örgütlenme yaşandı. Güçlü sendikal eylemlilikler ve etkinlikler, hak arayışlarındaki gelişmeler görüldü. 1963’te toplu sözleşme düzeninin başlamasıyla 1980’e kadar gelen süreçte işçilerin hem örgütlülüğündeki hem reel ücretlerindeki gelişmeler dünya standartlarının çok üstünde. Reel ücretlerin sürekli iyileşmesi söz konusu. Toplu pazarlık düzeniyle işyerinde işçinin kimlik kazanması ve sözleşmelerle hakların giderek gelişmesi olgusu var. Hep iyileşme var, grafikler bunu gösteriyor. Bir tek 12 Mart’ta iki yıllık bir hafif geriye gidiş görüyoruz. Sonra 1980’e doğru gelişte o büyük toplumsal gerilimli ortama, enflasyona rağmen, iyileşmenin sürdüğünü görüyoruz.
Sendikalaşmada altın yıllar
Böylece iki olay yaşanmış oluyor. Biri, Türkiye’de sendikalaşma oranı… 1980’e girerken 3 milyon sigortalının 1,5 milyondan fazlası sendikalı. Bu, dünya rekoru. Bu kadar yüksek sendikalaşma yok hiçbir yerde. Tabii geçek üyelik ilişkisi olarak, gerçekten rakam olarak söylüyorum. Çünkü Avrupa ülkelerinde toplu pazarlık düzeninden yararlanma oranı çok yüksektir ama aktif, aidatlı sendika üyeliği oranı çok yüksek değildir. Amerika’nın o tarihlerde sendikalaşma oranı yüzde 11’lerdeydi falan. Bu kadar yüksektir Türkiye. Ama bu aslında KİT ağırlıklı bir sanayileşmenin varlığının da bir ürünü. Otomatik olarak bütün kamu işletmeleri sendikalı. Bir anlamda liberal iktidarlar da teslim olduğu için sisteme, işe alınmayla sendika üyeliğinin gerçekleşmesinden kaynaklanan bir olgu. Yani öyle çok parlak sendikacılık değil. Ama zaten özel sektörde örgütlenmeye başlanınca, sendika üyeliğine karşı gelen dirence bağlı olarak direnişler yaşanıyor. Türk-İş’ten kopma ve DİSK yaşanıyor. İşyeri işyeri işten atılmalar, sendikalaşmayla bağlı direnişleri getiriyor. Sadece basit grevler yaşanmıyor.
12 Eylül kırılması
Türkiye 12 Eylül’le birlikte küreselleşme adlı saldırıya uğradı. İlişkiler ağı birdenbire kırıldı. Bütün dünyada, bütün demokrasilerde sendikacılık geriledi. Küreselleşmenin saldırısı, aşağı çekilme ve kuralsız ekonomiye doğru gidiş, sosyal dampinge doğru gidiş, Çin ve Hindistan’ın başını çektiği modellere kayış… Bunun sonu yok zaten.
12 Eylül sonrası, sonuçta o yasaklı düzen geldiğinde, kendi adıma hem anayasa hem yasa değişikliklerini anlatırken diyordum ki, “Hakları düzenlemek üzere başlıklar konmuş ama hakların kullanılmaması için öylesine ayrıntılar şeytanca girmiş ki metinlerin içine… Bu anayasa ile Türkiye’de bir daha hiçbir sendika kurulamaz. Bu sistem içerisinde toplu pazarlık yetkisi alamaz. Hiçbir işyerinde işveren istemiyorsa toplu pazarlık düzeni ve sendika geçerli olamaz.”
Ortada bir sistem yok
Aynen oldu. Hiçbir sendika kurulamadı 12 Eylül’den bugüne. Bana sorarsanız, kağıt üstünde yetki alınıyor ya bugün, o yetkiler de sahte. Çünkü o istatistiklerde işkolu barajı yüzde 10’u aşmış olmak ve işyerinde yüzde 50’yi aşmış olmak olgusu şöyle bir gerçeğe oturuyor. 1984’e girerken, toplu pazarlık düzenine verdikleri üyelik listeleri… O ek 6’lar… Ne kadar doğru bir yana, hadi doğru kabul edelim. Ondan sonra işten ayrılan, emekli olan, işyeri değiştirenlerin hepsi üye görünüyor ve noterlikten yeni üyelikler ekleniyor.
İşkolunda çalışan sayısını belirleyen rakamlar, Çalışma Bakanlığı istatistiğinde, yasal düzenleme gereği işveren bildirimlerine göre belirleniyor. Ama öyle bir noktaya geldik ki bugün, istatistiklerde SSK verilerinin temel alınması gündeme geldiğinde hiçbir sendika, o sahte üyeliklere rağmen toplu sözleşme yetkisi alamıyor. Çünkü SSK verilerine göre çalışanlar işveren bildirimlerinin çok üstünde. İşveren, bildirimlerin çoğunu yapmıyor. SSK verisiyle işveren bildirimi arasındaki fark çok büyük.
Yani birisi oturup sahtecilik yapmadı. Kendiliğinden oluştu ama sistemin yok olduğunu göstermemek için siyasi iradenin de, işverenlerin de, sendikaların da göz yumdukları bir tablo bu. Ama SSK verisini koydukları anda, sendikalı çalışanla ilgili o istatistikler de tutmuyor. Ve o istatistiklerde toplam sendikalı sayısı en son 800 binli rakamlardı. Oysa gerçek sendikalı sayısının krizden önce 400 binin altında biz biliyorduk. Bütün sendika kadroları da biliyor. Şu anda çok daha az. Yani ortada bir sistem yok.
Gülme sırası işverende
Şimdi 12 Eylül sonrasına dönelim. 12 Mart’ta deneyim farklıydı, 12 Mart sonrası yine toparlanmıştı sendikacılık hareketi. Hem Ankara’da Türk-İş vardı, hem özel sektörde ayakta duran bir DİSK vardı. Bunun yine olabileceğini zannetti sendika liderleri, fakat Anayasa ve yasalardaki yasakları gördüklerinde; işkolu, baraj, yetki yanyana geldiğinde sistemde yoksunuz. Zaten bu arada işveren örgütlenmeleri çok güçlenmişler. “Artık bizim isteklerimiz” dediler. Artı, işveren sendikaları iktidar üzerinde ağırlıklı oldu. Onların istekleri kamu sözleşmelerine de yansıdı.
Bu operasyon 12 Eylül sürecinden daha ağırdır. Yüksek hakem kurulunun yaptığı operasyon çok masum. Yüksek hakem kurulu, mesela reel ücretlerde büyük düşüşler yapmadı. İşin içinde hakimler falan olduğu için dengeli gitti. Zaten enflasyon da yüksek değildi o süreçte. O zaman büyük bir göçüş yaşanmadı. Asıl sözleşme düzeni içinde geriye gidiş başladı. Özalizme, piyasalar düzenine geçişle birlikte sürekli aşağıya kayış oldu.
Bahar eylemleri
Sendika var. Nerede var? Kamuda. Herkes hala sendikalı. Ama sendikaların sözleşme masasında adı var kendi yok, ağırlığı yok. Reel ücretler aşağıya gidiyor. Öyle bir aşağıya gitti ki, bir baktı kamu işçileri, aşağı yukarı kıdem ortalamaları 10 yılda olanlar, ücretleri asgari ücrete yakın. Şimdi bu kaybedecek bir şeyin kalmadığı nokta. Bahar eylemleri bu. Dünyada örneği yok. Niye yok? Dünyada çünkü toplu pazarlık hakkını kullanan işçi var. Grev hakkıyla alıyor. Ya da anayasal düzende yasaklar yok. Eğer bir sosyal hak gaspı ise bütün işçiler için, genel grev yapabiliyorlar, uyarı grevi yapabiliyorlar. Bizde bunlar
da yok, yasaklı.
Sistem içinde bütün kamu işçilerinin reel ücretlerinin geriye gittiği bir dönem var. Özel sektör zaten hak arayamıyor. Greve çıkıyorlar. Özal ne diyor? İthal ediyorum. Hemen kararnameyi çıkarttırıyor. Seydişehir, SEKA… Aylar süren grevler hep başarısız. Hep aşağı iniyor reel ücretler. Grevle hak alamayacağını görüyor işçi, grev gücü yok. Zaten kamu işçisinin önemli bir çoğunluğu için grev yasağı var. O kadar çok alanda grev yasağı var ki, çoğu grev de yapamayacak. Grev erteleme hakkı var Bakanlar Kurulunun. Özel sektörde küçücük stratejik bir yer olsa hemen erteliyor. Grev hakkı kullanılamıyor fiilen.
Şimdi işçi bunu yaşayarak biliyor. Örgüt de biliyor. Ama işçinin kaybedecek bir şeyi omadığı noktada bir şey yaratıyor bu. Şemsiye, sözleşme masasında olmak. Ücretlerin çok düşük olması karşısında istemler var. Şemsiye, hepsinin örgütlü olması. Ama grev gücü olmadığı için, bir eylem biçimi yaratmış oluyorlar. Yok dünyada örneği. Hastalanıyorlar toplu olarak, viziteye gidiyorlar. Topluca yürüyorlar, falan filan… Batıda örneği yok. Kitleselliğinin de örneği yok, yaşanma biçiminin de, ama koşullarının da örneği yok.
Ben bunu başka bir örnekle vereceğim. Dünyada o tarihlerde de polisle sokakta en iyi dövüşen işçi Güney Kore işçisidir. Neden? Orada da sistem şöyleydi. Hepsi büyük dünya tekellerinin taşeron şirketleri. Çok yüksek sayılarda işçi var. Hepsi kağıt üstünde sendika üyesi oluyorlar işe girerken. Ama toplu pazarlık, grevle hak almak hak götüre… Sistem kitlesel krize girdiği zaman da, Almanya’daki fabrikadan işçi atmıyor, hemen Kore’deki fabrikadan işçi atıyor. Bir anda 10 binler 100 binler işsiz kalıyor. Sendikal örgütün işlevi yok. Sokakta dövüşmeyi öğreniyor. Refleksin o kadar güçlü olmasının nedeni o krizlere bağlı olarak, işletmelerin çok keyfi ve büyük miktarda işçi çıkarıyor olması.
Bizdeki de alışılmamış bir şey. Devlette güvence var, 12 Eylül’de bile. Yüksek Hakem Kurulundan çıkan sözleşmeler bile çok fazla geriye götürmüyor. Hatta, yönetime katılma hükümlerini ayıklıyor ama reel ücretleri kaybettirmiyor.
Ve Zonguldak…
Özalizmle bizden hızlı bir yoksullaşma yaşanıyor. Birkaç yıl sonra bir bakılıyor, asgari ücrete yakın bir ortalama var, aşağı çekilmiş. İşte patlama o. Zonguldak bunun en üst örneği. Uç örneği. Çünkü Zonguldak’ta madeni kapatmak isteyen bir Özal var. Karar vermiş, ucuza kömür ithal edeceğiz diyor. Madendeki çalışan sayısını çok büyük sayılarla düşürmek istiyor. Zonguldak halkını çarpıyor bu. Bütün Zonguldak halkı için açlık demek, işsizlik demek. Orada bir yöre refleksi, başkaldırısı var. Greve de çıkıldı ama grevle birlikte kendiliğinden gelişti o. Ocaklarda grev başlıyor da ne olacak. Hiç kimse köyüne dönmek istemiyor. Maden işçisi zaten köylü. Köyüne döndüğü anda kopacak. Ben oradaydım. Ocak ocak grev başlatılıyor törenle, Türk-İş’e bağlı sendika liderleri de var. Öğleni buldu bizim gelmemiz. Biz Zonguldak’a döndüğümüz öğleden sonra bizden çok işçi vardı sendikanın önünde, içi de dolu olmak üzere. Çünkü greve başlayan evine gitmemiş, kaygıyla ne olacak diye sendikaya gelmiş. Greve çıkmak çözüm değil çünkü. O kaygıyla her gün sendika önüne gelmek kendiliğinden gelişti. Onun da dünyada örneği yok, farklı bir refleks.
Yaz direnişi artık ikisinin kopyası, bileşkesi bir şey. Zonguldak direnişi Özalizm’in getirdiği o aşağı doğru inişin birkaç yılını atlayarak düzeltti. Sadace Zonguldak için değil bütün Türkiye için, bütün çalışanlar için. Sonuç olarak asgari ücreti de etkileyen ve hatta bütün tarım çalışanlarının koşularını da etkileyen bir ivme oldu.
İşçi işçi dediğimiz…
Şimdi oralardan da çok farklı yerlere geldik. Çok daha düşük sendikalı sayısı var. Kamu da özelleştirmelerle bitirilmiş. Hatta ben bile içinde olduğumu zannederken ayırdına varmamışım. Bütün kamuda bizim işçi işçi dediğimiz şu anda 500 binin altına inmiş. Her şeye rağmen o KİT’lerden dolayı işçi sayısı yüksekti. Zaten kamuda çalışanlar ağırlıklı işçidir. Kamu erkini kullananlar memurdur. Bizde o çarpık. Biz de imam da, öğretmen de, doktor da memur. Halbuki onların hep işçi olması gerekir. Şimdi memur olmuş 2 milyonun üstü. İşçi inmiş 500 binin altına.
Özal’ın umacısı
Turgut Özal’ın yarattığı bir umacı vardı: Sözleşmeli çalıştırma. Kamuda çalışıyor ama ne işçi, ne memur. Dünyada örneği yok. Türkiye bu yüzden Uluslararası Çalışma Örgütü’nde (ILO) hesap veriyor.
Dünyada sözleşmeli çalıştırma var ama şöyle var. Beyaz Saray’daki başkan danışmanları, zaten danışman olarak geliyor, başkan düştüğünde de gidiyor. Yani, süreli ve bir uzmanlığa bağlı olarak özel ücretle çalışıyor. Sözleşmeli çalıştırmanın kamudaki mantığı bu. Bu mantığı bizimkiler genele uygulamaya başladılar. ILO da bunu gördü, “olmaz” dedi.
Önce Özal sözleşmeli icat etti. O zaman, manşet haberler yaptık. Yeniydi bu. Yasal güvencelere aykırıydı ve kitlesel kullanılıyordu. Şimdi bakıyoruz kamuda sözleşmelilerin sayısı 400 bine yaklaşmış. İşçilerin sayısı da 500 binin altına düşmüş durumda. İşçiyle sözleşmeli arasında 100 bin kalmış, geçen yılın istatistiklerine göre. Böyle bir umacı var.
Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) kapandığı için işçi sayısı düşmüş. Yeni işçi alınmamış, sözleşmeli alınmış. Ya da memur olarak alınmış. Şimdi komediye bakın ki, imamı da memur olarak alıyor, doktoru da, polisi de. Bunlar dünyada hep işçi. Ama öğretmeni işçi olarak değil, sözleşmeli olarak alıyor. Memur olarak da alıyor ama az alıyor. Memur kadrosu açmıyor. Belediyeler kamuya bağlı. Belediyelerdeki kapanan ve emekli olan memur ve işçi kadrolarını çekiyor geriye “Sözleşmeli çalıştır, 4C’de çalıştır” diyor.
4C kimin icadı?
Bu hükümet de 4C’yi icat etmiş. Onu da ben kendi adıma, Tekel direnişiyle öğrendim. Oysa 2004’ten beri uyguluyormuş. 2004’ten beri uygularken de diyor ki; “Ben geçici işçi çalıştırırım.” Özelleştirdiği işletmelerde açıkta kalan işçileri, özlük haklarını koruyarak ya özelleştirilen şirkete devretmesi ya da kamuda istihdam etmesi lazım. Bunların dışında çalıştırmak için 4C’yi çıkarıyor. İşe sürekli aldım diyor ama sözleşme bir yıllık.
Özel sektör patronu bile sizi bir yıllık sözleşmelerle alıp çalıştırsa 3 yıl-5 yıl, şirket adlarını değiştirse, yer değiştirse, çalışma koşullarını değiştirse; işçi hakkını aradığında yargıda mahkum olur. Yani yasadışı bir uygulama bu. Bir kararnamesi var 2004’teki, bir de bu yıl çıkardığı Bakanlar Kurulu kararı var hükümetin. Şubat ayında Resmi Gazete’de yayınlandı de ve yürürlüğe girdi. Orada da bir başka abuk rakam var. Şimdi 4C’yi 2004’ten beri uyguluyor. Elimde 2 tane istatistik var. 2007’de 4C’de çalıştırdığı işçilerin sayısı 69 bin. 2009’da onu 18 bine düşürmüş. Bu yıl içinse, Tekel’i de hesap ettiğinde toplam 38 bin 200 diyor. Hani bunlar özelleştirilmiş işyerlerinde açıkta kaldıkları için işe alınıp, emekli olana kadar devamlı çalışanlardı? Her yıl keyfe keder belirliyor rakamı. Çünkü bir yıllık sözleşmeler yapıyor. Yani üç yıl içindeki rakamlara bakın 69 bin, 18 bin, 38 bin. İki yılda 69 binden 18 bine düşürdü ama çoğu insan birbirinden habersiz. Türkiye’nin her yerine dağılmış bu insanlar çünkü. Geçmişteki özelleştirmelerden haberi yok. Herkes kendi başına geldi zannediyor.
Kimse ki
mseden haberli değil ki. Her yıl istediği gibi oynar. Verdiği sözün yasal hiçbir güvencesi yok, çünkü Resmi Gazete’de de sözleşmenin 11 aylık olacağını öngörüyor. Şimdi, böyle bir şey olamaz. Geçtim sosyal devleti, anayasal güvencelere aykırı bir şey.
Nereden çıktı bu eylem?
Şimdi burada, bunu duyarak, kulaktan dolma öğrenerek tepki vermiş bir işçi eylemi var. Tekel eylemi bu. Bu eylem bizim alıştığımız eylemlere, hiçbirine benzemiyor. Çünkü önceden onu motive eden bir olay yok. 1980’lerin bahar eylemlerinde, Zonguldak yürüyüşünde onları motive eden bir örgütlülük vardı her şeye rağmen. Bir siyasi algılama da vardı. Ama bu arada o kadar çok kopuş oldu ki. İşçinin kimliği değişti. Mesela DİSK’liler hapisten çıkıp yeniden örgütlenmeye çalıştıklarında ağızlarından düşürmedikleri bir söz vardı: “Tanımıyoruz yeni işçiyi. İletişim kuramıyoruz” diye. Farklı çünkü. Sınıf kimliği gitmiş. İşçide sendikal bilinç yok. Ama kaybedecek bir şeyin kalmadığı noktada ortaya çıkan sınıf refleksi var sadece. O refleksi nasıl göstereceğini de önceden biliyor değil.
Yine dünyada örneği görünmeyen farklı bir eylem biçimi. Bir tek şeyden örnek verebiliyoruz; Hindistan’daki Gandhi’nin pasif direnişine benziyor. Ama bir toplumsal geçmişi var. Ne zaman ki iktidarlar özelleştirmeden işsiz kalanları işe yerleştirmedilerse, onlara iş bulmadılarsa, açıkta kalanlar çaresiz olarak eski sendikaları ve eski örgütlerinin kapısına dayandılar. Türk-İş’in kapısında toplanmanın böyle bir geleneği var. Ama daha düşük sayılarla. Tekel işçileri önce hükümete ses duyurmak üzere parka (Abdi İpekçi) gittiler. Oradan atılınca da daha bilenmiş bir şekilde Türk-İş’in etrafına geldiler.
Belli ki, klasik sendika liderliklerinin bu 4C uygulaması hakkında fikirleri de yoktu. 2004’ten beri yapılmış bir uygulamayı sendikaların bilmemesi olanaksız. Ama fark etmemişler bile 4C’yi. Fark ettiler. Hükümetin öngörmediği Türk-İş liderlikleri de bu olayın içinde motive olup kendilerine göre değişime uğradılar. Bu değişim içinde başka bir noktaya geldiler. Bugün 4C olmaz diyorlar. Ama daha önce belki boyutunun ne olduğunun farkında değildiler. Şimdi farkındalar ve sonuçlarının da farkındalar vahim bir sonucu olabileceğinin. İptal olabileceğini de belki yeni keşfettiler. Uluslararası sendika liderlikleri de görünce bu uygulamayı onlar da bu nasıl uygulama dediler. Ama herkes olayın içinde bir noktaya geliyor. Yani bence Tekel işçisi de başında bir tek şeyi, ona özlük hakları korunarak bir iş verilmesini düşünüyordu. Oradan başladı. Birden bire, sendika liderlikleri baktı “Aaa bu yasadışı bir uygulama”, yani sonradan keşfediliyor onlar. Söylenmese fark etmeyecekler belki de. Şimdi mahkemeye gidiyor iptali için.
Herkes kendi başına geldiğinde, kendi üyeleri işten atıldığında, işsiz kaldığında onlar için uğraşmış. Mesela yol iş kolunda toplu işsiz kalmışlardı özelleştirmelerle, köy işlerinde falan. Bayram Meral o zaman hem Türk-İş başkanıydı, hem Yol-İş’in başkanıydı. Hükümetle otururdu, kavga ederdi, pazarlık yapardı. Bunları işe sokmaya çalışırdı, işçiler de Türk-İş’in kapısında toplanırlardı. Pazarlığa bağlı olarak bizim Güven Park eylemimiz kaldırılmaya kalkılırdı, anlaşmış olurlardı onlar için. Ama hükümetle asıl uyuşmazlık konularımız kalmış olurdu. Böyle şeyler yaşadık. Bir geleneği var dediğim şey bu. Ama bu kadar büyük sayılarla olmadı.
En büyük refleks Doğu’dandı, çok çıplak olarak. Bir sene sonrası için asla güvenemiyor iktidara. O dediğim rakamları gördünüz. O rakamları belki bilmiyor ama yaşayarak biliyor. Bu adamı düşünün, Güneydoğu’da Tekel işçisi. Hiçbir işletme yok. Karadeniz’de, hiçbir fabrika yok. Bütün Karadeniz sahil şeridinde tek fabrika özel sektörün bir fındık fabrikası, çikolata fabrikası. Böyle olunca kaybedilen şey çok büyük. Sadece ücreti yüksek olduğu için değil. Emeklilik güvencesine doğru epey bir yol almış. Ailenin bütün yükünü almış. Aynı zamanda ailenin işsizine de, yaşlısına da o bakıyor. Aile çöküyor. Yani o müthiş aile desteği oradan geliyor.
Eş kader, eş çaresizlik
Hani Bakan dedi ya, “bizim suçumuz merhametti” diye, onun kendi mantığıyla doğruluk payı var. Çünkü Tekel’i son dakikada tamamen işçisiz satmak gibi bir vurgun, çıkar hesabı yapılınca, işçi, sendika bunu engellemesin diye, bunların hepsini işten atmadan sonradan kapatacakları depoların kadrosuna almışlar. Çünkü daha derli toplu bir sendika var, Tek Gıda-İş görece büyük sendikalardan biri. Ama bu şekilde işçileri bir arada tutmuş oldular. Hepsi için bir işverenlik yaratmış oldular. Bence o hani bizi şaşırtan Ege’den, Güneydoğu’dan, Karadeniz’den, kadın, erkek, hepsi eş dağılımlı Türkiye haritası gibi duran o çadırlar bundan dolayı böyle. Çünkü eş bir kaderi paylaştılar. Otomatik olarak olayların akışı onları eş kaderde, eş çaresizlikte buluşturdu.
En güvencelinin güvencesizleşmesi
Şimdi, “Canım bu kadar işsiz var” falan, derken atlanan bir şey var. Dünyada güvence öncelikle en yukarıdakinin güvencesidir. O kırıldığı zaman herkesinki kırılır. Buradaki olay örnekleme olayı. En garantili işi olan işçi, en garantisiz duruma geliyor. Yani kendiliğinden düşük ücrete de razı oldular biliyorsunuz, yeter ki iş güvencesi olsun dediler.
İşte bunların hepsi, bu akışın ürünü. Onun için de özgün, çok farklı bir eylem biçimi; bizi şaşırtan bir dayanma biçimi. Oturuyorlar. Oturma eylem de değil, eylemde öfkeniz bilenir deşarj olursunuz. Hayır oturuyorlar. Hiçbir şey yok. Buradaki direnme, giderek beynin sadece o olaya odaklanması… Onun sonrasını düşünemeyecek noktada olmak. Çaresizliğin direnmesi.
Erdoğan, Özal’dan beter
Ama görüyorsunuz Özal ben bunu kıracağım diyor. Özal diyorum (gülerek düzeltiyor), Erdoğan, Özal’ın çok daha kuralsızı. Aralarındaki fark dünyanın ve Türkiye’nin daha kuralsızlaştığı, daha büyük örgütsüzlük, işsizlik, sosyal kırılma ve dampinge gittiği bir süreçte daha acımasız bir noktaya gelinmiş olması. Onun için Erdoğan, Özal’dan daha atak daha vahşi. Dünyada emek hakları bakımından çok daha vahşi bir süreç yaşanıyor. Bu vahşi süreçte konumunu korumaya çalışan insanların refleksi de böyle oluyor.
Mesela 15-16 Haziran direnişinde, sokaklara çıkanların üçte ikisi Türk-İş’e bağlı işçilerdi. Çünkü onlar çoğunluktaydılar ama haklarındaki tırmanışı DİSK’e bağlı küçük sendikalar yapıyordu. Onlar grev yapıyordu, bedel ödüyordu, öbürleri de alıyordu. Hükümler vardı sözleşmelerde aynen uygulanır diye. Şimdi onlar “DİSK kapatılıyor”a tepki vermedi. DİSK kapatılınca haklardaki iyileşme bitiyor. Onu hissettiler. Baktığınız zaman, hep o ortak paydaları görüyorsunuz.
Tabii büyük bir şeyin kalmadığı noktada, örgütlülüğün bir işe yaraması, bir refleksi birleştirmesini görüyoruz şimdi. Yani örgütlülük derken, bu bilinçli, örgütlü direnişler anlamına gelmiyor. Örgüt ortak sorunlar paydasına bir çatı oluşturuyor. Zaten ilginçtir, uzun zamandır bir araya gelmeyen konfederasyonlar ve hiç kaynaşmamış olan kamu sendikalarıyla, işçi sendikaları, iktidarla ya da siyasal İslamla da özdeşleşmiş konfederasyonları saymazsanız hepsi buradalar. Çünkü hepsi için bir ortak payda var. Sürekli geriye gidiyor her şey. Yok oluş süreci yani. Öyle bir nokta, öyle bir direniş.
Bu dayanışma Zonguldak’ta yoktu
Her şeyi yok sayan, padişah gibi konuşan, “ben” diye çıkan ve işte oy çoğunluğunu arkasına alıp “ne hukuk tanırım ne kural tanırım” diyen bir yönetime karşı mağdurların bir ittifak refleksi diyelim. Çok da güçlü bir refleks olduğunu düşünmüyorum. Ama evet, büyük bir dayanışma oluyor. Mesela Zonguldak direnişine Türkiye’den gelen dayanışma buna göre daha zayıftı. Çünkü sol benimsemedi Zonguldak’ı, kendine ait olmayan başka bir şey olarak gördü. Bir yörenin insanın, sendikasının, işçisinin başkaldırısı, o sol örgütlülüklerin kafasına uymadı. Yoktular. Bugün o anlamda daha büyük bir dayanışma var. Ama destekleyen örgütlülüklere baktığınız zaman hepsi küçük küçük. Eritilmiş bir süreçteyiz. Göreceli bir araya gelebilenlerin o duygularını paylaşmaya çalışmaları söz konusu. Ama kitlesel dayanışma olsa zaten başka bir yerde olur eylem ve Erdoğan da bu kadar meydan okuyamaz.
Doğrusu benim hiç öngörmediğim biçimde doğaya aykırı dayandı işçi. Hani ben kendi adıma, siyasal kimliğime rağmen falan, o kadar saat o kadar kötü koşullarda dayanamam. Fiziğim kaldırmaz bunu, o beyin konsantrasyonunu yaşayamam. Şimdi o benden çok, kendine yaşam geleceği göremeyen insanın hastalık boyutunda çaresizliğinden gelen bir dayanma. Başka bir şey değil. O dayanma insanları utandırdı.
Eylemin birinci ayında, haftasonu cumartesi, caddenin öbür tarafında haftasonuna çıkmış bir sürü işçi memur bu tarafa geçmemeye ya da onları görmemeye çalışıyor. Tekel işçilerinin de o naylonları bile yoktu üzerlerinde. Ateş yakma olanakları da yok, hiçbir şeyleri yoktu. Fakat o dayanmadan utanmak, saygı duymak diye bir nokta var. Bu kamuoyu değişti, renkler değişti… Şimdi Tekel’de bir algılama oluştu biçiminden ötürü ve üslubundan ötürü. Yani gerçekten çok zalime karşı çok mağdur ama dayanan birileri var. Galiba o dayanışmayı yapanlar, utanıyor bu direniş karşısında. “Ben de gitmeliyim artık. Gideyim ziyaret edeyim, mitinge katılayım” diyor. Çok bilinçli bir seçim değil bu. İkisi arasında kendisine daha yakın gördüğünün yanında olma. Bu nereye götürecek, henüz netleşmiş değil. Ama farklı bir şey, farklı bir algılama. Burada daha fazla bir özdeşleşme var. Çünkü kendi de bir biçimde eziliyor bir yerlerde. En azından işte, ben çoğunluk iktidarıyım, diye onu da horluyor. Hakaret ediyor. Ben istediğimi yaparım, diyor. Yargının kararını tanımam diyor. Ben padişahım diyor yani her şeyiyle. Dış politikayı ben bilirim, her şeyi ben bilirim, ben yaparım. Bu üsluptan bir gocunma var. Bir incinme var. Bir incinmenin ittifakı bu. Bu incinme ittifakı nereye götürecek, bilemiyorum.
Ağacı söken, bir fare de olabilir
Sosyolojik olarak hiçbir olayda, şurada şu noktaya varır deme şansımız olduğunu düşünmüyorum. Sosyal olaylarda dengeleri çok incecik, ayrıntı gibi görünen şeylerin değiştirdiğine inanıyorum. Kişisel inancım olarak değil, bilimsel olarak da bu böyle. Çocukluğum Tito Yugoslavya’sında geçti. Yugoslavya’nın birliğini anlatan okul kitaplarında bir fotoğraf karesi vardı bizim. Belleğimize kazınmış çocuklukta. Dede ağacı çıkaramaz, çocukları gelir, güçleri yetmez. Bütün aile gelir güçleri yetmez. Sonra fare katılır kuyruğa ağırlık dengesi değişmiştir, farenin gücüyle ağaç sökülür yerinden. Bu, sosyal olayların alfabesidir. Dengelerin çakışması meselesidir.
25 Şubat 2010/Sendika.org