Bu coğrafya etnik mozaikler topluluğu olduğu gibi tarihte en büyük uygarlıkların merkezi olmuş. Dünyanın farklı coğrafyalarından insan topluluklarının gelip yerleştiği Anadolu ve Mezopotamya bölgesinin tarihin en zengin kültürel mirasına sahip olduğu biliniyor. Bu coğrafyanın vazgeçilmez toplulukları olarak bilinen Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Çerkezler, Araplar, Pomaklar, Asuriler, Süryaniler, Keldaniler, Aleviler… daha ismini sayamayacağımız onlarca etnik, dinsel […]
Bu coğrafya etnik mozaikler topluluğu olduğu gibi tarihte en büyük uygarlıkların merkezi olmuş. Dünyanın farklı coğrafyalarından insan topluluklarının gelip yerleştiği Anadolu ve Mezopotamya bölgesinin tarihin en zengin kültürel mirasına sahip olduğu biliniyor.
Bu coğrafyanın vazgeçilmez toplulukları olarak bilinen Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Çerkezler, Araplar, Pomaklar, Asuriler, Süryaniler, Keldaniler, Aleviler… daha ismini sayamayacağımız onlarca etnik, dinsel ve kültürel grup ya asimile edildiler, ya topraklarından sürüldüler ya da fiziki olarak tasfiye sürecine tabi tutuldular. Geride kalanlar ise ötekileştirildiler, yani toplumsal yapının dışına itildiler. 1923’ten sonra Anadolu’nun bütünlüklü olarak Türkleştirilmesi projesinden sonra, bu coğrafyada yaşayan farklı etnik ve kültürel özelliklere sahip halkların tasfiye edilmesi politikası bir strateji olarak benimsendi ve uygulanmaya konuldu.
Bunun en tipik örneğini de ‘Romanlar’ yaşamaktadırlar. Kemalist rejimin en önemli kadrolarından biri olan Şükrü Kaya’nın, ‘bu topraklarda yaşayıp Türk olmayanların ilk vazifesi, Türklerin kölesi olmaktır’ sözü Çingenelere birebir uygulanmış bir politikadır. Manisa’nın Selendi ilçesindeki Romanlara yönelik uygulama, devletin yıllardır uyguladığı asimilasyoncu ve inkarcı politikanın somut bir örneğidir. Yıllardır bu topraklarda yaşayanlar zorla topraklarından sürülmektedir. Selendi’de devletin bu resmi politikası vali, kaymakam, belediye başkanı tarafından fiilen uygulandı.
Romanlar tarihin en eski halklarından biri olarak tanımlanır. Hatta Romanların sosyolojik tarihi incelendiğinde, özellikle insanlığın yerleşik hayata geçerken, göçebe Romanların bu süreçte önemli bir etki yarattıkları ve özellikle ilkel üretim araçlarının kullanımını sağlamada ciddi bir aracılık görevi gördükleri belirtilmektedir. Toplumların gelişmesinde zanaatçılığın önemli bir etki gücü bulunuyordu. Mesleki özellikleri nedeniyle zanaatçılığın aktif unsurları olan Romanlar, üretici güçlerin gelişmesinde etkili olmuşlardır.
“Çingenelik (To be a gypsy ) sadece Roman olmak demek değildir. Bu ismi (Çingene, Tsigani ya da Gypsy ) ortaya atanlar, bizleri adlandırmak için kullandıkları adla Gacolar olmuştur. Gaco (sözcüğü burada en geniş anlamıyla kullanıyorum) belli bazı özelliklere sahip olduğunu düşündüğü gruplara bu adı verir. Nedir bu özellikler bir düşünelim.
Toprağında tarımla uğraşan bir çiftçi. Kendi mutfak malzemelerini kalaylayan ya da kendisine metal eşya satan göçebe insanları tanır. Bu insanlar yılın belli zamanlarında köyünün yakınlarına gelip çadır kurar.
Hayvan sürüleri besleyen, hayvanlarına yeni otlak alanları bulmak için dolaşan bir çoban göçebe (Pastoral Nomad). Kendisi ile birlikte göç eden ama kendi kamp alanının biraz uzağında çadır kuran; metal eşya, kap kacak üreten; at yetiştiren, düğününde müzik aletleri çalan göçebeyi tanır.
Hem çiftçi hem de çoban göçebe; bu insanlara bir ad takar. İsim bir yerde Çingene olur başka bir yerde Gypsy, başka bir yerde Nawar… Bu adı takarken onun konuştuğu dili, geldiği coğrafyayı bilmez. Bildiği kendisine zanaat ürünleri veya çeşitli hizmetler sunduğu ve bunun karşılığında gıda maddesi ya da para aldığıdır.” Toplumun yerleşik hayata geçmiş olan gruplarıyla göçebe yaşayanlar arasında bir bakıma ‘zorunlu’ bir sosyal ilişki doğmuştur. Özellikle yerleşik hayata geçmiş olanları, bazı zorunlu yaşam araçlarını göçebelerden karşılamak zorunda kalırken, göçebe burada göçebe bir tüccar rolünü oynamaktadır. Çingene orijinli Ali Mezarcıoğlu, Çingeneleri şöyle tanımlamaktadır: “Dünyanın neresinde olursa olsun ataları sürü sahibi göçebelere ve köylere sepet, elek, metal malzeme gibi zanaat ürünleri satarak geçinmiş insan toplulukları bu şekilde adlandırılabilir. Çingene Ortadoğu ve Avrupa coğrafyasındaki ismi bu toplumların. Dünyanın farklı bölgelerinde başka isimlendirmeler kullanılıyor. Biz kendi durduğumuz yerden bu meseleyi böyle ele alıyoruz. Göçebe zanaatçı topluluklar çok eski çağlardan beri dünya üzerinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Kimi antropologlar ilk metal eşyaların kullanılmaya başlandığı zamandan beri sadece bir zanaat ürününün satışı ile hayatını sürdüren toplulukların varlığını bize bildiriyorlar. Bir sebepten dolayı, tarihin bir döneminde insanlık arasında ciddi bir işbölümü yaşanmış olmalı. Bir tarafta tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlayan büyük topluluklar ve diğer tarafta göçebe zanaatçılığı meslek edinmiş insanlar, Çingeneler.” (www.cingeneyiz.org)
Bu durum sosyal bilimlerde “Commercial Nomads” ya da “Peripatetics”; yani “göçebe zanaatçı” olarak tanımlanır. Göçebe zanaatçılar kendi başlarına etnik bir grup olarak tanımlanamazlar. Tarihsel olarak incelendiğinde İskoçların, Almanların, Turanilerin çiftçileri, çoban göçebeleri olduğu gibi göçebe zanaatçıları da vardır. Göçebe zanaatçılık bir yaşam tarzı, sosyoekonomik bir kategoridir. Çingene, Gypsy, Nawar gibi kavramlar özellikle göçebe zanaatçılar için yani bir bakıma Roman denilen topluluklar için kullanılmış. Mezarcıoğlu şöyle diyor: “Aynı şekilde Romlar dışındaki diğer göçebe zanaatçı grupların da bir tarihi vardır. İrlandalı kalaycıların, Rudarilerin, Abdalların ve diğerlerinin. Bizim söylediğimiz hepsinin ayrı birer hikâyesi olmasına karşılık tüm bu grupların göçebe zanaatçılık ortak paydası altında birleştiğidir. Bu birleşmenin popüler ifadesi, göçebe zanaatçı olmayanların bizleri; aramızdaki ayrımları bir kenara bırakarak Gypsy, Nawar ya da Çingene-Çingan diye çağırmasıdır.” Ekonomik işbölümüne dayanan toplumsal ilişkiler yeniden şekillendirilirken, “sürü sahibi, hayvancılıkla geçinen toplumlar sürülerini korumak ve yeni sürüler kazanmak için diğer toplumlarla savaşmak durumunda kalmışlardır. Savaşanlar savaşı durdurmanın veya geçici bir süre ertelemenin yolu olarak diplomasi ve politika sanatını geliştirmişlerdir.” Üretim ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak, toplumu oluşturanlar arasında otorite, iktidar ve güç ilişkilerinin dışında kalan Çingenelerin günlük yaşamını göçebe şekilde sürdürürken aynı zamanda itaatsizliğin en tipik sosyal yapısını oluşturdukları ortaya çıkıyor.
Tarihsel olarak devlet ve iktidar ilişkisinin dışında kalarak yaşamlarını sürdüren Romanlara yönelik saldırılar bütün sınıflı toplumların iktidarlarının önemli politikalarından biri haline gelmiştir. Devletli toplumlarda çıkar ilişkileri için egemen sınıfların yürüttükleri yıkım savaşlarının hep dışında kalmış, kendi iç dünyalarında iktidarsız bir biçimde kendilerini örgütleyerek yaşayan Çingeneler veya Romanlar bir başka güç tarafından yönetilmeye karşı oluşları nedeniyle sürekli saldırılara hedef olmuşlardır.
Tarihte sürekli baskılarla karşı karşıya kalan, dünyanın birçok yerinde jenoside uğrayan Çingenelere yönelik tasfiye politikası Hitler faşizminin en önemli stratejilerinden biri olmuştur. İlginçtir, Hitler faşizminin Yahudilere yönelik gerçekleştirdiği jenosid, dünyanın yer yerinde konuşulurken, Çingenelere karşı uygulananlardan çok az söz edilir. “Hitler’in ruhu geri döndü. Dedikodu değil, görenler var. O melun ruhu görenler bedelini çok ağır ödüyor bugünlerde. Her yerden çok acı haberler geliyor. Tarihin lanetlediği karanlık, yeniden kadim Avrupa’nın semalarında dolaşıyor. Çingeneler hiç unutmadı onu… Yıllarca kimse acılarımızı ciddiye alıp anmak istemese de; bu habis ruh milyonlarca kardeşimizi fırınlar
da yaktı. Bu büyük acı onun suratını kazıdı hafızalarımıza. Her bir çizgisinde kardeşlerimizin kanının süzüldüğü o melun suratı asla unutmayacağız.”
Örneğin, Avrupa genelinde özellikle faşist örgütler tarafından Çingenelere karşı uygulanan ırkçı ve şoven politikalar pratik olarak gündemdedir. Örneğin, İtalya’da “Silahlı Etnik Temizlik Hareketi” olarak bilinen ırkçı-şovenist örgütün hedefinde Çingeneler bulunuyor. Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da bir Çingene ırkçı dazlaklar tarafından dövülerek hastanelik edildi. Polis raporlarına göre aynı hafta içinde 5 ırkçı terör saldırısı daha gerçekleşti. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da 3 Çingene, 30 ırkçının saldırısına uğradı ve bir Çingene yaşamını kaybetti. Bulgaristan’da ırkçılığıyla tanınan bir parti Çingenelere karşı silahlı timler kurduklarını açıkladı.
Romanlara yönelik saldırılar, dışlanmışlık politikası, Avrupa ülkelerinde de çok kapsamlı olarak yaşanmaktadır. Özellikle Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde yaşayan Romanlar üzerindeki baskı çok ciddi boyutlardadır. Örneğin Macaristan’da Çingene çocuklar genellikle çoğunluk okullarına alınmıyor. Annesi Macar, Babası Roman olan Livia Jaroka Macaristan’da Avrupa parlamentosunda milletvekili olarak seçilmiş. Avrupa Parlamentosunda Çingeneler üzerine çalışmalar yapıyor. AB kapsamındaki Romanların-Çingenelerin durumu üzerine şu tespiti yapıyor:”Bütün Avrupa’da sorun Çingene olduğunu söylemekte. Bunu deklare etmek cesaret istiyor. İşsizlik çok yoğun, çalışanlar en kötü işleri yapıyor, onları asla anaokulu öğretmeni, satış elemanı olarak göremezsiniz. Avrupa’da 12 milyon nüfusumuzla en büyük azınlığız. Romanya, Bulgaristan ve Türkiye de AB’ye girdiğinde bu rakam 15 milyon olacak. Bulgaristan, Romanya ve Slovakya en problemli ülkeler. Ama en kötü ülke hangisi, söylemek zor. Çünkü, mesela Yunanistan’a gittiğimde şoke oldum. Oradaki yerleşimler Macaristan’dan bile kötüydü. Bulgaristan’da bile Yunanistan’dan daha kötü sadece tek bir yer vardı. Ben Çingenelerin yaşadığı bütün Avrupa ülkelerine gidiyorum. Hepsinde işsizlik ve çok kötü yaşam koşulları var. Hatta zorunlu kısırlaştırma bile var.” Ayrıca şu değerlendirmeyi yapıyor: “Macaristan’da Çingene çocukların en az yarısı ya Çingene okullarına, ya da zeka özürlü çocukların okullarına gönderiliyor.”
Peki Anadolu’da yaşayan Çingeneler nasıl değerlendirilmektedir. Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan Romanların nereden geldiklerine ve kaç grup olduklarına dair birçok araştırma yapılmış. “Domlar. Bu grubun Hindistan’dan 9. yüzyılda Ortadoğu’ya göç ettikleri sanılıyor. Domari denilen bir dilleri var. Kıptiler’in de bu gruba ait olduğu düşünülüyor. Güneydoğuda küçük topluluklar olarak yaşıyorlar. Bazı etnograflara göre 50 bin kişiler.”
Ahmet Tükelman’ın yapmış olduğu araştırmaya göre, “Lomlar (Poşa veya Boşa) Hindistan’dan Ermenistan’a göç ettiler, 1060’da Selçuklular tarafından dağıtıldılar. Dilleri Lomavren’de Ermenice kökenli kelimeler var. Bugün Ortodoks Ermeni oldukları söyleniyor. Ağrı ve Van civarında yaşıyorlar. Ani’de Yezidi Lomlar olduğu da söyleniyor.
Romlar, yaklaşık 1000’de Hindistan’dan Anadolu ve Avrupa’ya göç ettiler. Sulukule’deki Romanlar 1050’lerden beri İstanbul’da yaşıyor. Güneydoğu Avrupa’da da konuşulan Romancanın değişik bir versiyonunu kullanıyor. Bu dil Trakya’da, İstanbul Üsküdar’da ve Van’ın Paşalar bölgesinde de konuşuluyor. Türkiye Romancası dünyada 12 milyon kişinin kullandığı Çingene dilinin ilkel bir biçimi.” Dikkat edilirse, Romanların Anadolu’yu ve Mezepotamya’yı kendilerine yurt edinmelerinin Türklerden çok önce olduğu anlaşılıyor. Hem dünyada hem de Türkiye’de belki de ötekileştirilmiş tek topluluk olarak gösterebileceğimiz ‘Romanlar’ her zaman toplumsal ilişkilerin dışında tutulmuşlardır.
Ali Mezarcıoğlu, şöyle diyor: “Türkiye Çingeneleri Türkiyelidir. Trakya, Karadeniz, İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Doğu Anadolu… Türkiye’nin her bölgesinde tarih boyunca Çingeneler tarafından üretilmiş kültürel değerler; bu bölgelerde yaşayan çeşitli vatandaşların kültürleriyle kaynaşarak muhteşem bir zenginlik oluşturmuşlardır. Sanat mı? Trakya Çingene kültürü nasıl ki klarnetin ince sazın en hasını temsil ediyorsa, Anadolu Çingene Kültürü de davul-zurna ile bağlama ile bozlak ile özdeşleşmiştir. Trakya Çingene kültüründe Balkan coğrafyasının etkilerini görürsünüz, Anadolu Çingene kültüründe Ortadoğu ve Orta Asya’nın. Ekonomi mi? Anadolu Çingeneleri dünyanın her yerindeki Çingeneler gibi köken itibariyle göçebe zanaatçıdır. Unutulmuş, medeniyetin kıyısındaki Anadolu köyüne sepeti, eleği, metal eşyayı Çingene götürür. Köylünün dişini çeker, evladının sünnetini yapar. Günü gelir hekim olur. Düğününde müziği o yapar. Teknik girmeden evvel bu dünyaya; bizim atalarımız kırsal dünyanın olmazsa olmazı olmuşlardır. Tekniğin geleneksel zanaatı öldürdüğü çağımızda da kah tarım işçisidir Çingene kah kimsenin yapmak istemediği en zor işleri yapar.”
Türkiye genelinde yaklaşık olarak 2,5 milyon Roman yaşıyor. Kendilerine göre bir yaşam tarzı, kültürü ve geleneği olan Romanlar, klasik toplumsal ilişkilerin dışında bir yaşam sürdürürler. Özellikle Trakya, Ege ve İstanbul’da çok yoğun olarak yaşarlar. Dünya genelinde ‘vatansız’ olarak tanınırlar. 1974 yılına kadar Türkiye’de kimliksiz yaşarlardı. Ecevit tarafından TC kimliğine alınan Romanların bir kısmı, toplumsal ilişkilerde yer edinebilmek için kendilerini ‘Türk ve Müslüman’ olarak tanımlamaya başladılar. Sosyo-psikolojik bir baskı olarak kendisini ortaya koyan bu durum, onların tarihsel gerçekliğinde hiçbir değişiklik yaratmıyor. Klasik bazı söylemleri zaman zaman kullansalar da, kültürleriyle, yaşam tarzlarıyla kendi farklılıklarını çok belirgin olarak ortaya koyarlar. Bu durum onların tarihsel geleneğinden gelen, bu topraklardaki bir zenginliktir.
Üniversite yıllarımda, Edirne ve Tekirdağ bölgesinde çok yakından tanıma olanağına sahip olduğum Romanlar, en zor koşullarda bile özgürce yaşamasını bilen bir topluluk.
Onları, yıllardır dışlanmışlıklarını boş vererek, belki de Yahudilerden sonra, içinde bulundukları zorunluluklardan dolayı ‘gönüllü’ gettolarda yaşayan bir topluluk olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Genellikle kendi içlerinde yaşamaya alışmış Romanların dünyasında kin, nefret bulunmaz. Kendi aralarındaki büyük kavgaları birkaç saat sonra unutur, birlikte yemek yemesini, gülmesini, eğlenmesini bilirler. Kendilerine has doğal bir ilişki tarzları vardır. Sosyal yaşamlarında aile içinde dâhil olmak üzere geleneksel bürokratik bir yapı yoktur. Yönetme ve yönetilmeye alışık değiller, günlük yaşamı istediği gibi yaşama alışkanlıklar var. Bugün değişmekle birlikte, bazı bölgelerde az da olsa uygulanan kendi iç sosyal ilişkilerini düzenlemede şu devlet yönetimlerinden bin kez demokratik olduklarını belirtmek gerek. Örneğin, ‘Çeri başı’ diye isimlendirilen ‘topluluk ilişkilerinden sorumlu biri’ bütün üyelerin oylarıyla özgürce seçilir. İsteyen aday olabilir. Topluluk üyelerinin çoğunluğu kimi tercih ederse o kişi seçilir ve bir sonraki seçime kadar, topluluk ilişkilerini idare etmekle görevlidir.
Romanlar toplumsal gruplar olarak dağılmaları ve özellikle küçük bölgelerde dışlanmış olmalarından dolayı İzmir ve İstanbul gibi metropollere yerleşmeye başladılar. Diğer gruplar gibi Romanların da, toplumsal yaşamları, geleneksel kültürleri önemli oranda değişime uğradı ve kapitalist pazarın bir pa
rçası haline getirildi. Kendilerine özgü ve yüz yıllardır sürdürdükleri kültürleri, kapitalist ilişkiler tarafından hızla yozlaştırıldı.
Romanların özellikle toplumsal ilişkilere uyum konusunda bir kısım sorunlar yaşadıkları gerçeği biliniyor. Ancak bunun kaynağı olarak doğrudan Romanları göstermek ve suçlamak kesinlikle yanlış ve tehlikelidir. Binlerce yıldır dışlanmış, ötekileştirilmiş ve toplumsal yaşamın hiçbir yerine dâhil edilmemiş bir topluluğun, birkaç yılda değişmesini beklemek hem sosyolojik hem de politik bakımdan anlamsızdır. Ayrıca toplumsal çeşitliliğin bir zenginliği olan Romanlar kendi kültürlerini ve geleneklerini sürdürme hakkına da sahiptirler.
Türkiye’de yıllardır Kürtlere yönelik çok kapsamlı olarak uygulamaya konulan linç ve ötekileştirme kampanyası, bugün Romanları içine alarak gelişiyor. Yarın kime yöneleceği belli olmayan bu tehlikeli oyunları organize eden sistem güçlerinin kendileridir.
Ancak, toplumsal ilişkilerin çok hızlı geliştiği, küresel medyatik aygıtlarla bilgi akışının çok hızlı olduğu bir dünyada, siyasal ve sosyal gelişmeleri gizleme şansına sahip olunmayacağı gerçeği ortadadır. Manisa’nın Selendi ilçesinde uygulanan ırkçı ve faşist içerikli tasfiye planına ilk tepki İzmir’deki Romanlardan geldi; ‘Hükümet sabrımızı taşırma Romanları sokağa dökme’ söyleminde somutlaştı. Tıpkı Kürtlerin, ‘TC sabrımızı taşırma, Bizi dağa çıkarma” tepkisi gibi…
Romanlar bu toprakların tarihsel ve kültürel bir zenginliğindir. Her topluluk gibi özgürce yaşama hakkına sahiptir. Dün Kürtlere, bugün Romanlara sahip çıkmayanlar, yarın sıranın kendilerine geleceğini asla unutmamalıdırlar. O zaman etraflarında kimseyi bulamayacaklardır. Tarihte hep böyle olmuştur. Tek çıkış yolu var. Bu da bu coğrafyada yaşayan bütün halkların ortak mücadelesinin örgütlenmesidir.
gokyuzu9@aol.com