Sendikaları, sendika oldukları için değil, düzen örgütü hâline geldikleri için reddediyorum. Düzen örgütü olmakla, düzen-içi olmak arasındaki farkı göz önünde tutarak belirtiyorum bunu. Düzen-içi olmak, bünyesine içerdiği düzen karşıtlığının sınırlarında, düzenin yasal koşullamalarına uyarlı bir taahhüt altına girmekle sınırlıdır; hatta toplumsal meşruiyete ve sınıfsal rasyonaliteye dayanmak kaydıyla, bu sınırları genişletmek düzen-içi örgütlerin varoluşsal amaçları arasındadır. […]
Sendikaları, sendika oldukları için değil, düzen örgütü hâline geldikleri için reddediyorum. Düzen örgütü olmakla, düzen-içi olmak arasındaki farkı göz önünde tutarak belirtiyorum bunu. Düzen-içi olmak, bünyesine içerdiği düzen karşıtlığının sınırlarında, düzenin yasal koşullamalarına uyarlı bir taahhüt altına girmekle sınırlıdır; hatta toplumsal meşruiyete ve sınıfsal rasyonaliteye dayanmak kaydıyla, bu sınırları genişletmek düzen-içi örgütlerin varoluşsal amaçları arasındadır. O nedenle mücadeleci ve muhalif kimlik, sendikal yapıların temel karakteri olmak durumundadır. Sendikaların doğuş mantığı, bir taraftan mensubu olduğu emekçi kütleleri “çıkar birliği” ekseninden hareketle örgütleyerek ekonomik, demokratik, sosyal haklar edinmeleri sürecinde, doğal kudretiyle “kendisi için sınıf “olma bilincinin gelişmesine katkıda bulunmak iken, öbür taraftan düzenin sömürgeci gücünü dizginleyerek daha adil ve hakkaniyetli bir yolda ilerlemesini zorlamaktı.
Sendikalar, uzun süre bu görevi başarıyla yerine getirdiler. İlk büyük duraksama, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kıta Avrupa’sı sendikal hareketinde görüldü. Uluslararası sınıf dayanışmasının, emek kardeşliğinin yerini, sömürge halkların/ülkelerin zenginliklerine askeri yöntemlerle el koymaya girişen metropol sermayeyi desteklemek aldı. Böylece kendi ülkelerine transfer edilecek zenginlikten pay alabileceğini umarak, emperyalist bir savaşa ortak oldular. Burjuvazi, bu zenginliği, kısmen, sendikal aristokrasi başta olmak üzere ya da yepyeni bir sendika aristokrasisi yaratmak maksadıyla kullandığı kadar, işbirlikçiliği ve uzlaşmacılığı sistemleştirecek biçimde, belli kırıntılarla tüm emekçi katmanlara da yararlandırdı.
Bırakalım dünya sendikal hareketindeki çürümenin, bozulmanın nedenlerini… Ama ülkemizdeki sendikal kültürün oluşmasına da aynı kadrolar öncülük etmiştir. Türk-İş’in kuruluş aşamasındaki dış yardım ve ilişkiler, bir de, paralel sendikal anlayış ve yapıların meydana getirilmesine dönüktür. Günümüzde de Avrupa Fonlarının, bir tatlısu sendikacılığını yaşatabilmek için devrede olduğunu, herhalde kimse yadsıyamaz.
Klasik sol söylemde kabul gören ekonomik, siyasal, ideolojik mücadele tasnifinin ve sendikaları bir ekonomik mücadele aracı olarak öngören tutumun kökten sorgulanması gerekmektedir. Elbette bilimsel çalışmalarda genellemeler, şemalaştırmalar, çoğu kere, metodolojik olarak kaçınılmazdır; bunun ilke düzeyine çıkartılması ya da mutlaklaştırılması ise, bilim dışılığa ilişkindir. İndirgemeci, kaba, mekanik yaklaşımlardan sınıf hareketi yakayı kurtarmak zorundadır; çok yönlü, eşitsiz gerilimli bütünselliği kavramak, başka türlü imkânsızdır.
Şimdi başa dönerek devam etmeliyiz. Sendikaları düzen örgütü konumuna sürükleyen belli başlı üç neden vardır. Birincisi, sendikal yönetici kuşak reformist- muhafazakâr- konformist bir ideolojinin tutsağı olmuştur. İkincisi, teknoloji ve üretim süreçlerindeki gelişmelerin de etkisiyle sınıf, kendisini fiziken eriten, parçalayan, bölen iktisadi-sosyal bir cendereye sokulmuş; etnik-dini-bölgesel ayrımcılıklarla bezeli şoven bir tuzağa düşürülmüştür. Üçüncüsü, yaşayan işçi devleti deneyimlerinin tarihin sahnesinden büyük bir hüsranla çekilmesiyle birlikte, emek özlü ütopyaların üzerine büyük bir karabulut çökmüştür.
Yazının mesajı bakımından sadece birinci şık üzerinde duracağım. Bu şık tam da “düzen örgütü” tezimi açıklamaya uygun. Düzen örgütü, düzenin ilişki biçimlerini, değer yargılarını, gerçekliğini yeniden yeniden üretmek demektir. Düzenin sivil silahsız kuvveti işlevini üstlenmektir. Düzene biat, düzenle bütünleşmek, bir düzen kurumu olmak, şeklen de vahim bir noktaya gelmiştir. Sendikacılar, ancak sahibinin sesi medya vaizleri veya tekel ceo’ları ile kıyaslanabilecek kişisel zenginliklere ve imtiyazlara sahiptirler. Parasızlıktan grev fonuna, dayanışma fonuna, eğitim fonuna yeteri kaynak aktaramamaktan sık sık yakınmalarına karşın, zırhlı makam araçlarına binmekten, beş yıldızlı otellerde konaklamaktan, lüks villalarda yaşamaktan hicap duymazlar. Acaba sıradanlıklarını ve hiçliklerini, oburluklarını ve hırslarını, buyurgan iktidar düşkünlüğü ile, abartılı tüketimcilik ve şatafat budalalığı ile dengeliyor olabilirler mi? Sözgelimi, ne Mustafa Özbek, ne T. Metal-İş tek değildir. Milyonlarca insanın, hem de eğitimli yığınla gencin asgari ücretten dahi iş bulamadığı koşullarda, neredeyse ömür boyu profesyonel yöneticiliği garantilemiş bu sendikacıların 30-50 bin TL maaşlarla sınıfımıza önderlik(!) yapmaları, sendikaların adeta birer holding hâlini almaları neyin göstergesidir?
Cumhuriyet’in ilk evrelerinde benimsediği karma ekonomik modelin rasyonalitesine bağlı olarak devletin eteklerinde doğan ve dolayısıyla anatomik özellikleri nedeniyle sınıf ve mücadele bilinci zayıf, ancak 60’lı yıllarda iç pazarın genişlemesine koşut olarak bir kanadı merkezkaç yönelimler içine giren Türkiye sendikacılığı, özelikle ’80 sonrasında uygulanan ihracat ağırlıklı kalkınma modelinin de bir gereği olarak, ithal ikameci dönemden sürdürdüğü “yüksek ücret” iddiasından uzaklaşmak zorunda kaldı. Zaten, artık Disk tarzı örgütlenmeyle Türk-İş’e alternatif olmak mümkün değildir; Disk, pek çok bakımdan Türk-İş’in tersinden kopyası gibidir; tarihi içinde Türk-İş’i aşma denemeleri olmuş, ancak niteliksel anlamda kopuşu tam gerçekleştirememiştir; şimdi onun küçük bir örneği konumuna gelmiştir. Bunda “havuç ve sopa” politikasının rolü büyüktür. Elbette Eylül zoruyla sendikalara biçilen oligarşik, edilgen, dar elbisenin boğucu sonuçları bugün tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır, ama faturayı salt 12 Eylül faşizmine kesmek “bizim” açımızdan bir çare değildir; bilakis, suç ortaklığının üstünü örtemeye yarayan bir paravanın arkasına sığınmaktır. 12 Eylül, sendikacıları terbiye ederken, onların içinden birini, en büyük işçi konfederasyonunun genel sekreterini çalışma bakanı yaptı. Türkiye’yi üretimden koparan, yabancılaştırma-özelleştirme kazanına atan, parasal oyunların kumarhanesine çeviren ekonomik sistem değişikliği ile Eylülist rejim, aslında bir sendikal misyonun altındaki toprağı da çekiyordu. Geleneksel sendikacılığın miyadını dolduran bu ekonomi-politik tercih karşısında, “uzlaşma ve diyalog” marifetiyle, “partiler üstü ve sosyal taraf” ideologluğuyla kastlarını korumayı ve sınıfla bağlarını kesme pahasına devlet dairesi içinde organize olmak suretiyle, yapay da olsa ömürlerini bir süre daha uzatabilmeyi başarabildiler; halen bu sendikacı kuşak büyük ölçüde yoluna devem ediyor.
Peki; işsizin çalışandan çok olduğu, çalışanın kayıtlısından çok kayıtsızının bulunduğu, kayıtlıların kahir çoğunluğunun sendikasız olduğu, öteden beri kendisi için sınıf olmayı değil sınıf atlamayı esas hedefi gördüğü emekçilerin ülkesinde; üstelik sendikaların bir avuç yöneticinin geçim ve sefahat kapısı yapıldığı ve sayıları giderek azalan direngen işçiyi kıymada düzenin aygıtı türünden hüküm sürdüğü bir ülkede ne yapılmalıdır? Üstten sendikal bürokrasinin, alttan küresel saldırıların kıskacında kan kaybetmiş, tabansız, kabuk bir aksesuara dönüşmüş, ya da sermayenin sınıfın içindeki gizli eline benzeyen bu sendikaları ne yapmalıyız?
Bir anlamda her şeye sıfırdan başlanmalı; uzun soluklu ve çileli bir yolculuk göze alınmalıdır. Kazanım diye varsaydıklarımızın aldatıcı rehavetinden kurtulmak için, kazanımlarımız