Daha on gün öncesine kadar Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü yolunda iyimser bir hava yaşanıyor, umut rüzgaları esiyordu. Türk devleti inkar ve imha siyasetinden vazgeçeceği, karanlık geçmişiyle yüzleşeceği, toplumsal farklılıklarını zenginlik olarak kabul edeceği, çeteci eğilimlerini tasfiye edeceği, gerçek manada hukuk devletine yöneleceği sinyallerini veriyordu. Çeyrek asırdır devam eden savaşın sona erdirilmesine dair yaygın […]
Daha on gün öncesine kadar Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü yolunda iyimser bir hava yaşanıyor, umut rüzgaları esiyordu. Türk devleti inkar ve imha siyasetinden vazgeçeceği, karanlık geçmişiyle yüzleşeceği, toplumsal farklılıklarını zenginlik olarak kabul edeceği, çeteci eğilimlerini tasfiye edeceği, gerçek manada hukuk devletine yöneleceği sinyallerini veriyordu.
Çeyrek asırdır devam eden savaşın sona erdirilmesine dair yaygın bir kanaatin oluştuğu Türkiye, bir yıldır herkesin özgürce ve kardeşçe yaşayacağı geleceğe doğru yelken açmaya çalışıyordu.
Bu ülke yaz boyunca PKK lideri Öcalan’ın ‘yol haritasını’ tartıştı. Tartışmalarla birlikte PKK ve Öcalan gerçeği de Kürdistan’dan Türkiye’ye taşındı. Geçmişte yaşanan olaylara ilişkin yapılan resmi ve gayri resmi itiraflar sayesinde PKK’nin Kürt sorununun nedeni değil, sonucu olduğu kamuoyu tarafından anlaşıldı. İyimserlik buradan kaynaklandı.
Ne de olsa sorun bütün boyutlarıyla özgürce tartışılıyor, devlet yarım ağızla da olsa suçunu itiraf ediyor, Kürt gerçeğinden sonra PKK ve Öcalan gerçeği de Türkiye’ye yerleşiyordu.
İyimserlik elbette herkesten çok Kürtleri etkiliyordu. Kirli savaşın acısını herkesten çok etinde ve kemiğinde hisseden Kürtlerin beklentiler giderek yükseliyordu. Öyle ki Öcalan da bunları fark etmiş ve süreci ‘olumlu’ bularak desteklemişti. Öcalan, ‘açılım’ sürecini kast ederek, ‘ bu cumhuriyetin kurulması kadar önemli bir süreçtir’ demişti.
PKK derseniz, o da peş peşe ilan ettiği ‘eylemsizlik’ kararlarıyla sürece başından bu yana açık destek vermişti. Açıkça görüldüğü gibi Öcalan’ı, PKK’si, DTP’si, Kürt aydınları, sivil toplum kuruluşlarıyla Kürt halkı bir bütün olarak ‘açılım sürecini’ sahiplenmiş, sorunun barışçıl demokratik çözümü yolunda iradesini sergilemiş, kararlılığını göstermişti.
Fakat ne olduysa on gün kadar öncesi oldu. Hava birden tersine döndü. Önce Kürtlere yönelik linç girişimleri başladı. Eş zamanlı olarak Öcalan’ın cezaevi şartları ağırlaştırıldı. Linç girişimleri ile Öcalan’a yapılanlarla birlikte bu kez Kürtler ayaklandı.
Kürdistan’da ve Türkiye’de uyarı eylemleri yapılmaya başlandı. On günden bu yanadır hepimizi tedirgin etmesi gereken kaygı verici gelişmeler yaşanıyor. Sokaklardan Türkiye’nin ‘iç savaşa’ sürüklenmekte olduğuna dair işaretler geliyor.
Aslında bu günlerin işaretleri ‘barış elçileri’ Diyarbakır’a geldiğinde alınmıştı. Başbakan Erdoğan, ‘sil baştan yaparız’ diyerek bunu söylemeye çalışmıştı. Habur, sürecin ‘kırılma noktasıydı. Zira,görkemli karşılamayla devletin ‘silah bırak’ dayatmaları boşa çıkarılmışt. Türk devlet Kürtleri teslim alamayacağını anlamıştı.
Bu nedenle Öcalan’ın esaretini şantaj olarak dayatmaya başladı. İmralı’daki şartların ağırlaştırılmasının altında devletin Kürtlere bazı talepleri kabul ettirme çabası var.
‘Türk devleti, dayatmaları kabul edilmediği için provokasyon yapıyor. Öcalan’ın şartlarını ağırlaştırak sonuç almak istiyor. Fakat bu çok tehlikeli bir girişimdir. Sorun kısa sürede çözülmese, devlet Öcalan’ın şartlarını iyileştirmese bu kriz derinleşecektir.
Krizin derinleşmesiyle yeniden çatışma ortamına dönülecektir. Bundan da herkes zarar görececektir. Türkiye bu provokasyonla aslında kendi varlığını riske etmiştir. Türk devletinin zorla, tehdit ve şantajla Kürtlere yeniden boyun eğdirmesi mümkün değildir.
‘İç savaş’ istenmiyorsa krizin uzlaşmayla aşılması gerekmektedir. Nesnel süreç uzlaşmayı gerektirmektedir. Kaldı ki PKK’nin, ‘özgür kimlik, özgür önderlik ve demokratik özerlik’ talebi ile devletin ‘açılım’ bağlamında dile getirdiği kısa, orta ve uzun vadeli öneriler örtüşmektedir.
Sorun esas olarak Kürt sorunun çözümünde değil, çözüm nasıl gerçekleşeceğinde yatıyor. PKK baştan, Türk devleti ise sondan başlamak istediği için sorun çıkıyor.
Şöyle ki; PKK önce Kürt sorununun çözümü yolunda yasal-anayasal düzenlemeler yapılmasını ve Öcalan’ın sorunlarının çözülmesini, ardından sıranın silah bırakma meselesine gelmesini istiyor.
Türk devleti ise önceliği PKK’nin silah bırakmasına veriyor. ‘Önce PKK silah bırakmalı, sonra bazı adımlar atılmalı’ diyor. Geri çekilme ve silah bırakma talep ediyor. Bunları dayatıyor.
PKK ise haklı olarak reddediyor. Geçmişte geri çekildiğini, beş yıl beklediğini ve tek bir adımın atılmadığını belirtiyor. Sorun burada düğümleniyor. Taraflar arasında derin bir güven bunalımı yaşanıyor. Açıkcası Kürtler Türk devleti ne güvenmiyor.
Krizin aşılması için devletin dayatmalarını bir kenara bırakması ve Öcalan’ın şartlarını iyileştirmesi gerekiyor. Devletin ikide bir Öcalan’a baskı yapması, onun üzerinden Kürtlere bazı dayatmalarda bulunması tek kelimeyle ahlaksıztır. Bundan vazgeçmesi gerekmektedir. Bundan vazgeçerse süreç ilerleyecektir. Aksi halde her şey boşa gidecek, eskiye dönülecektir.
Adım atması gereken Türk devletidir. Türk devleti Kürt sorununun çözümü yolunda üzerini düşeni yapmalıdır. Bunlar yapmadan Kürtlerden birşeyler isteme hakkına sahip olamaz. Ayrıca bu adımlar atmadan Amerika’dan veya Güney Kürdistan yönetimin destek de bulamaz.
Çünkü sorun Türkiye’dedir. Bu gerçek bütün dünyaca da bilinmektedir. Dolayısıyla sorunu çözmesi gereken Türk devletidir. Türk devleti Kürt meselesini medeni bir şekilde çözdüğü gün PKK meselesi de kendiliğinden çözülecektir…
gunayaslan@hotmail.de