Tekel işçilerinin Ankara eyleminde “sınıf kardeşliği”ni vurgulayan sloganlar atmaları “işçilerin Kürt açılımını yaptığı” biçiminde yorumlandı. Bu yargının doğru olup olmadığı tartışma götürür. Ama bu eylemin bence en önemli tarafı, Kürt sorununun çözüm platformunun ne denli geniş bir alana yayıldığını göstermesindedir. Kürt özgürlük hareketinin halihazırda, Kürt sorununu işçi diline tercüme etmekte pek başarılı olamadığı ise bir […]
Tekel işçilerinin Ankara eyleminde “sınıf kardeşliği”ni vurgulayan sloganlar atmaları “işçilerin Kürt açılımını yaptığı” biçiminde yorumlandı. Bu yargının doğru olup olmadığı tartışma götürür. Ama bu eylemin bence en önemli tarafı, Kürt sorununun çözüm platformunun ne denli geniş bir alana yayıldığını göstermesindedir.
Kürt özgürlük hareketinin halihazırda, Kürt sorununu işçi diline tercüme etmekte pek başarılı olamadığı ise bir başka “gerçek”tir.
Ankara’da polis şiddeti altında hayat bulan “işçi kardeşliği”nin Kürt öznesi, Diyarbakır’ın, Bitlis’in Tekel işçisi, Diyarbakır’daki, Bitlis’teki direnişinde, Kürt özgürlük hareketinin dışında, hatta uzağında durmaktadır.
Kapatılan Diyarbakır Tütün fabrikasının binden fazla işçisinin katıldığı, polisin gaz bombaları ve joplarla dağıttığı 4 Aralık’taki yürüyüşte Kürt özgürlük hareketiyle ilişkili tek bir slogan dahi atılmadı.
Tekel işçilerinin bu tutumunun diğer yüzünde, Özgürlük Hareketi’nin “konuya ilgisizliği” bulunuyor. Diyarbakır’ın ortasında, Ofis ve Bağlar’da binin üzerinde işçiye bir tam gün boyunca uygulanan şiddet, bırakın DTP’nin gündemi olmayı, bölgedeki sendikaların dahi ciddi bir gündemi olmadı. Diyarbakır’daki son büyük sanayii kuruluşunun kapatılması, daha öncekilerde (Sümerbank Halı ve İplik fabrikaları, Tekel Rakı Fabrikası) olduğu gibi, Özgürlük Hareketi’nin gündeminde bugüne dek yer almadı.
Oysa “ulusal baskı siyaseti”nin sermaye baskısını iki katına çıkaran bir “çarpan” olduğu gerçeği, orta sınıf yurtsever Kürt aydınlarının bir kısmının sandığının aksine, neo-liberalizm koşullarında da geçerli.
Neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarının dayattığı sınai temelin imhasına yönelik politikaların Bölge’deki yıkıcı sonuçları çok çarpıcı. 35 yıl önce Antep’le rekabet halinde olan Diyarbakır’da nüfus Antep’le aynı oranda artarken, orta ölçekli sanayi kuruluşu dahi parmakla gösterilebilir hale geldi.
Bu “sanayisizleştirme” ve tarımsal yıkımı tek başına “savaş”la açıklamak, ulusal baskı siyasetini “tek boyuta” indirgemekten başka bir şey değil.
Bölge’deki pamuk üretimi bugün dahi canlılığını korurken Sümerbank Halı ve İplik Fabrikası’nın kapatılması; Öküzgözü üzümünün memleketinde Tekel Rakı Fabrikası’nın kapatılması, “özelleştirme politikasının” bölgesel bir uzantısı olmasının yanında, “göç dinamikleri”ni yönlendirme açısından da anlamlı bir “operasyon”dur.
Bölge’deki sınai ve tarımsal yıkımın gerçek niteliğini ortaya çıkaran en çarpıcı örneklerden biri de, zeytiniyle ünlü Derik’te zeytinliklerin “imara açılması” ve zeytin köylülerinin artık her yıl Ege’ye zeytin toplamaya gitmeye başlamalarıdır (DTP’li Derik Belediyesi’nin zeytinliklerin imarını iptal etmesine karşı en çok direnenlerin aynı zeytin köylüleri olması da bir başka “özgünlük”tür).
Açık ki, “Ucuz Kürt İşçisi”ni yaratan politikalara karşı mücadelenin Özgürlük Hareketi’nin gündemine sokulması, “Kürt Kadın Dinamiği” kadar güçlü bir başka kardeşleşme ve özgürleşme dinamiğinin ortaya çıkarılmasını sağlayacaktır.
Bu dinamiğin ortaya çıkarılamaması, orta sınıf Kürt yurtsever aydınlarının neo-liberal yeni sömürgecilik politikaları karşısında “hayırhah” bir tutum takınabilmelerini kolaylaştırmaktadır.
Bilindiği gibi bu tutum, neo-liberal “yerelleştirme” politikaları karşısındaki yanılgının temelini oluşturmuştur. “Yerelleştirme” siyasetinin “özerkleşmeye” hizmet edebileceği beklentisiyle bu politikalar dönemin Kürt yurtsever hareketi tarafından alttan alta desteklenmiştir. Bu politikanın özerkleşmeye değil, özel savaş düzeneğinin güçlenmesine hizmet ettiği görülür hale geldiğinde ise “ilk direniş momenti” kaçırılmıştır.
“Devletçiliğin” neo-liberal tasfiyesinin “ulusal baskı müesseselerinin de tasfiyesi” olacağı beklentisiyle yapılan bu hatayı “masum” saymamak gerekir. Politika alanını “devlet/toplum” ikiliğine indirgeyen sol-liberal yaklaşımın artık kabak tadı veren çuvallamalarının arkasında (Türkiye’de olduğu gibi, Bölge’de de) bir “sınıf tutumu” bulunuyor.
Sezen Aksu’nun dediği gibi: “Masum değiliz, hiçbirimiz.”
Halkın Sesi Gazetesi 96. sayısında yayınlanmıştır.