Rejime can veren “ölüme çağrı operasyonu”: Bölüm 19 Aralık – Şahabettin Arpacı: 19 Aralık gecesi düzenlenen polis operasyonu ile gözaltına alındı. katıldığı hücre karşıtı eylemler nedeniyle tutuklandı ve Sincan F Tipi’nde hapsedildi. 10 aylık tutukluluğun ardından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Şu an Eskişehir Halkevi yöneticisi olan Arpacı’nın kaleminden 19 Aralık “…Tecrit, seni kaplayan, boğmak […]
“…Tecrit, seni kaplayan, boğmak isteyen ve kimi zaman kendi sesini duyabilmen için artarak dışarıya taşan gürültüsüz bir çığlıktır. Tecrit, ilk önce bedenin ve sonra da ruhun yavaş yavaş önlenemez ölümüdür. Tecrit; sessiz, temiz ve tam bir yok etmedir…”(1)
Mezar Türküleri” adlı kitaptan tecrit tarifnameleri ile başladık yazımıza. Tecridi tanımlamak için memleketin mahpushanelerini; maltada, ranza dibinde volta atan yurtsever, korkusuz, devrimci, bilinci apaydınlık yol arkadaşlarını; halk muhalefetini ve devrimci kuşakları yok etmeye and içmiş işkenceci faşizm nöbetlerini anlatmalı ilkin.
İzolasyon, ıslah, tabutluk, beyin yıkama, sessizlik, tecrit hücreleri, tredman, yüksek güvenlikli model veya hangi teknik/politik kavramla ifade edilirse edilsin, her yol faşizme çıkıyor!
Hapishane operasyonları ile hedeflenen amaç devrimci iradenin boğulması, siyasi tutsakların direncinin kırılması ve ideolojik, tarihsel mücadele geleneğinin tasfiye edilmesidir. Toplumsal muhalefet güçlerinin geri çekilmesi ile sonuçlanacak bu tarihsel evre; neoliberal sömürgeci siyasetin derinleşmesine ve yoksullaşan, mülksüzleşen geniş emekçi kitlelerin krizlere rağmen kolayca yönetilebilmesine yol açacaktır. Çünkü egemen sınıfların maddi ve ilahi huzuru, ancak sermaye düzeninin tam karşısında devrimci siyaset yapacak kadroların yok edilmesi ve halk muhalefetinin geriletilmesiyle sağlanabilir.19 Aralık “hayata dönüş operasyonu” ölüm orucu direnişçilerini değil, kırılgan/krizli neoliberal sistemi ve Türkiyeli suç ortağı sınıflarını hayata döndüren darbeler külliyatının naçizane bir sayfasıdır. İşte bu mukaddes ülküden aldıkları güçle 1971 ve 1980 askeri faşist darbecilerinin tecrit ve işkenceyi temel politika olarak benimsemeleri, Eskişehir tabutluklarının özel bir hapishane tipi olarak 1980’li yıllarda inşa edilmesi, 1997’de kontrgerilla darbe pratiği olarak tasarlanmış Ulucanlar hapishanesi saldırısı ve son olarak devletin çıplak bir zor aygıtı olarak sahne aldığı 19 Aralık 2000 katliamı; F(aşizm) tipi bir hükmetme anlayışının sahici, yakıcı, mızrak ucu deneyimleridir.
Kırdılar, öldürdüler bir “aralık” hepimizi…
Yok sayan, kıran, öldüren faşizm nöbetlerinden birisini yaşadık 19 Aralık gecesinde. F tipi hapishanelere geçişi sağlamak isteyen dönemin tabutluksever siyasi iktidarı, dramatik/ironik adıyla “hayata dönüş operasyonu”nu(2) tezgâhladı. Onlarca siyasi tutsağın öldürüldüğü ve yüzlercesinin yaralandığı, sakat bırakıldığı insanlık dışı saldırı; faili belli siyasi cinayetler albümündeki yerini çoktan aldı. 22 hapishaneye yönelmiş eşzamanlı faşist kalkışmanın muktedir sözcüleri(3), muhalefeti tecrit etmenin ve hücre tipi bir hayatı tüm topluma dayatmanın sihirli bir formülü olarak “yüksek güvenlikli infaz sistemi”nin duvarlarını ördüler. Kanla, provokasyon ve katliamlarla ördükleri yüksek duvarlar canlarımızı eksiltti, düşlerimizi ve umudumuzu kanattı. İnsanca bir yaşamı kolaylamak adına, özgürleşecek bir yerkürenin çilekeş devrimcileri olarak bedenlerini ölüme yatırmış siyasi tutsaklar, en söz dinlemez asi çocuk ve en bilge kararlı halleriyle uğradıkları kurşunlu, kepçeli, gaz bombalı, coplu saldırı hattı karşısında berrak bir halk sevgisini ve ‘dava’ya bağlılıklarını ölüm orucu’na katık ettiler.
Duvarları, kapıları içeri’den döven devrimcilerin sesi olur, dışarı’sının kanayan vicdanı…
İçeride’ki sesler direnirken, dışarı’yı sesleyen tecrit karşıtı muhalefet, sokakları dolduruyordu o “sabık” ve “katil” Aralık gecesine kadar. Aydınların, sanatçıların bunaltıcı siyaset sıcağında hapishaneleri ziyaret ederek ölümleri durdurmak istemeleri, adalet ve özgürlük adına arabuluculuk(4) yapmayı üstlenmeleri yüreklere su serpmişti. Siyasi tutsak yakınları yaptıkları dönüşümlü açlık grevleriyle içeri’nin isyanını dünyanın gündemine taşımayı başarmışlardı. Başka ülkelerden emek örgütlerinin, insan hakları kuruluşlarının ve siyasi tutsakların destek açıklamaları, yürüyüşleri Türkiye’de yürütülen muhalefete güç katıyordu. Yollar tutuluyor, meydanlara çıkılıyordu neredeyse her gün, tüm kentlerde. Taraflı tarafsız herkes adalet bakanının siyasi tutsaklarla yaptığı tecride ve ölüme kurulmuş bezirganbaşı pazarlıkları, içişleri bakanının güvenlik hezeyanını, f tipi hapishane adı etrafında kopartılan reform yaygarasını, tek kişilik ve üç kişilik hücrelerin ekranlara yansıtılmış fondoten beyazlığında(5) steril görüntülerini konuşur olmuştu. İnsanlık onurunun ve toplumsal vicdanımızın ölüm ve kan isteyen güçler karşısında “hayat”ı temsil edeceğine inanan bir kamuoyu oluşturmuştuk ve özellikle operasyon öncesi günlerde anlaşmanın sağlanacağına inanmıştık veyahut kimbilir “şefkatinden sual olunmaz” baba devletimiz inandırmıştı bizi. Ölüm oruçları karşısında insanlığın adaletle ve vicdan duygusuyla imtihanını sınayan olağandışı siyaset iklimindeydik. Saatlerimizi sokakları dolduracağımız eylemlere göre ayarlıyor, içeriden gelecek haberlere göre yüreğimizi tutuyorduk. Gazete köşeleri, televizyon programları, dergi yazıları F(aşizm) tipi darbe hazırlığına soyunmuş resmi güçlerin tezleri ile toplumsal muhalefetin haklı direncini tartıştırıyordu. Sendikalar, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, tutuklu ve hükümlü yakınları dernekleri ve bir bütün olarak demokratik kamuoyu; arka arkaya örgütledikleri eylemlerle hapishanelerde yaşanacak ölümler karşısında hayata ve toplumsal adalete çağrılar yapıyorlardı. İçerisi ile dışarısı “bir” olmuştu. Emeğin ve demokrasinin safından eksilmeyelim, karşı tarafa çocuklarımızı vermeyelim diye “onbin”lere ulaşmıştı.
Başaramadık nihayetinde… Halk düşmanı rejim, ölüm mevsimi normallerinde seyretti. Ve kanatarak siyaset yapma geleneğinden mezun devletin “teşkilat-ı mahsusa”sı, yine görevinin başında ve yine tartışılmaz sadakatle uşaklık ettikleri sömürgeci tanrılarına halkın en yiğit, devrimci çocuklarını adak olarak sundular. Ne pahasına mı? Üç beş askeri ihale, bir iki serbest bölge adıyla peşkeş edilmiş liman, üç maddelik yalancıktan 82 anayasası değişikliği, satışa çıkarılmış şeker fabrikaları ve Ortadoğulu, Mezopotamyalı kardeşlerimize mezar olmuş petrol kuyuları hatırına.
“Kürdün Gelini”ni söyler maltada biri,
Bense volta’dayım ranza dibinde
Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
Gülünç, acemi, çocuksu…(6)
Koğuşların asi dili tarihimizdir ve işbirlikçi kanlı elleri ülkemizden söküp atmak için emekçi halkımızın kurduğu, kavga ettiği direniş komitelerinin kolektif direncidir.
Tersanelerde yitirdiğimiz ölümlü emekçilerin alınterinden damıtılır hücrelerdeki sabırlı ve umutlu bekleyişimiz.
Ekmek davasındaki sınıfımızın grevleri dışarı’da yaşamı durdurur, içeri’nin duvarlarını çatlatır.
Kerimgillerin(7) ölüme yatmış zayıf bedenindeki öfkeyi bilir misiniz?
O
mahzun, ölümlü zamanlarımızda Zehra’nın(8) gülümseyerek sonsuzluğu seçtiği yüreğindeki o kocaman cesareti hiç hissettiniz mi?
‘Güneş doğmayan içeri’si, her daim kenetlenmiş halk sevgisini, hüznü eksik olmayan karanfil kokulu cigaraların dumanını katık eder ve orası koğuşumuz olur. Koğuşun kokusu duvarların yıkılacağı günü muştular.”Ekmek, hürriyet ve gül” vakitlerinin kokusunu içimize çekeriz koğuşlarımızın ders saatlerinde. Yıldızlı gecelerimizde hücrelerin kapısını döven dirençli yumruklarımız, bir sonraki dersimizin konusu olur. Ve bugün tecrit ettiğiniz duvarların gerisinde ve amerikan tipi yüksek güvenlikli siyasetin terkisine gizlediğiniz hücrelerin içinde emperyalizme, oligarşiye, faşizme ve gericiliğe karşı mücadele andı içmiş yol arkadaşlarımız esir tutuluyor. Halkının sevgisiyle yoğrulmuş, tarih derslerinin yapıcısı o güzel çocuklar -hiç kuşku yok- duvarları, hücreleri, koğuşları yıkarak en güzel türküleri sesleyecekler. Ve 19 Aralık gecesini hiç “unutmayacaklar”.hakları için mücadele veren emekçi halkımız gücünü “hatırlatılan” zamanlardan alacak.
Yaşayan ve yazanın dipnotu
Sincan F tipi hapishanesinde, tek kişilik hücremde, yüzlerini dahi görmediğim onca siyasi tutsak içinde bu topraklarda örgütlenmiş faşizmi ve halk güçlerinin direnişini gördüm, duyumsadım, yaşadım, bağırdım, sustum, uyandım ve unutmadım.
“Olmasın diye” dışarıda kavga verdiğimiz tecrit hücrelerinden birisine sürüklenerek atıldım. “Ölümler dursun ve duvarlar yıkılsın” diye sokaklardan yükselttiğimiz sesleri sessiz’likte boğmaya çalışıyorlar, bembeyaz duvarların içinde, şu anda, biz bu satırları okurken. İnsanlık adına unutmayalım, unutturmayalım…
Dipnotlar
1.K.Plein ve W.Schlegel’in kaleme aldığı “Mezar Türküleri” adlı kitapta Almanya’da mücadele vermiş RAF örgütünün önder kadrolarına uygulanan tecrit anlatılıyor.
2. Onca insanın ölümüyle sonuçlanan bir kontra operasyonun bu adla kodlanması, gerçekten de faşizmin içine düştüğü insanlıktan yoksun sefilliğin ve çelişkinin resmini sundu bizlere.
3.Sağ baştan sayalım hepsini: Başbakan Bülent Ecevit, onun yardımcısı Devlet Bahçeli, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun.
4.Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Can Dündar, Orhan Pamuk, Oral Çalışlar ve sayabileceğimiz birkaç aydın, gazeteci ve yazarın katıldığı heyet sorunların çözülmesinde arabuluculuk yapmıştı.
5.Faşizmin tarihsel rengi “sarı” olarak betimlenir. Ancak floresan “beyaz”lığı işkencehanelerin, sorgu odalarının ve tecrit hücrelerinin vazgeçilmez rengidir. Bembeyaz bir hiçlik duygusu, tecrit kuyusunun içinde benliğin yok edilmesine ve insanın yaşamın dışına itilmesine hizmet eder.
6.Ahmet Arif’in “hasretinden prangalar eskittim” adlı kitabından…
7.23 Temmuz 1996’da,Sağmalcılar hapishanesinde, direnişinin 65.gününde can vermiş DHKP-C savaşçısı devrimci tutsak, Altan Berdan Kerimgiller…
8. 29 Haziran 2001 ‘de Ölüm orucundaki yakınlarına destek vermek amacıyla ölüm orucuna bedenini yatıran Zehra Kulaksız, direnişinin 221. gününde İstanbul Küçükarmutlu’daki evde
Devlet, hapishanelerinde ve infaz politiklarında ciddi bir dönüşüm yapmak istiyordu ancak, gerek hapishane içerisindeki gerekse de toplumsal muhalefetin gösterdiği direniş sebebiyle bunu gerçekleştiremiyordu. Hapishanelerde yatan devrimci mahpuslar bu F tipi hücrelere atılmak isteniyordu. Devrimci mahpuslar ölüm orucuna başlıyor ve direniyordu. Devlet ise bu direnişi bir türlü kıramıyordu. 19 Aralık günü dönemin Ecevit hükümeti, aynı anda 20 hapishaneye operasyon düzenledi. 30 devrimci mahpusun yakılarak ve kurşunlanarak öldürüldüğü katliama devlet “Hayata Dönüş Operasyonu” diyordu. 19 Aralık Katliamı sırasında Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunan Ahmet Taner, Çankırı Cezaevi’nde bulunan Bahadır Ahıska bizle 19 Aralık sürecinde ve sonrasında yaşadıklarıyla F tipi hücrelerle ilgili görüşlerini paylaştı.
Ahmet Taner
19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Hapishanesi’ndeydim Operasyonda oradaydım. Sonrasında Edirne F Tipi Cezaevi’ne götürüldüm. 6 ay sonra da tahliye edildim.
Bayrampaşa’da neler yaşadınız, bekliyor muydunuz?
Hem bekliyorduk, hem beklemiyorduk. Bekliyorduk, çünkü Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir çok katliam ve işkence var, o anlamıyla devletten bir sürü olumsuzluk bekliyorduk o dönemde ki; halen de bekliyorum, şu an AB ile ilişkiler ve bir dizi konjonktürel düzenlemelerden dolayı biraz azaldığı iddia edilse de halen katliamlar ve işkenceler sürüyor.
Bekliyorduk tabiki de. Bir anlaşma durumu da vardı cezaevi sorunu üzerinde. Büyük oranda böyle bir şeyi göze almazlar diye bir beklenti oluşmuştu ancak görüşmelerin tıkanmasıyla birlikte operasyon beklentisi daha da arttı.
“O dönemde 5 yıldızlı otel gibi göstermeye çalıştılar”
O dönemde 5 yıldızlı otel gibi göstermeye çalıştılar hücreleri, halen öyle göstermeye çalışıyorlar. İmralı tartışmalarında bunu görüyoruz. Ben yaşadığım için biliyorum orası resmen bir mezar. Bilmeyenler için öyle olması lazım. Orası ancak bir mezara benzetilebilir.
Kaldı ki devlet de 19 Aralık operasyonu öncesinde de eksikler olduğunu kabul etmişti. Sanatçılar, aydınlar o dönemde aktifti ve Tabipler Odası ile yapılan görüşmelerde devlet bir takım düzenlemeler yapmayı kabul etmişti. Eksik varki kurumlara evet düzelteceğiz dediler ama hiçbir şeyi düzeltmeden inasnları F tipi Hücrelere götürdüler.
Hücreler mezar mıydı, 5 yıldızlı otel odası mıydı, hangisi gerçekti. Devlet eksiklikleri kabul ettiğinde çelişkiye düştü ve çelişkiye düştüğü zamanlarda yaptığı ezberi tekrarladı. Düzelteceğim dediği halde, aldı ve F tipi hücrelere attı insanları. Bir fırsat beklediler o dönem. Bu fırsat için önce ölüm orucuna gidenleri kamuoyunda “uzlaşmaz” olarak göstermeye çalıştılar. O dönemde bir takım provokatif eylemler de oldu. Polislerin öldürülmesi gibi ki bence şüphelidir. Bu tip provokatif eylemlerle devlet bir moment yakaladı ve operasyonu gerçekleştirdi.
Bayrampaşa’dan…
Bizim koğuşta ölüm orucuna girenler yoktu. O yüzden ilk hedefler arasında yoktuk. Ama operasyon hedef ayırmaksızın başladı. Koridora girdiler. Girer girmez ateş açtılar. Koridor boyunca ateş açtılar. Bu sırada mahpuslar vuruldu yaralandı. Üst koridordan, koğuşlara bakan pencereler vardı. O pencerelerden koğuşların içini taradılar. Bizim koğuşun koridora bakan tarafındaki pencerenin altında 50 santimetrelik bir duvar vardı. İnsanlar o duvarın arkasına saklandılar. Ayakta olsaydık, çok rahat vurulabilirdik. Hiçbir uyarıda bulunmaksızın direk ateş açtılar. Teslim olun çağrısı yaptılar. Zaten bu hukuken de mantıken de saçma. Biz zaten cezaevindeyiz, insanlar mahpus, onların elindeyiz, 2 hafta da bir aramalarını yapıyorlar, sayımlarını hergün yapıyorlar. Mahkemeye ve hastaneye el kelepçeli gidiyoruz ellerindeyiz yani. Onların denetimi altında bir ortamdayız ve “teslim olun” dediler.
Teslim ol!
Onların istediği teslim olun, “koğuşlardan çıkın, daha insani ortamdan çıkın; hücrelere, mezarlara girin” idi. Kimse kendi isteğiyle mezara girmez. Buna hayır demesi, kapıya barikat kurması meşrudur. Hukuken de meşrudur. Zaten dışarı çıkamıyorlar. Bu operasyon hukuka ve insan haklarına aykırı zat
en ve bu insanlık suçu karşısında insanların barikat kurup direnmesi haklı bir davranıştı.
Hücrede de direnişe devam
F tipi hücrelere gittikten sonra açlık grevlerine başlandı. Ölüm oruçları devam etti. Ben ölüm oruçları içinde değildim. Ama destek için açlık grevi yaptım. Destek veren çok oldu direnişe. F tipi hapishanelerdeki tecrite karşı açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla tepki gösterildi. Bunun dışında garip uygulamalar vardı. Bizden askeri bir düzen içinde olmamız, geldiklerinde hazırolda beklememiz ayakta beklememiz isteniyordu. Askeriyedeki gibi künyemzi okumamızı istiyorlardı. Pet şişeler vardı. Sonra hücrelerde çok sayıda pet şişe bulundurmak yasaklandı. Bir mantığı yok yani bunun. Soruyorsunuz, amaç dışı kullanım diyor. Onların içine su doldurup halter gibi kullanınca amaç dışı kullanım oluyor. Bunların hiçbiri mahpuslar tarafından kabul edilmedi. Kabul edilmeyince mahpuslara saldırılar oldu. Bu saldırılarda insanlar yarlandı, işkence gördü ama dayatmalar kabul edilmedi. Ama asıl direniş ölüm orucu ve açlık grevi çerçevesinde oldu.
Tecrit işkencedir
Ben ilk girdiğim andan itibaren tecritin olumsuz bir şey olduğunu farkettim. Orada bir daralmayı yaşıyor insan hücrede. Kendi dışındaki düşünce ve duygulardan uzaklaşıyor. Kendisini olguları olayları değerlendirmesi oldukça kısırlaşıyor. Okuduğu kitaplar ve gazeteler kalıyor sadece ki o dönem kitap ve gazeteye ulaşmak da olukça zordu. Dünyayla bağlantı sadece bunlarla. TV ve Radyo ilk dönemlerde yoktu sonradan geldi.
3 kişilik bir hücrede kalıyordum ama yetmiyordu. Sosyalleşmek için 3 kişinin yetmedğini birlikte gördük. Dünya Devrimci Doktorlar Birliği’nin sosyalleşme için önerisi en az 10 kişilik bir ortamın olması gerektiği. Koğuş sistemindeyken 15 kişi içinden arkadaş seçebiliyorduk. Örneğin, bu konuyu şu arkadaşımla konuşmalıyım, bunu şuna sormalıyım, şu kişiyle tavla oynayabilirim. Şu kişiyle satranç oynayabilirim, şu ekiple futbol oyayabiliriz gibi bir düzenleme olabiliyordu hayatımızda. 3 kişiyle bir şey olmuyor. Diğer iki arkadaşımla hala görüşüyorum. Biz birbirimizle uyumluyduk. Bir tanesini zaten daha önce de tanıyordum. Sevdiğim bir arkadaşımdı. Sevmek, uyumlu olmak o bileşimin sağlıklı bir bileşim olmasını gerektirmiyor. Bir süre sonra sohbetler kısırlaşıyor. Sonrasında normal hareketler karşıdaki açısından tahammül edilemez hale geliyor. Örneğin, bulaşığı uzun yıkıyor, suyun sesi geliyor, “Niye bulaşığı uzun yıkadın” diyor. Bir arkadaş koridorda ıslık çalıyor “Niye ıslık çalıyor”… Başka bir uyaran olmadığı için hep orada dar alandaki uyaranlarla yaşıyorduk. Çok basit bir şey batıyordu. Hiçbir şey yapmasa bile “Niye bir şey yapmıyorsun” gibi tepkiler oluyordu. Elbette benim de bu anlamda karşısındaki açısından tahammül edilemez davranışları olmuştur. Ama bizim aramızda tartışma konusu olmadı. Ama olan yerler oldu. Çünkü doğal bir ortam değil. Burada kalanların suçu yok. O niye ıslık çalıyor diye kafama taktığımda bencilce davranmış olmuyorum çünkü, o ortamın getirdiği anormallik bu. İster istemez beni ve karşıdakini de etkiliyor.
Koğuş ile hücre
Bayrampaşa’da operasyona kadar 6,5 yıl kalmıştım. Orası koğuş sistemindeydi. İlk geldiğim zaman koğuşumda 55 kişi vardı. Tahliyeler nedeniyle azalmış, operasyon döneminde 15 kişi kalmıştı. Ama sonuçta başka insanlar vardı. Sadece koğuştakiler değil, diğer koğuştakilerle de görüşebiliyorduk. Yani orası sosyal bir ortamdı. Diğer mahpuslarla görüşülebiliniyordu. Her ne kadar Hapishaneler insan doğasına aykırı da olsa bir kıyaslama yapacak olursak koğuş sisteminin olduğu Bayrampaşa Hapishanesi, F Tipi Hapishaneye göre çok daha fazla sosyal imkanı barındırıyordu. Orada, dostluklar vardı. Çok güzel ilişkiler vardı, mutluluklarımızı ve üzüntülerimizi paylaşabiliyorduk. F tipi ise tamamen farklı. Orada daha çok duvarlarla berabersiniz. Diğer insanları göremiyorsunuz. Tecrit altındasınız. Tecritin işkence olduğunu da yaşayarak gördük. İnsanın insandan soyutlanmasını, başka insanlarla bir araya gelmesinin engellenmesi ağır bir işkence. Ben bunu 6 aylığına yaşamış oldum.
F Tipi hapishanelerde mahpuslara çoğunlukla mantıksız cezalar uygulandığını duyuyor okuyoruz. Bu tür uygulamalar hakkında herhangi bir girişim yapıldı mı?
İHD’de çalışıyorum aynı zamanda ben ki bu sene Ceza Tevkif Evleri Genel Müdürüyle görüşmüştüm. Ona hapishanelerde mantıksız uygulamaları sorduğumuzda “askerde de var, burada da mantık aramamak gerekir” dedi.
Biz nasıl olacak dedik. Hapishaneler bilimsel düşünce esaslarına göre yönetilmeli. Devlet milimetrik biçimde bilimsel davranmak zorunda. Mahpusa şöyle davransam bir olumsuzluk olur mu gibi herşeyi en ufak ayrıntısına kadar düşünmeli. Duvarın renginden camın kalınlığına kadar…
Buna karşın “mantık aramamak lazım” ne demektir. Bu zihniyet, her şeyi bir baskı aracı haline dönüştürüyor.
Yeni Ceza infaz yasasında katlanma mecburiyeti diye bir madde var. Buna göre mahpus verilen her emri yerine getirmek zorunda. Sessizlik bile suç kapsamına alınmış. Daha önceden böyle bir uygulama var mıydı?
Önceden böyle bir uygulama yoktu. Kendi deneyimleriyle yaptı bunu, nasıl baskıyı ve cezayı ağırlaştırabilirim diye düşündü ve ona göre bir yasa hazırladı. Orada şöyle bir madde var mesela “gereksiz marş söylemek” diye. Yani Onuncu yıl marşısnı söyleyince gerekli oluyor ancak 1 Mayıs marşısını söyleyince gereksiz oluyor. “Lanet olsun marşından” bilmem neye dediğin zaman da sessiz protestoya giriyor. Hem yasada hem tüzükte var. Hücreye girdiği zaman sana adın ne diye sorduğu zaman ki anlamsız zaten senin adını biliyor, cevap vermediğinde sessiz protestoya giriyor ve sana ceza veriyor. Bize bunu yapmaya çalışıyorlardı. Gelip adını soruyor, künyeni soruyordu. Biz de “söylemeyeceğiz, zaten biliyorsun, elinde isim var resim var bu bir dayatmadır, aşağılamadır” diyorduk. Bazen hiçbir şey demiyorduk ama disiplin cezası vermiyorlardı. Aslında bunu yaptığın zaman havalandırmaya çıkartmamışlardı. Bir takım baskılar ve bir dizi uygulamalar yaptılar, bu bir ceza.
Mahpusun kanunen çalışma zorunluluğu var mıydı yoksa kendi mi seçiyordu
İlk taslakta çalışmayı zorunlu hale getiren maddeler vardı ama tepkiler üzerine bunu kaldırdılar. Yasanın içinde şu var yine. İdare tarafından verilen görevleri yerine getirmeyenler cezalıdır. Yine çalışmayı zorunlu hale getirecek biçimler buldular. Her zaman çalışmayı zorunlu hale getirdiler. Önceden böyle bir şey yoktu.
Şöyle bir aldatmaca yapıyor devlet. “Bizim cezaevlerimiz BM standartlarına AB kıstaslarına uygun” diyor. Bu bir yalan. Mevcut hapishaneler hem fiziksel yapısıyla hem de infaz sistemiyle uluslararası standartlarına uygun değil. BM standartları cezaevi sadece 4 duvarla sınırlı yerdir diyor. İnsan yatarken 4 duvar arasında yatmak zorunda. Onun dışında dış dünyadaki olanaklar mümkün olduğu kadar dört duvarın arasına konulabilir. Spor yapacağı, diğer mahpuslarla görüşeceği ortamlar mekanlar, aileleriyle görüşebileceği alanlar hatta evli çiftler açısından birlikte olabileceği alanlar, AB ve BM standartları bunu öngörüyor. Dış dünyadaki olanakların mümkün olduğunca içeride de olması gerektiğini savunuyorlar. Çünkü, mantıklı bir yaklaşım. İnsanın 4 duvar arasına konması, dışarıda istediği yere gidememesi çok ağır bir ceza. Bunu ayrıyeten ağırlaştırmaya, o dört duvarın içine hücre koymaya, o dört duvarın içine kitap almamaya, d
ergi almamaya gerek yok. O olmaması gereken birşye. İnsan haklarına aykırı bir şey. Buna rağmen standartlara uygun diyorlar. Hani! Açsınlar okusunlar Türkiye’deki hapishaneler o standartlara uygun değil. Tabiki standartlar da İnsan hakları savunucuarı tarafından kutsal bir belge olarak görülmemeli. Avrupada da hücreler var. Mahpus, gece uyuma saatlerinde hücrede oluyor. Onun dışında herkesin biribiryle ilişkisini öngören hapishaneler avrupadakiler. Gece yatma işi de eleştirilebilir ancak Türkiye’de böyle bir şey yok.
Devlet hapishanedekilere hasta gözüyle bakıp “ıslah” etmeye çalıştığını iddia ederek mahpusları toplum nezdinde hastalıklı insanlar olarak gösteriyor bu konuda bu zihniyetten vazgeçmiş değiller anladığımız kadarıyla.
Devlet kendisinin ve ideolojisinin çok sağlıklı olduğunu düşünüyor. Devlet sağlıklı, mahpuslar sağlıksız, ıslah edilmesi gereken insanlar onlara göre. O yüzden tepede herşeyi düzenleyen insanlar, iyiliği güzelliği bildiğini iddia ederek baskıları dayatma hakkını kendilerinde buluyorlar. Bu noktada şöyle bir ironik durum oluyor. Hasta mahpusları da hapishaneden çıkartmıyor.
Normale bir muayene sırasında kelepçenin açılması gerekiyor ki hasta kendisini rahatça ifade edebilsin. Birçok doktor kelepçeyi açtırıyor ancak açtırmayanlar da var. Doktor açtırsa bile oradaki askeri görevliler kelepçeyi taktırıyor. Bu şekilde muayene yaptırılmıyor. Ya da psikolojik olarak rahatsızlığı olanlar da var. Ya ölüm oruçlarından dolayı psikolojisi bozulanlar, ya da hapse girmeden önce hasta olanların hapishanede tutulmaması gerekiyor. Bir mahpus açısından beklenen yarar nedir yani cezaevleri olacaksa, insanlar neden cezaevlerine konulur.
1) Toplumda suçun önlenmesi
2) Suç fiillerinin diğer insanlar üzerinde caydırıcı olması
3) Bir anti sosyallik varsa, topluma karşı olumsuz düşünceler varsa, onları zorlmadan düzgün bir tarzda o insanların eğitilmeleri ve hapishane koşullarında farklı düşüncelerin de olabileceğinin mahpuslara gösterilmesi infazdan beklenen yarar budur. Bir eğitim süreci bir anlamıyla ama zorla eğitime ben karşıyım. Elbette bu mahpus istiyorsa yapılmalıdır. İstemiyorsa dayatma olmamalı, “Eğitime gelmezsen seni başkasıyla görüştürmem, dışarı çıkarmam!” gibi dayatmalar olmamalı. Hapishanede olanaklar sağlanıp bu faydaldır tarzında özgür ortamlar uyguanabilir. Psikolojik olarak rahasız olan insanlar bundan muaf. Çünkü ne eğitim alabilir, cezalar onun için cayırıcı da olmayacaktır. Çünkü zaten bilinçli bir yaşam imkanı ellerinde yoktur. Bunların bırakılmaları gereklidir ancak bırakılmıyorlar. Bu da devletin öne sürdüğü infaz anlayışıyla da çelişkili bir şey.
Sizce hapishane nasıl olmalı?
Bence hapishane hiç olmamalı, bugünden itibaren kaldırılmasının imkanlarının olduğunu düşünüyorum. Bütün suçlar açısından düşünüldüğünde dört duvar kapalı mekan hapisin kaldırılması gerekir. Birçok suçta hapis cezası verilmemesi gerekir. İnsanların hürriyetlerinin kısıtlanmasının gerektiği çoğu durumda teknolojiden faydalanılarak, elektronik kelepçe takılarak, örneğin belli bölgelere girmemeleri ya da belli bölgelerden dışarı çıkmamaları sağlanabilir. Bu çok daha ileri bir sistem. Toplum için kamu yararına çalışması sağlanabilir. Örneğin günde 4 saat hastanede çalışacaksın temizlikçi olarak denilebilir. Örneğin 8 saat çalışacaksın sonra da 2 saat ücretsiz bir şekilde şu okulda temizlik işlerini yapacaksın denilebilir. Bu bir ceza olabilir. Mutlaka cezaevine koymak gerekmiyor. Çok tehlikeli suçlular olabilir. Akıl hastaları olabilir. Bunlar için cezaevi olmayan ya da cezaevlerinden çok daha kötü koşulları bulunan akıl hastanelerini de kastetmiyorum ama bu insanlar bir ev türü yerlerde belli bölgelerde elektronik kelepçe yöntemiyle kalmaları sağlanabilir.
Bu tür bir tartışma henüz yok ama. Cezaevsizlik başlanırsa, yaptırımlar cezaevi olmaksızın uygulanabilirse ufkumuz da gelişir. Farklı şeyler de bulunabilir. Hapishanelerin en kısa sürede kaldırılması gerekir. Ancak tecrit ve hücrenin bir an önce kaldırılması gerekir. Öncelikle bu uygulama kaldırılmalı, hücreler yıkılmalı. “Üç kapı, üç kilit” diyoruz biz İnsan hakları savunucuları, İnsanların orada bir arada bulunması sağlanmalı. İnsanlık dışı uygulamalar uygulanıyor. Bugün Öcalan ya da ağırlaştırılmış müebbet cezası olan insanlar sadece 1 saat tek başına havalandırmaya çıkartılıyor. Tartışmalar 10 metre 6 metre arsında sürse de medyada değil 10, 50 metrekare dahi olsa günde 1 saat havalandırmaya tek başına çıkmak zaten işkencedir. Bu uygulamanın medeni bir anlayışı savunuyormuş gibi ileri sürüldüğünü nasıl standartlara uygun olduğu iddiasıyla savunulduğunu anlamıyorum. Bu uzmanlar da biliyor bunların işkence olduğunu. İmralı’da da işkence olmadığını söylemek yalandır.
19 Aralık Katliamına “Hayata Dönüş” adını veren zihniyetin hücrelerde işkence olmuyor demesi ne kadar inandırıcı olabilirki?
Bahadır Ahıska
Bahadır Ahıska 19 Aralık sırasında Çankırı Cezaevi’ndeydi,operasyondan sonra Sincan F Tipi Cezaevi’ne götürüldü. Ahıska bize bu dönem yaşadıklarını ve gözlemlerini anlattı.
1990’lı yılların sonunda cezaevlerinde yeni bir sürecin hazırlıkları yapılıyordu. Asıl işlevi cezaevine atılan kişiyi cezalandırmaktan çok (kuşkusuz bu işlevi de mevcuttur) o kişi üzerinden topluma mesaj verilerek korku salma yeri olan cezaevleri Türkiye’de artık bu işlevini yerine getiremez olmuştu. Cezaevlerinde siyasi mahkumlar tarafından yapılmış çeşitli direnişler sonucunda elde edilmiş pek çok hak sonucunda cezaevleri birer yaşama alanına dönüştürmüştü. Ve bu durum demokratik hak mücadelesinde korku silahı olarak cezaevini yitirme durumunda olan egemenleri rahatsız etmeye başlamıştı. Buna ek olarak ABD’deki cezaevi sistemini savunanlar cezaevinde atıl durumda olan “köle” emeğinin kullanılabilir olmasına göz dikmişlerdi.
Tam da bu noktada daha “korkutucu” yeni cezaevleri inşa edilmeye başladı. Sivil toplum örgütlerinin ve insan hakları kurumlarının hiç bir şekilde görüşüne başvurulmadan, keyfi olarak inşa edilen bu yeni F tipi cezaevlerinde amaçlanan, eski cezaevi modelinde yapmış olduğu direnişlerle, can pahasına bile olsa bazı hakları alabilen siyasi mahkumları toplumdan izole ve tecrit etmekti. Ayrıca hedeflenen bir diğer şey de o zamana kadar elde edilmiş tüm hakları gasp etmekti.
Bu cezaevlerine geçişin sorunsuz olmayacağını o zamanın adalet bakanlığı yetkililerinin tümü kuşkusuz biliyordu. Yeni cezaevlerine geçişe dair ilk sinyallerin alınmasının ardından cezaevlerindeki siyasi tutsaklar dışarıda bu konuyla ilgili bir duyarlılık yaratmak için çeşitli eylemlere başladılar. Cezaevlerine nakillerle ilgili ilk sinyallerin verilmesinin ardından bu eylemler de tırmanmaya başladı ve açık grevleri süresiz ölüm orucuna dönüştürüldü.
Çankırı Cezaevi
Ben o zaman Çankırı Cezaevinde 16. koğuşta kalıyordum ve biz de koğuş olarak ölüm orucuna destek için süresiz açlık grevine başladık. Cezaevinde kalan tüm siyasi tutsakların yanı sıra siyasi olmayan suçlardan dolayı cezaevinde kalanlar da bu eylemlere destek verdiler. Dışarıda oldukça iyi bir duyarlılık oluşmaya başladı. Çeşitli sivil toplum örgütleri ve insan hakları kuruluşları yeni cezaevlerinin izolasyondan başka bir işlevi olmadığını beyan ettiler. Fakat F tipi ceza
evlerini uygulamakta kararlı olan hükümet güçleri geçişin ancak aynı anda bütün cezaevlerine ve dışarıdaki duyarlı kesimlere operasyonla olabileceğini bildikleri için tam da beklendiği şekilde 19 Aralıkta ani bir saldırıya geçtiler. Biz koğuş olarak öncelikle koğuşumuzda yatmakta olan Eşber Yağmurdereli’nin hayatını riske atmayacak önlemleri aldıktan sonra direnişe etkin destekte bulunduk. Yoğun ateş ve gaz bombası saldırılarının kullanıldığı Çankırı cezaevindeki operasyon yaklaşık 24 saat sürdü ve binlerce askerle gardiyanın katıldığı bu operasyonda Çankırı cezaevi özelinde 2, diğer cezaevlerinde ise, operasyonu protesto etmek için kendi bedenlerini ateşe veren devrimcilerle birlikte, toplamda 30 siyasi mahkum hayatını kaybetti. Yine binlerce siyasi mahkum işkencelerden geçirerek F tipi cezaevlerine götürüldü.
Sincan F Tipi
Yaklaşık 24 saat boyunca kelepçeli olarak cezaevi nakil araçlarında bekletildikten sonra, Çankırı’daki diğer siyasi mahkumlar ve direnişe destek veren adli mahkumlarla birlikte herhangi bir insani ihtiyacımızın giderilmesine izin verilmeden Sincan F Tipi cezaevine nakledildik. Cezaevine nakil sırasında gördüğümüz insanlık dışı muameleye ek olarak F Tipi cezaevinde de çok daha kötü bir karşılama bizi bekliyordu. Burada jandarmalar ve gardiyanlar tarafından işkenceye uğradık. Bu esnada dirseğim kırıldı. Henüz çok sayıda donanımdan eksik olan, soğuk hücrelere, yarı çıplak bir şekilde atıldık. Bazılarımız 3 kişilik hücrelere atılırken bazılarımız tek kişilik hücrelere atıldı. Ben 15 gün sonra şartlı tahliye yasası kapsamında tahliye oldum. Orada bulunduğum 15 gün içerisinde direniş orada da devam etti. Siyasi tutsaklar her türlü baskıya karşı, her türlü bedeli göze alarak yapılan keyfi uygulamalara karşı direnişlerini sürdürdüler.
F tipi sonrası
Ben de çıktıktan sonra mevcut duyarlılığı daha artırmak adına pek çok gazete ve dergiyle durumu anlatan beyanatlarda bulundum, çeşitli radyo programlarına ve panellere konuşmacı olarak katıldım. Ve bu konuşmaların tümünde cezaevlerinde yaşadığımız vahşeti duyurmanın yanı sıra bir şeyi özenle vurguladım. Sonuçta devlet açısından amaç yeni cezaevleriyle yeni korku duvarları örmek olduğu için bizim yapmamız gerekenin bir yandan vahşeti anlatırken diğer yandan yeni cezaevlerinde de devrimci duruşun olanakları bulunduğunu vurgulamak olduğunu dile getirdim. Yani mücadele olduğu sürece o duvarlar yok olur.