Üniversitelerde bir dönüşüm yaşanıyor. Performans değerlendirme, eğitim ve araştırmanın, diploma ve derslerin ortak ölçülere göre sertifikalandırılması, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın bir parçası olma, “toplam kalite sistemi”nin eğitimde ve bilimsel araştırmalarda da yaşama geçirilmesi, piyasa ve sanayi ile sıkı işbirliği gibi başlıklar altında hayata geçirilen planlı düzenlemeler olarak görünüyorlar. Bu yazı, üniversitelerde yaşanan bu dönüşümün daha […]
Üniversitelerde bir dönüşüm yaşanıyor. Performans değerlendirme, eğitim ve araştırmanın, diploma ve derslerin ortak ölçülere göre sertifikalandırılması, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın bir parçası olma, “toplam kalite sistemi”nin eğitimde ve bilimsel araştırmalarda da yaşama geçirilmesi, piyasa ve sanayi ile sıkı işbirliği gibi başlıklar altında hayata geçirilen planlı düzenlemeler olarak görünüyorlar. Bu yazı, üniversitelerde yaşanan bu dönüşümün daha büyük bir çerçevede nereye oturduğu ile ilgilenmeye çalışıyor. Üniversiteler, pek çok mesleğin yanı sıra hekimlerin, tıp ve yaşam bilimlerinde araştırma yapan bilimcilerin yetiştiği yerler olması yüzünden yaşanan dönüşüme, hekimler ve tıp araştırmacıları da yakından tanıklar; hatta can alıcı bir parçası haline gelmekle yüzyüzeler. Bunun için pek çok hekime çok tanıdık gelecek yaşanmış, gerçek bir örnekle başlayacağız. Üstelik bu olayı aktaran Amerika’nın ünlü üniversitelerinden Harvard Üniversitesi’nde 1971-91 yılları arasında rektörlük yapmış bir hukukçu ve araştırmacıdır.
Toronto Üniversitesi’nden Profesör Nancy Olivieri, üniversiteye bağlı çocuk kliniğinde araştırmacıdır. Kanada’nın en büyük ilaç firmasının piyasaya sürmek için ürettiği bir thalassemia (Akdeniz Anemisi) ilacını test etmek için sözleşme imzalar.
“Sözleşmede Olivieri’nin sonuçları şirketin izni olmadan yayımlamasını bir süreliğine engelleyen bir madde vardı. İlacın düşünüldüğünden az etkili olmakla kalmayıp potansiyel olarak tehlikeli olduğu anlaşılınca, sözleşmeye rağmen Olivieri bulguları yayımlamakta ısrar etti” (Bok, 2007: 73).
Olivieri’nin bulguları yayımlamasını hastanenin Araştırma Etiği Kurulu da destekler. Gerisi son yıllarda sıkça duyulan öyküdür. İlaç şirketi Olivieri’yi araştırma protokolünden sapmakla suçlayarak, dava açma ve sözleşmeyi iptal etme tehdidinde bulunur. Bulguları yayımlamasını engellemeye çalışır. Nancy Olivieri hastane kurallarını çiğnemekle suçlanır ve program yöneticiliği görevinden uzaklaştırılır, meseleyi kamuoyuna açmaması yönünde baskı görür. Toronto Üniversitesi Olivieri’ye yönelik bu baskılar karşısında büyük ölçüde sessiz kalır.
Bu sırada, “üniversitenin ve [ilaç şirketinin] bir süredir üniversiteye ve eğitim hastanelerine yapılacak birkaç milyon dolarlık bir bağışı görüşmekte olduğu” gerçeği ortaya çıkar(Bok, 2007: 74). Basında yürüyen uzun tartışmalara son noktayı koyan, İngiltere ve ABD’nin önde gelen bilimcilerinin müdahalesi olur. Üniversite sonunda adım atar ve hastanenin Olivieri’ye hasta tedavi etme yetkisini geri vermesini, onun akademik özgürlüğünü kabul etmesini sağlar. Buna benzer biçimde 2001 yılında “şirketlerin ölçüsüz tesiri ve araştırmaların manipulasyonu üzerine önde gelen on tıbbi dergi” harekete geçerler ve “sponsorun olumsuz bulguları yok etmeye ya da sonuçları etkilemeye çalışmadığına dair, şirket ve yazarlar tarafından yeterli delil gösterilmeden, klinik deney sonuçlarını içeren makaleleri basmama kararı” alırlar. Bunun gibi pek çok örnek bulmak olanaklıdır, ancak biz burada sadece çarpıcı birine yer verebildik. Üniversitelerde yaşanan dönüşüm, özel olarak tıp bilimlerin de olduğu gibi genel olarak bilim üretiminde yaşanan dönüşümle bağlantılıdır. Bu yazı üniversitelerin piyasa ve sanayi ile girdiği ilişkilerin, kapitalizmin yapısal özellikleri ile ilişkisini kurmayı amaçlamaktadır.
Bilim üretim süreci önemli bir dönüşüm geçirmekteyken, üniversiteler bilimsel üretimin gerçekleştirildiği yerler olduğu kadar, bu emek sürecinin öznelerini yetiştiren yerler olmaları nedeniyle de bu dönüşümden paylarını almaktadırlar. Bu dönüşümden tıp araştırmacıları, hekimler ve öğrencilerinin büyük bir bölümü etkilenecektir. Bilimcilerin, bilimdeki bu dönüşümü anlama yönündeki çabaları değerlidir. Bu dönüşümü anlama çabası, kapitalist toplumda bilim üretiminin özgül biçimine, bilimdeki ücretli emek ilişkisine ve bilimsel ürünlerin özel mülk edinilme yordamlarına karşı çıkmanın ipuçları açısından da önem taşımaktadır.
Bu yazı üniversitelerde yaşanan dönüşüm ile kapitalizmde bilim ve teknoloji üretiminin değişimi arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Yazının temel önermesi, taşıdığı tüm gerilimlere rağmen bilimsel emek sürecinin kapitalist bir emek süreci niteliğine bürünmesidir. Bilim emekçisine sınıf niteliğini veren, (kendi hakkındaki algısı ve statü beklentisi ne olursa olsun) sınıfın diğer üyeleriyle buluşmasına giden yolun başına doğru onu iten, iş güvencesinin ortadan kalkmasına yol açan da bu dönüşümdür. Ama aynı zamanda uluslararasılaşan bilim ve teknoloji üretimi karşısında uluslararası emek piyasasının güvencesiz bir parçası haline gelmesini sağladığı kadar, bilim üretme süreçlerini belirleyen, yazdığı yayınlara başvuru ücretinden, puan alma ve terfi kriterlerine, araştırma proje ve gündemlerinin belirlenmesine kadar emek sürecini parçalara bölüp denetime alan da bu dönüşümdür. Bilimin üretim süreci, kar elde etme süreciyle bütünleşmekteyken, bu dönüşümün en yakıcı yanı dışındaki yönlerini göz ardı etmek sonuçları ağır bir yanılgı olabilir.
Üniversitelerdeki bilim emekçileri, iş güvencesiz çalıştırılmaya olduğu kadar emek sürecinin kar mekanizmasının denetimine verilmesi gibi dönüşümler karşısında da bütünsel bir yanıt geliştirmelidir. Kapitalizmin bilime dayattığı emek sürecinin alternatifi “bilim” değildir. Bilimin dayandığı toplumsal emek hızla fikri mülkiyet haklarıyla özel mülk haline dönüştürülmekteyken, bilimsel emek süreci de kar denetimi altına alınmaktayken, püripak bir bilimi savunmak olanaklı değildir.
Üniversite, kelime kökeni olarak lonca, meslek birliği anlamına gelen “universitas”tan gelmektedir (Tekeli, 2003). Universitas’ın kökeninde ise “evrensellik”, “bütünlük” bulunmaktadır. Bağımsız öğreticilerin meslek birliği, aynı zamanda bu kurumlaşmada odaklanması gereken bilginin, düşüncenin evrenselliğini ima etmektedir. Bugün evrensel bilgi üretimi, öğretimin kurumları iddiasındaki üniversiteler, başka bir evrensellik iddiası ile sarsılmaktadırlar. Kar güdüsünün evrenselleşmesi amacından başka bir şey olmayan kapitalizm, kar mekanizmasını üniversiter varoluşun dışından değil bizzat içeriden yeniden üretmektedir. Kısacası kendi evrenselliğini ve bütünlüğünü, bilimi üreten zihinsel emeğe dayatmaktadır.[1] Nasıl üretildiği, nasıl dağıtıldığını, nasıl bölüşüldüğünü, bölüşümün nasıl yönetildiğini belirler. Tıpkı bunun gibi bilimin üretimi de kapitalist emek sürecine dönüşürken, bilimi üretenlerin nasıl dağıtıldığı, onun ürünlerinin nasıl bölüşüldüğü, nasıl yönetildiği de kapitalizm tarafından belirlenir. Bilimi üretmede temel rol oynayan kurum olarak özerk bir üniversite, bu emek sürecine tabi kaldığı sürece, sermayenin de isteklerine uygundur ve özerk ve “bilimsel” bir üretim gerçekleştirir. İnsanlığın yararına bir konuyu araştıran, merakının peşindeki bilimci, özerk bir üniversitede bu emek sürecine tabi olarak, gerektiğinde oldukça büyük fonlardan yararlanarak, “bilimsel” bir üretim gerçekleştirebilir. Bu üretimin araçlarının kimde olduğu, emek sürecinin, yayın ve tartışma sürecinin biçimsel olarak nasıl belirlendiği, bilimsel emeğin ürünlerinin piyasada nasıl kullanılacağı, toplumun ihtiyaçlarıyla nasıl uyuşacağı ise bizzat sermaye ilişkisinin kendisince belirlenebilir. Belki bu kavramların gerçek içeriklerini açığa çıkarmak ve bunlara karşı koymak
ise bilimi üreten bilim emekçilerine esas sınıf karakterini kazandıran bir basamak, bilimin özgürleşmesi yolunda sahici bir adım olabilir.
Üniversitelerin dönüşümünü açıklama yönündeki kuramsal çabaların en gelişkin önermeleri, bilimin ve eğitimin metalaşması, piyasaya açılması, uluslararası akademik işgücü piyasasının oluşturulmasını kapsamaktadır. Ürünlerin metalaşmasının, bizzat üretim sürecinin kendisinde yaşanan bir değişimin sonucu olduğu göz ardı edilmekte, ya da bu sonuçlar yeterince irdelenmemektedir. Yani metalaşma önermesinin zorunlu sonuçları, çözümlemesi eksik bırakılmakta: bilim üretiminde “üretim araçları”, emek süreci özgül olarak incelenmemektedir. Oysa kapitalist emek süreci tarafından kıskaca alınan bilim üretiminin temel sorunu bu emek sürecinin kapitalizmin kar güdüsü ile olan iç bağıntısıdır. Bilimin üretiminin kapitalist üretim ilişkilerinden muaf olamayacağı açık olsa gerektir. Tam da bunun için, “bilimin ve eğitimin metalaşması” yönündeki önermeler, olgunun betimlenmesi, görünümün adının koyulmasından öteye gitmemektedir. İyi ama, TÜSİAD da, YÖK de rekabet içindeki üniversitelerden, piyasaya açılan, sanayi ile işbirliği yapan, uluslararası alanda işbirliğine giden üniversitelerden, dünya ölçüsündeki standartlarda akademisyen yetiştirmekten bahsederken zaten bunu açıkça söylemektedir. Bu kapitalizmin pervasızlığı değildir sadece… Aksine kapitalist üretim ilişkilerini eleştirenler açısından görünümün ardındaki ilişkilerin henüz açıklanması gereken yönleri olduğuna işaret eder.
Yaşanan dönüşüme bütünsel olarak karşı çıkmak giderek kaçınılmaz hale gelmektedir; tarafsız, sınıflardan azade bir bilimsel üretim yanılsaması bir hayaldir.
Sermaye, bilim üretim sürecini bu kıskaca alarak bir dönüşüm gerçekleştirmektedir. Yaygın kanının aksine bu dönüşüm, “üniversite özerkliği” fikri ile ya da “metalaşma ve özel üniversiteler yüzünden temel bilimsel araştırmaların ya da sosyal araştırmaların yapılamayacağı” önermesi ile çelişki içinde değildir. “Özerk” bir üniversite fikrinin, yayın, puanlama, fikri mülkiyet hakları vb. gibi bilim alanındaki kapitalist işin gerektirdiği kriter ve ilişkiler ile çelişkisi yoktur. Üniversite özerkliği, TÜBİTAK gibi bilimsel kurulların özerkliği, yayın sayısına, puana göre, liyakata göre akademik yükselme, gerçekleşmekte olan bu dönüşüme ters değildir. Bunlar “üniversiter sistemi” korumanın araçları olabilirler ancak kapitalist bilim üretimine karşı koymanın araçları değillerdir, tam aksine bilimdeki gerilimli kapitalist dönüşümün temel araçları arasındadır. TÜSİAD da, Bologna süreci de üniversite özerkliğinden bahsetmektedirler, aynı zamanda üniversite sanayi işbirliğinden, bilim emekçilerinin “kamu çalışanı, memur” kimliğinden çıkıp projelerde istihdam edilen araştırmacılar haline dönüştürülmesini talep etmektedirler. Kısacası “bilim” istemektedirler ama nasıl bir bilim?
Bilimsel çalışmanın ürünü, giderek daha fazla toplumsal birikime, ortaklaşa emeğe dayandığı halde, o kadar toplumdan kopmakta, özel mülkiyet, patent hakkı biçiminde bilim ürününe el koyulmaktadır. Bilim üreticileri de sınıfsal ayrışmayla yüzyüze kalmaktadırlar.
Üniversitede yaşanan dönüşümü, TÜBİTAK gibi kurumlarda yaşanan siyasal skandalların arkaplanında yürümekte olan süreci bilimin ve üniversitelerin “siyasallaşması”, “piyasalaşması” olarak tarif etmek, gelmekte olan büyük dalgayı tanımlamakta ve bu dalganın altında kalacak olan bilim emekçilerinin işçi sınıfının bir parçası olarak konumunu belirlemekte yetersiz kalacaktır.
Bu yazı ilk bölümde üniversitelerdeki dönüşümü kavramsallaştırma çabalarına değinecek, bu dönüşüm ile bilim üretimindeki dönüşüm arasındaki bağlantıyı irdeleyecektir.[2] İkinci bölümde bilim üretiminin kapitalist kar boyunduruğuna alınmasının tarihsel süreci kısaca irdelenecektir. Üçüncü bölümde ise bu kavramsallaştırmanın yarattığı araçlar üzerinden üniversitelerdeki dönüşümün belirli yönleri açıklanacaktır.
Üniversitelerdeki dönüşüm ile bilim ve teknoloji üretimindeki dönüşüm:
1970’lerin kapitalist krizinin ardından sınıf mücadelesinin de geri çekilmesiyle birlikte, emek gücünün yeniden üretimindeki iki temel alan sermaye birikimi açısından önem kazandı; bu temel alanlardaki sınıf kazanımları hızla geri alınmaya başlandı. Çünkü bu iki temel alan, emek gücünün yeniden üretimi, tamiri ve niteliklendirilmesi açısından, sermayenin değerlenmesi, kar yarışında önemli bir alan özelliğini gösteriyorlardı. Teknoloji, kapitalizmin düşen kar oranları karşısında hızlı rekabetinin bir aracı haline geldiği gibi yeni ürünlerin, “yeni ihtiyaçların”, yeni üretim alanlarının sermayenin akacağı yeni dalların hızla yaratılmasını da sağladı. Bu durum, bu alanlara yönelik nitelikli emek gücünün yetiştirilmesi ihtiyacını karşılıklı bir etkileşim içinde artırmıştır.
Sözünü ettiğimiz bu iki temel alan, sağlık ve eğitimdir. Sağlık emek gücünü tamiri açısından önem taşır; ama aynı zamanda hızla tüketim nesnesi haline getirilen ürünlerin, yaratılan yeni ihtiyaçların (yaşlanmayı geciktirme -anti-aging vb., bakım, türeyen hastalıklara karşı koruyucu tedavi olmaktan çok hastalık sonrası iyileşmeye dönük tedavi, genetik ve ilaç sanayi) ürünlerin üretimi açısından da önem taşır. Eğitim ise, emek gücünün niteliklendirilmesi, (eğitimin zorunlu kılınması ve genelleşmesi ile egemen sınıfın ideolojisi, emek terbiyesi ve disiplini gibi) toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi gibi işlevleri bulunuyor.[3] Üniversitedeki dönüşümün nedenlerinden biri, emek gücünün yeniden üretiminde yaşanan bu dönüşüm oluşturmaktadır. Geç kapitalistleşen ülkelerde, yeni metalaşma alanları olan üniversiteler aynı zamanda ücretlilerin gelirlerinden alınarak verilen diplomaların yanı sıra, işgüvencesinin olmaması yüzünden genelde işsizliği gizleyen gizli işsiz depolarıdır. Öte yandan, kimi üniversitelerin belirli bilim alanlarında ve teknoloji geliştirme alanlarında yetkinleşmesinde olduğu gibi üniversite sistemi de eş üniversitelerden oluşmamaktadır; aksine üniversiteler içi kademelenme korunmaktadır. Bu kademenin altında kalan ve yaygınlaştırılan “her ile” açılan üniversiteden diploma almak ise, gizli işsizlik deposu haline gelmenin yanı sıra tam da bu işleviyle birlikte nitelik düzeyini genelleştirerek (herkesin dil bilmesi, ortalama vasıf düzeyini yükseltse de toplumsal olarak gerekli emeği düşürür) ortalama ücretlerin düşmesini getirir. Dolayısıyla üniversitelerin bugünkü işlevleri de toplumun çalışan geniş kesimi için farklı iken, nitelikli emek gücünün yaratılması ve bilim-teknoloji üretimi açısından farklı kesimleri kapsamaktadır. Burada üniversitenin merkezi işlevi olarak bilim ve teknoloji üretim süreci ele alınacaktır.
Öğretim ve araştırmayı birleştiren, bugünkü üniversitelerin temeli, Von Humboldt üniversitesi olarak bilinen üniversite kurumunun Almanya’dan başlayarak Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşmasıyla atılmıştı (Tekeli, 2003), (Türel, 2004). Bu üniversitelerin iki işlevi bugüne dek taşınmıştır. Öğretim işlevi; nitelikli emek gücünü yetiştiren, kapitalizmin bugünkü koşullarında gizli işsizlik deposu oluşturan yönünü göstermektedir. Öğretim ve araştırmanın birleştiği, iç içe geçtiği yerde, bilim üretenlerin yetiştirilmesi bulunmaktadır. Araştırma ise, bilim üretenlerin yetiştirilmesini de içermekle birlikte, bilimsel üretimin merkezini oluşturmaktadır.
Bilim üretim
sürecindeki dönüşümün sonucunda gerçekleşen üniversitelerdeki esaslı değişimler, temel olarak bu ikinci işlevden başlayarak yaşanmaktadır. İlk bakışta üniversitelerin piyasaya açılması, akademisyenlerin proje bazında çalışması, performansa dayalı değerlendirme, uluslararası ölçütlerde diploma ve eğitim verilmesi, araştırma kriterlerinin, alanlarının, öğretim ve araştırma standartlarının uluslararası ölçekte belirlenmesi olarak gözüken görünümler, daha temel bir değişimin sonuçları olarak üniversitelere yansımaktadır. Daha da kötüsü, bilim üretim sürecinin ana kurumlarından birisi olarak bütün bir üniversiter sistemi dönüştürmektedir. Bu nedenle bilim ve teknoloji üretimindeki dönüşümü değerlendirmek gerekiyor.
Bilim ve Teknoloji üretimindeki Dönüşüm:
Üniversitelerin “özelleştirilmesi”, piyasaya açılması, üniversite eğitiminin özel sermayenin etkinliği altına girmesi, akademisyenlerin uluslararası emek piyasası içinde yer alması olarak bugün çeşitli görünümlerini izlediğimiz bu süreç, bilim üretimindeki temel bir dönüşüme ve bunun tarihsel olarak bugünkü değişimine dayanmaktadır. Bu temel dönüşüm, bilimsel üretimin kapitalist kar mekanizmalarına biçimsel olarak bağlanmasından farklı bir evreyi ifade eden, bilim üretiminin artık içsel olarak kapitalist emek sürecinin ve kar mekanizmasının üretilmesine dönüşmesi yönündeki gerilimli dönüşümdür.
Burada ifade edilen temel dönüşümü, “bilimin meta olması”, “bilimin metalaşması” olarak “kavramsallaştıran” betimlemelerden titizlikle ayırmak gerekiyor. “Bilimin meta haline gelmesi”, yani bilimsel ürünün meta haline gelmesi laboratuarında fedakarca çalışan bilimcinin zanaatkara benzeyen üretiminde gerçekleşmekteydi. O, çoğunlukla buluşunu satıyor, hatta patent alıyordu. Burada bilimcinin ürünü bir metadır, ancak zanaatkara benzeyen bilimcinin emek süreci kendi özerk alanı olarak kendi denetimi altındadır. Kapitalist para sermayesi ile bilimciyi kendi hizmetinde meta üretmeye ancak dışsal olarak bağlayabilir. Bu bilimcinin emeğinin sermaye tarafından biçimsel olarak belirlenmesidir. Sermayenin bilim ile ilişkisi, bu evrede emek süreci ve mekanizması açısından dışsaldır. Oysa bu devir neredeyse 20. yüzyılın başında kapanmıştır! Bilimin metalaştığını hatırlatarak 21. yüzyılı irdelemeye çalışan “kuramsal” önermenin, bir betimlemeden öteye gidememesinin nedeni budur. O devir çoktan geçmiş, kapitalizm epey bir yol almıştır.
Kapitalizmin yirminci yüzyılın başındaki ilk büyük kriziyle birlikte, bilimin emek sürecinin parçalanması ve sermayenin denetimi altına alınma çabası, bilimcinin ücretli emekçiye dönmesi, “icadın bir meslek haline gelmesi”[4] tamamlanmıştır. Hatta bu tarihi kapatan II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren bu süreç kurumsallaşmış, yaygınlaşmaya başlamıştır.[5] Bilimin endüstrileşmesi olarak adlandırılan bu süreçle ilgili betimlemeleri pek çok yerde görmek olanaklıdır.[6] Ancak bilimsel üretim incelendiğinde, özgüllüğü de hemen göze çarpar. Bilimsel üretimin ürünü, özgül bir metadır, bilimsel emek de özgül bir emekgücüdür. Genel olarak emek gücünün denetim altına alınmasındaki temel direnç kuvveti, sınıfsaldır, emek gücünün biyolojik varlığı, sınırları ve kendinde direncidir. Oysa bilimsel emekte özgül olan yan yaratıcı etkinliğin merkezi yeridir. Metalaştırılması istenen zihinsel emek gücünü, emek miktarını belirleyen etkinlik tümüyle rutinleştirilemez. Bilimsel emek gücü, tümüyle kapitalist emek sürecinin rutinleştirmesine, “rasyonalizasyonu”na tabi olamaz. Bilimsel üretim süreci, bir süreç olarak, parçalara bölünebilir ve ancak kısmen rutinleştirilebilir. Kapitalizmin emek sürecinin tümünü kar amacıyla denetim altına alma çabası, bu nedenle hep sürse bile hiçbir zaman tamamlanamaz. Bu emek süreci, emek gücü açısından özgül sonuçlar doğurur. Ama aynı zamanda bu ikili bölünme, gerilim, emeğin ürününde de su yüzüne çıkar. Burada bilimin metalaştığını söyleyenlerin adım atmadıkları çetin bir soru durmaktadır. Bilimcinin ürünü nasıl bir metadır? Değer kuramı açısından bilim emekçisinin üretimi nasıl kavramsallaştırılır?[7] Dolaşımdan, piyasadan, mübadele ve metadan üretim sürecine inmemenin altında bu güçlükle karşılaşmamak da yatıyor olmalı ya da değer kuramının zaten artık geçerli olmadığını düşünmek!
Ancak verili bir üretim sürecindeki değişimi salt piyasa ve metalaşma terimleri ile ele almaktan öteye gitmemenin daha vahim sonuçları da vardır. Kapitalizmin eleştirisi, değerin nasıl üretildiğiyle değil, artı-değerin nasıl üretildiğiyle esas çekirdeğine ulaşır. Üretimin ürünleri kadar bu ürünlerin nasıl üretildiklerine bakmamak, dönüşümü açıklayamamayı getirmektedir. Kapitalizmin özgüllüğü, meta üretiminde değildir, artı değer üretiminde ve emek gücünün meta haline gelmesindedir yani, üretim sürecindedir. Metalaşma ve piyasalaşma terimleri ile bu dönüşümü tarif etmeye çalışmak bu nedenle sadece bir betimleme olarak kalmaktadır. Dolaşım sürecinden, üretim sürecine yönelmek gerekmektedir.
Bilim üretim sürecinin kendisi bir sanayi üretimi haline gelmiş, bilimci bilim emekçisine dönüşmüşken, 20. yüzyılın başından bu yana birçok kriz üretim ile birlikte bilim üretimini de değiştirmiştir. Temel dönüşüm olan bilim üretiminin kapitalistleşmesini tarihsel bir çerçeveden de ana hatlarıyla değerlendirmek gerekiyor. Üniversitelerde yaşanan sürecin tarihsel alt yapısını da bu değişim oluşturuyor.
Bu tarihsel değişimin burada ancak kabataslak bir izdüşümünü verebiliriz. Bilimin endüstrileşmesi, sanayideki yani üretimdeki daha temel bir gelişime dayanıyordu. 20. yüzyılın ilk büyük krizinin ardından II. Dünya Savaşı ile birlikte üretken sermayenin uluslararasılaşması belirleyicidir; yani üretim uluslararasılaşmaktadır. Bu dönemde bilimin üretim sürecini yukarıdan aşağıya belirleyen önemli bir dönemeç, Vannevar Bush’un 1945’te hazırladığı ve ABD yönetimince resmi politika haline getirilen bilim ve teknoloji raporudur. “Bilim – Sonsuz Sınır” adlı bu rapor, savaş sonrası uluslararası ilişkilerde egemen konuma gelen ABD’nin savaş sırasında bilimsel üretim sürecinden kazandığı deneyimlerin kurumsallaştırılması gibidir. Sadece savaşın deneyimleri arasında yer alan penisilin gibi ilaç sektöründeki bilimsel başarıların ticarileştirilip yaygınlaştırılması önerilmez. Ama aynı zamanda atom bombasını üreten bilim ve teknolojinin yaygınlaştırılıp ticarileştirilmesini, şifreleri çözmek için ya da bombanın menzilini hesaplamak için geliştirilen bilgi işlem makinalarının, otomasyon makinalarının üretim sürecine katılması da önerilir.
“Daha fazla iş yaratmak için yeni, daha iyi ve daha ucuz ürünler yapmayı hedef almalıyız. Yeni, canlı, çok sayıda girişimin ortaya çıkmasını istiyoruz. Ama, yeni ürün ve prosesler tam anlamıyla olgunlaşmış olarak doğmazlar. Onlar, temel bilimsel araştırmalar sonucu ortaya konan yeni ilkeler ve yeni kavramlardan hareketle geliştirilirler. Temel bilimsel araştırma bilimsel sermayedir. Dahası, bu bilimsel sermayenin başlıca kaynağı olarak, artık Avrupa’ya dayanamayız.” (Aktaran Göker, 1998, abç).
Temel bilimsel araştırmalar, üniversite sanayi işbirlikleri devlet tarafından da desteklenecektir. Üniversiteler ve araştırma laboratuarları gibi bilimsel üretim yerleri, sanayi ile işbirliğini kurumsallaştıracaklardır. İlhan Tekeli’nin ve Oktar Türel’in değindiği “multiversite”, eski Harvard rektörü Derek Bok’un tarihsel örnekler verdiği “girişimci üniversite” bu
dönemin belirgin kurumudur.
Bilimin endüstrileşmesinin önemli aracı olan bu üniversitelerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Vannevar Bush’un raporuyla kurumsal olarak belirleyici hale gelmeleri, sanayi işbirliğinin kilit noktaları olmaları ve devlet tarafından desteklenmeleri yeni bir elbirliğine benzemektedir. Adeta, bilim üretimi münifaktürden yeni bir elbirliğine geçirmiştir. Bildiğimiz anlamda bir fabrika olmasa da buna paralel yeni bir elbirliğidir:
“Artık üniversite bir akademisyenler komünitesi olmaktan çıkmış, piyasa güçlerinin etkisi altında şekillenen bir organizasyonlar topluluğu haline gelmiştir. Bu organizasyonlar topluluğunun (şirketler topluluğu diye de okuyabilirsiniz) sosyal ilişkileri büyük ölçüde metalaşmıştır. … Artık bu multiversite, bir programla gelen, … girişimci bir rektör tarafından yönetilecektir” (Tekeli, 2003: 59).
Üretkenlik, rekabet için gerekli olan yeni ürünler, yeni üretim süreçleri aynı zamanda yeri geldiğinde itaatsiz işçinin yerine ikame edilecek ya da onun emek sürecini denetleyecek araçlar, üniversiteler ve araştırma şirketleri aracılığıyla bilim ve teknoloji üretimi tarafından üretilecekti. Bilim üretimi sanayi üretimine ileri geri bağlantılarla daha sıkı bağlanmaktaydı.[8]
1970’li yıllardaki krizin ardından üretken sermayenin uluslararasılaşmasının kendini farklı düzeyde yeniden üretmesi, çok uluslu şirketlerin dünya çapındaki üretim etkinliklerinin yanında araştırma geliştirme etkinliklerini de “yerellikler” de yapmalarını getirdi. Bu sürece bilim üretim sürecinin, Araştırma ve Geliştirme’nin uluslararasılaşması demek yerindedir (Narin, 2008b).[9] Üniversiteler de bu sürecin bir parçası olarak bu dönüşümden payına düşeni almışlardır.
Her ne kadar bu kavramla tanımlanmasa da, Ar-Ge’nin ya da bilimsel üretim sürecinin uluslararasılaşmasının başlangıcı olarak genelde anılan dönüm noktası 1990’lı yıllardır.
2007 yılı OECD Bilim, Teknoloji ve Sanayi Karnesi’nde şunlar söylenmektedir:
“Araştırma dahil, bilimsel-teknolojik faaliyetlerin küreselleşmesinde son zamanlarda hızlı bir artış oldu. Sınır ötesi Ar-Ge projelerinde (BİT sayesinde) artan esneklik, Ar-Ge maliyetlerinin artması, (fikri mülkiyet haklarının güçlendirilmesi ya da Ar-Ge faaliyetlerinin vergilendirilmesi gibi) önemli politika değişiklikleri hep bu eğilimi destekledi. 1995-2005 yılları arasında uluslararası planda ortak yazılan bilimsel yayınlar üç kat arttı. İcatlarda sınır ötesi işbirliği (iki veya daha fazla ülkede bulunan ortak icat sahiplerince alınan patentlerin oranı) dünya çapındaki icatların toplamı içindeki pay olarak yaklaşık iki kata (1991-93 ile 2001-03 arasında %4’ün altından %7’nin üzerine) çıktı” (OECD Science, Technology and Industry Scoreboard, 2007).
Üstelik 2007 tarihli bu karneye göre, araştırmanın odağı “gelişmekte olan ülkelere” de yayılmakta, özel bir yoğunlaşma ise Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’ya karşı gösterilmektedir. UNCTAD’ın hazırladığı 2006 Dünya Yatırım Raporu’nda da benzer bir eğilimden söz edilmektedir. Rapora göre, 2005’te Güney, Doğu ve Güney doğu Asya’ya Ar-Ge alanında 315 yeni doğrudan yabancı yatırım projesi yönlenmiştir (Dünya Yatırım Raporu 2006, s.56). Bunların beşte dördü Çin ve Hindistan’a yönelmiş durumdadır. Bu şekilde 2005’in sonunda Çin’deki yabancı yatırımlı Ar-Ge merkezlerinin sayısı 750’ye çıkmıştır.
Ar-Ge harcamalarının başını uluslararası şirketler çekmektedir; ancak bu harcamalar sadece erken kapitalistleşmiş ülkelerde yapılmamaktadır. Bunu Ar-Ge harcamaları üzerine yapılan bir haberde görmek olanaklıdır (Referans, 2 Ocak 2006):
Tüm dünyada, özel ve kamu sektörleri tarafından Ar-Ge’ye harcanan toplam meblağ 680 milyar dolar. Bunun yarısına yakını çok uluslu şirketler tarafından harcanmakta. … Ar-Ge şampiyonu şirketlerden her biri, bu alanda yılda 5 milyar dolardan fazla harcıyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında ise bu rakamı aşan sadece 4 isim var. Onlar da Çin, Güney Kore, Tayvan ve Brezilya. Ar-Ge’ye büyük yatırım yapan şirketler uzun yıllar bazı Ar-Ge faaliyetlerini merkez ülke dışında sürdürmüşler. Ama yeni olan, Ar-Ge çalışmalarının Avrupa veya Amerika dışında gelişmekte olan ülkelere yöneliyor olması. Örneğin Amerika’daki şirketlerin sadece yüzde 3’ü 1990’ların başında Asya’da Ar-Ge çalışması yürütürken, bugün bu rakam %10’u aşmış. Çok uluslu şirketlerin Ar-Ge’nin outsource edilmesi için 10 yıl önce ayırdıkları bütçe 30 milyar dolar civarındayken bu rakamın bugün ikiye katlanarak 70 milyar doların üzerine çıkmış olduğu tahmin ediliyor.
UNCTAD’ın 2006 Yatırım Raporu kapsamında 300 büyük şirketle yapılan bir anket sonucunda, yanıtlayan 69 şirketten %67’sinin, Ar-Ge çalışmalarını gittikçe daha fazla başka ülkelere “outsource” etmeye hazırlandıkları ortaya çıkmıştır. Ar-Ge’yi kendi ülkelerinde tutmayı planlayanların oranı ise %2’dir.
1990’lı yıllardan beri yapılan pek çok akademik araştırma da uluslararası Ar-Ge etkinliklerinin önemli oranda arttığını ileri sürmektedir (Dunning, 1994; Cantwell, 1995; Cincera, Van Pottelsberghe vd., 2006; Edler, 2004). Üstelik tüm olgular Ar-Ge’nin dünya üzerinde yayıldığını göstermektedir. Süregiden tek tartışma, çokuluslu şirketlerin Ar-Ge etkinliklerinin ağırlıklı kısmının ana ülkede olup olmadığı üzerinedir. Bu tartışma, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının üretken sermayenin uluslararasılaşmasının ileri boyutunun bir sonucu olduğunu, kesinlikle bundan ayrı ve özgül bir durum olmadığını göstermekle kalmamaktadır. Aynı zamanda tıpkı üretken sermayenin uluslararasılaşmasının eşitsiz ve hiyerarşik doğası gibi, Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının da bu niteliklere sahip olduğunu göstermektedir.
Ar-Ge’nin 1990 sonrası uluslararasılaşması, bu dönemdeki belirli koşulların oluşmasına ve belirli sınırlara bağlıdır. Uluslararasılaşan üretken sermayenin ’70 krizinin ardından azalan kar oranları karşısında dünya pazarlarında yükselen rekabetin bir gereği olarak Ar-Ge çalışmalarını yoğunlaştırması, koşullardan birini oluşturmaktadır. Diğer bir koşul Bilgiişlem ve İletişim teknolojilerinde bu dönemde çok hızlı ve güçlü biçimde yaşanan uluslararası alana yayılma ve etkinlik kazanmadır. Ayrıca ulaşım ve uluslararası ticaretin olanaklarının artması, dünya ticaretin bu dönem içinde krizlere rağmen hacim olarak büyümesi etkenlerden diğerlerini oluşturmaktadır. GATTS ve TRİPS gibi uluslararası düzenlemeler sayesinde fikri mülkiyet “hak”larına dair hukuksal düzenlemelerin yapılması, patent hakları ve kurumlarının yerleşmesi, standartlaşmanın kurumsal düzenlemesi olan standart tespit kurumlarının kurulması Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının koşulları arasındadır.
Öte yandan Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının konumuz açısından en önemli koşullarından biri, gerekli nitelikli emek gücü havuzunun yaratılması ve Ar-Ge teşviklerine dair düzenlemelerin yapılmış olmasıdır. Birinci koşul, üniversitelerdeki bilim emekçilerinin ve bilim üretim sürecinin durumunu belirlemektedir. İkinci koşul ise üniversite sanayi işbirliğinin hızlanmasını getirmektedir.
Ar-Ge’nin dünya çapında böyle yayılması ve önem kazanması, devletlerin Ar-Ge teşvikleri, fikri mülkiyet haklarına dair yaptıkları düzenlemeler göz önünde bulundurulursa, üniversitelerin de “dönüştürülmesi” kaçınılmaz olmaktadır.
Üniversitelerde önce araştırma işlevinin sonra da eğitim işlevinin giderek metalaştırılması bu temel dönüşüm ile birlikte hız kazanmıştır.[10] Üni
versiteler sadece nitelikli emek gücünün (ister bilimci olsun ister uygulamalı bilim emekçisi, mühendis olsun) yaratılması için eğitim mekanları değil aynı zamanda araştırma geliştirme etkinliğinin bizzat kendisinin temel mekanları arasındadır. Dolayısıyla üniversitelerin dönüşümü salt “siyasal oyun” değil, aynı zamanda sermaye birikiminin köklü ve yapısal bir ihtiyacına karşılık gelmektedir. Bilim üretiminde uluslararası nitelikli emek gücünün, üretimin ve Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasının ihtiyaçlarına göre yeniden üretilmesi ve yapılandırılması… Ar-Ge teşvikleri, fikri mülkiyet hakları, patent yasaları, üniversite sanayi işbirliğine dair düzenlemeler, üniversitelerin dönüşümünde yapısal diğer parçaları oluşturmaktadır.
Zaten Ar-Ge’nin uluslararasılaşmasına eşlik eder biçimde, ülkelerin teknoloji politikalarını, bu politikaları oluşturan kurumları, standart tespit kurumlarını geliştirme, izleme yönünde uluslararası anlaşmalar da yürürlüğe girmeye başlamıştır. Ar-Ge teşvikleri ve sanayi işbirlikleri ile Türkiye’de de İTÜ, ODTÜ gibi üniversitelerde Araştırma merkezleri kurulmuş, Teknoloji geliştirme merkezleri, teknokentler ve teknoparklar üniversitelerdeki bilimsel emek gücünün de katılmasıyla işlerliğe sokulmuşlardır. Örneğin 1996-2005 arasında ihracatta ve üretimde çok hızlı gelişen Otomotiv sektörü İTÜ’de araştırma laboratuarı kurmuş, Ar-Ge projeleri yürütmüştür (Narin, 2008b).
Tüm bunlar da göstermektedir ki, bilim ve teknoloji üretimini gerçekleştirdiği kadar sanayinin de gerek duyduğu nitelikli emek gücünü eğitecek olan üniversite ve eğitim kurumlarının uluslararası düzeyde standartlara kavuşturulması, diplomalarının, derslerinin ortak standartlarla ölçülmesi yönündeki girişimler (örn. Bologna süreci, Avrupa Yüksek Öğretim Alanı, Avrupa Yeterlik Çerçevesi vb.) bilim üretimindeki ve emek gücünün yeniden üretimindeki ihtiyaçları karşılayabilmek içindir.
Üniversitelerdeki dönüşüme, bilim üretimindeki dönüşüm perspektifinden bakıldığında belirli önermelerin, sermaye birikiminin bilim üretimine yönelik duyduğu ihtiyaçlara ters değil aksine aslında paralel olduğu görülecektir.
1. Üniversiteler özerk olursa bilim yapılabilir. Özerklik kaldırılır, siyasallaştırılırsa bilim yapılamaz. Bu durumda bilim cendereye sokulacaktır.
Kapitalist bilimsel emek süreci için siyasal kadrolaşma değil, liyakat esas olmak zorundadır. Bilimsel emek sürecini de gerçek boyunduruk altına alan sermaye için daha fazla “yazıyor”, yayın yapıyor[11], kongrelere gidiyor, sosyal[12] da olsa projeler yapıyorsanız korkmanızın bir sebebi yoktur. Herhalde Amerika’da, Almanya’da, usta çırak ilişkisi yerine performansa dayalı, siki denetlenen emek surecine bağlı, proje bazında sürekli “üreten”, üstelik bunu yaptıkları surece de fonlanabilecek asistanlara, öğretim üyelerine sahip olması, fikri mülkiyet hakları çerçevesinde “üreten” fabrikalar olması sistemin de gittiği bir yon gibi gözüküyor. TÜSİAD 2008 yılında hazırladığı raporda, YÖK’ün ayrıntılı düzenlemelerinin, üniversite özerkliğine müdahale eder düzeyde olduğunu belirtmektedir. TÜSİAD’a göre üniversitelere “tek tip elbise” giydirilmeye çalışılmaktadır (TÜSİAD, 2008). Ona göre, YÖK’ün bu tür düzenlemeleri, “çeşitliliğin geliştirilmesine olanak sağlamamaktadır”. Görüldüğü gibi bilim üretim sürecinin kapitalistleşmesiyle, özerklik arasında bir çelişki yoktur aksine bundan sonraki maddede görebileceğimiz gibi süreklilik ve birbirini tamamlayıcılık vardır.
2- Üniversitelerde piyasaya teslim edilirse, kar amacı dışındaki konularda kim bilimsel araştırma yapacak?
Vannevar Bush’un 1945 tarihli, bilim üretim sürecinde dönüm noktası olan raporu, hakim olmaya başlayan üretim sürecinin temel karakterinin adını koyup, fiili bir politika haline çevirirken ana fikirlerinden birisi temel araştırmaların desteklenmesi idi. Teknoloji üzerine epey yüklü bir yazın bulunmaktadır ve bu yazının özellikle ortaklaştığı ve vurguladığı noktalardan birisi, kapitalistlerin tek tek kendilerine bırakılacak bir araştırma gündeminin yanında ve ötesinde genel olarak üstlenilecek bir temel araştırma, teknoloji kuluçkaları oluşturma gündeminin olması gerektiğidir. Bu vurguya bakılırsa CERN’de Higgs bozonu üzerine yapılan araştırmanın ABD’de de bir yarış halinde yürütülmeye çalışılması nafiledir. Tek tek bireysel kapitalistlerin hiçbirinin dolaysız ihtiyacını oluşturmayan bu araştırmaya boşuna para ayrılmaktadır. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Aksine sermaye birikimi, bireysel sermayelerin ötesinde genel olarak sermayenin ihtiyaçlarını da gözeten, temel araştırmaların yapılması yönünde eğilim göstermektedir. Bunu yeni ürünler üretmek, yeniliklerin olasılıklarını artırmak, bu yenilikleri geliştirecek küçük ama nitelikli şirketlerle birleşmek ya da bunları yutarak kar oranlarını yükseltmek gibi bir çabayla yapmaktadır. Bu tür temel araştırmaların içine Erik Olin Wright’ın ABD üniversitelerinde sınıf yapısı ve dağılımına yönelik yürüttüğü araştırmalar yani sosyal araştırmalar da girmektedir. Ortak bilim kurulları ve fonlar, bu çalışma ve araştırmalara da fon sağlamakta, destek vermektedir. Sermaye, “kar amacı dışındaki konular”ın her an kar amacı döngüsüne dahil edilebileceğini çok iyi bilmektedir ve hiçbir konuyu bu döngüden yüce görmemektedir.
Bu durumda bilimin özgürleşmesinin kaderi ile kapitalizmin bilimi boyunduruk altına alma çabasına karşı bilim emekçilerinin çıkış yolları birleşmektedir. Özerklik ya da bilimin kendinden menkul bir alternatif olacağı söylemi bu çıkış yollarından değildir. Bilimsel emek gücü de güvencesizleşirken, tepkisi statü kaygısıyla, “eğreti bilimci olur mu?” demek olamaz. Tıpkı diğer emekçiler gibi bilimin üretim süreci de parçalara ayrılarak güvencesizleştirilmektedir. Çünkü kapitalizm bilimi de ayrı görmemektedir. Bilimsel üretimde meta ilişkileri ile kapitalist ilişkilerin hakimiyeti ağırlığını hissettirirken, bilim emekçileri de bir ayrışma yaşamak zorundadır. Bilim emekçilerinin kaderi de diğer emekçilerle birleşmektedir.
***
Bilimci Yaratıcı Olmalı, Hayalleri Zorlamalıdır Ancak Hayalci Olmamalıdır!
Sınıflı Toplum Bilimin Özgürleşmesinin Önünde Engeldir
“Eleştiri, zinciri örten hayali çiçekleri kopardı. Ama bunu, insanın o zinciri, düşleri ve umutları olmadan taşıması için yapmadı. Aksine bu zincirleri koparsın atsın ve yaşam dolu çiçekleri toplasın diye yaptı”(Marks, 1844)
Bilimin temel itici gücü, bilimcinin doğaya, evrene, toplumsal evrene, canlı ve cansızın evrenine yönelik merakı olsa gerek. İnsanlığın, doğa ve evren karşısında heyecan duymasından, merak etmesinden, us yürütmesinden daha insanca bir şey olamaz. Ancak bilimin evrenselliği karşısında bir başka evrensellik kendisini dayatır ve meydan okurken, bilimin halelerini yıkmak, toplumun sınıflı bir toplum olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Eleştiri, zinciri örten hayali çiçekleri koparmalıdır. Merak etme duygusunu, düş gücünü öldürmek için değil… Aksine bunların hayallere dönüşüp, gerçeği karartmasını engellemek için… Bilim üretim süreci kapitalistleşmektedir, bilimsel emek süreci parçalanmakta, kapitalist denetim altına alınmaktadır. Bilimci de bu süreçten muaf değildir. Saf haliyle merak, doğaya, biyolojik, jeolojik ve toplumsal evrene dair duyulan doyumsuz merak duygusu, sınıflı toplumların gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır!
Başvuru:
ABD (1945). Science – The Endless Frontier, Temmuz 1945, Bilimsel Araştırma ve Geli